Paylaş
Abdullah Gül ile Hakan Fidan’ın görüştüğü sırada, HSYK’nın atadığı savcıya MİT Müsteşarı, eski müsteşar ve müsteşar yardımcısı için “şüpheli” sıfatıyla soruşturma başlatması için fezleke hazırlamış olan iki polis yetkilisi görevlerinden alınmış, HSYK Başkanı sıfatı da taşıyan Adalet Bakanı Sadullah Ergin, Başbakan Tayyip Erdoğan ile görüşmekteydi.
Nereden bakarsanız bakın, bu “fotoğraf”, devletin en hassas birimlerini içine alan, bugüne dek rastlanmamış bir “devlet krizi”nin patlak verdiğini ortaya koyuyor.
Bu krizin nasıl çözüleceği, ne yönde yol alınacağı Türkiye’de “devlet”in nasıl şekilleneceğini de ortaya çıkartacak ve belirleyici etkileri olacak. Türkiye, ya daha derin ve karmaşık krizlerin –her anlamda- içine sürüklenecek; ya da “hukuk devleti” yönünde yol alacak.
“Hukuk devleti” mi; “kanun devleti” mi ?
Öncelikle, “hukuk devleti” ile “kanun devleti” arasında çok ciddi bir fark olduğunu kaydedelim. Türkiye, “hukuk devleti”nden ziyade bir “kanun devleti” niteliğinde. DGM’ler, Türkiye, AB yoluna girip, kendisini “Avrupa normları”na uymak zorunda hissettiği vakit kaldırılmıştı. Ama, yerini alan “özel yetkili mahkemeler”in işleyişi DGM’leri aratmaz oldu.
Özel yetkili mahkemeler, başındaki “özel”i bir “genel” uygulamaya çevirdiler. CMUK’un 250. Maddesi, TMK ve TCK’nın bazı maddeleri “nalıncı keseri” gibi herkesin “şüpheli vatandaş” olarak sigaya çekilmesine, “terör örgütü kurmak ve yönetmek” suçlamaları altında tutuklanmalarına imkan veriyor. KCK davasından, Fenerbahçe Kulübü Başkanı Aziz Yıldırım’a, eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’dan MİT Müsteşarlarına uzanan bir geniş bir yelpazede hareket ediyorlar.
Ali Bayramoğlu, dünkü Yeni Şafak’taki “Büyük kavga; bardağı taşıran son damla” başlıklı çok önemli yazısında, olan-biteni “saray-içi iktidar savaşı” ile açıklarken, “’Saray içi iktidar’ savaşında ‘belirleyici olan’ politik görüş farklılıklarından çok, cephe kazanma ya da devlet içindeetkili yer tutma meselesidir... İktidar kavgasının ayaklarından birini oluşturan ‘otonomlaşma eğilimi taşıyan polis ve yargı merkezli son derece etkin bir gruptur. Ona bu etkinliği sağlayan.. polis ve yargının yeni yasal yetkileri, özel yetkili savcılık ve mahkeme yapılanmaları, en nihayet devlette ‘savcı-polis’ ilişkisini ters yüz eden polis devleti işleyişi’dir. Nitekim, Ergenekon, KCK ve asker meselesine ilişkin tüm adli soruşturmalar genel ve sistematik takip yetkisine sahip ‘polis istihbarat birimleri’ tarafından yürütülmekte, gerek politik kimlikleri gerek hukuki konumlarıyla savcılar ‘yönlendirici ve denetleyici’ değil, ‘onaylayıcı ve meşrulaştırıcı’ bir işlev görmekte, polis-yargı ikilisi bu yolla pek çok konuda adeta politika üreticisi haline gelmektedir” değerlendirmesini yaptı.
Polis-yargı ikilisinin “siyaset” aktörü haline geldiği, “siyaset belirlediği” veya “belirlenen siyasete karşı koyduğu” bir devlet sistemine “hukuk devleti” olabilir mi?
Bunu nasıl yapabiliyor peki?
Gücünü aldığı kanunlardan. “Kanun devleti”. Ama “hukuk devleti” değil.
Başbakan’ın önündeki fırsat
Ruşen Çakır, Vatan’daki dünkü yazısında “... Özel yetkili mahkemeler başta olmak üzere bu yeni yargı düzeni AKP’nin ürünüdür. Ve ‘yeni Türkiye’nin ‘yeni yargısı’ndan şikayet edenlerin oluşturduğu o uzun kuyruğa siyasi iktidar da dahil olmak üzeredir” saptamasıyla, mevcut polis-yargı düzeninin Ak Parti’ye bir “bumerang” olarak geri döndüğünü bildiriyor.
Bu durum ya da ortaya çıkan “ağır devlet krizi”, bir bakıma siyasi otoriteye Türkiye’nin “hukuk devleti”ne yönünü çevirmesi için mükemmel bir fırsat sunuyor. Madem, “bumerang” dönüp sizi vurdu ve devletin bir numaralı “ulusal güvenlik kuruluşu”nu, gizli istihbarat örgütünü şu uluslararası-bölgesel gerilim ortamında neredeyse iptal edecek hale getirdi; o takdirde herşeyden önce, -anayasa yapım girişimlerinden de önce- ve derhal CMUK’a, TMK’ya ve TCK’ya el atması zorunludur.
Ergenekon ve Balyoz gibi davalar, “vesayet rejimi”nden çıkmak doğrultusunda, Ak Parti’nin verdiği “iktidar mücadelesi”nin can alıcı boyutlarını ifade ediyordu. Polis istihbaratı ve “özel yetkili mahkemeler”, bu mücadelenin en etkili araçları oldular. Doğru.
Ama bu ikili, giderek, seçilmiş siyasi iktidarı da yiyecek bir “canavar”a dönüşmeye başladılar. Siyasi iktidarın talimatı ve belirlenmiş “ulusal güvenlik politikaları” doğrultusunda çalışan devletin gizli güvenlik kuruluşunu, “şüpheli” sıfatıyla soruşturma konusu yapmaya kalkar, MİT müsteşarları ve yöneticilerini “siyaset uygulayıcı” rollerinden ötürü “sanık” ya da “tutuklu” veya “hükümlü” adayı haline getirmeye kalkarsanız, yaptığınız, aksini ne kadar iddia ederseniz edin, aslında “polis-yargı operasyonu” yoluyla Başbakan Tayyip Erdoğan’ı karşısına alan bir “siyasi hamle” olarak algılanır.
Zira, Emre Taner de, Hakan Fidan da, ne yaptılarsa bizzat Tayyip Erdoğan’ın direktifleri altında ve ona karşı sorumlu olarak yapmışlardır.
“Ulusal güvenlik politikası” belirleme yetkisine sahip hükümetin belirlediği politika dahilinde ve Başbakan’ın talimatları altında çalıştıkları için, devletin gizli güvenlik örgütünün yetkililerinin yakalarına yargı aracılığıyla yapışılırsa, devletin çivisi çıkmış demektir.
Böyle bir şey olmaz. Olamaz. Tayyip Erdoğan’a hangi gerekçe ile karşı olursanız olun, böyle bir durum kabul edilemez. Tabii, eğer Türkiye’nin “normalleşmesi”nden, bir demokratik hukuk devleti olmasından yanaysanız.
Tayyip Erdoğan’ın Türkiye’yi bir “kanun devleti” olmaktan çıkarıp “hukuk devleti” olma yönünde atacağı her adamı desteklemeliyiz ve desteklenmesini de teşvik etmeliyiz.
Peki, son gelişmelerin ve yol açtığı “kriz”in Kürt sorunu ile, daha doğrusu PKK-KCK ile ilgisi, ilişkisi?
Elbette var. Yarın devam edelim.
Paylaş