Washington’a ilk kez New York üzerinden gelmiştim. Çeyrek yüzyıl önce. Tümüyle meraktan. New York’a da dondurucu soğuk bir Ocak’ta Kıbrıs Zirvesi’ni (Denktaş-Kipriyanu) izlemeye gitmiştim. O Zirve için ümitler pompalanmıştı; “çözüme çok yaklaşıldı” denmişti, sonraları defalarca işiteceğimiz ve çoktandır hiç işitmemeye alıştığımız sözlerle.
New York, kimseye ait olmayan bir “dünya şehri” idi. Benim Amerika’ya o ilk ayak basışımda, uçaktan çıkıp pasaport kontrolüne giderken kocaman “Dünya Şehri New York” yazısını görünce şaşırmıştım. “Amerika’ya Hoşgeldiniz” yerine “Dünya Şehri New York’a Hoşgeldiniz”... New York’u Amerika’nın geri kalan kısmından çok ama çok farklı olduğunu, zaten Amerikalıların çoğunun da New York’u Amerika’dan sanmadığını kısa süre içinde öğrenecektim. Washington’u da görmek için içimde müthiş bir merak kabarmıştı. Biz, Amerikalı olmayanlar ve Amerika dışında yaşayanlar için, Amerika haberleri Washington çıkışlı olduğu, Beyaz Saray, Kongre binası, Watergate vs. Washington’da bulunduğu için Amerikan başkentini o kadar yakınına gelip görmemeyi düşünemiyordum. Genel yayın yönetmenim Hasan Cemal ise, telefonun öbür ucundan “Ne yapacaksın Washington’a gidip. Daha çok gidersin, başka zaman gidersin” diye dönmem için bastırıyordu. 37 yaşına gelmiştim ve Amerika’ya ilk kez ayak basmıştım. Bir daha kimbilir ne zaman görürüm, belki de hiç görmem düşüncesine kapılıp, trene atladım; ver elini Washington. Union Station’dan çıkıp gördüğüm Washington, ilk bakışta, New York’un başdöndürücü günlük yaşam ritmi ve görkeminden sonra benim için bir hayal kırıklığı idi. Pek soluk, durağan bir taşra kasabasına gelmiştim sanki. Çok geçmeden, o sakin taşra şehrinin, tüm dünyayı yönlendiren siyasetler ve tabii entrikaların merkezi olduğunu da öğrenecek ve giderek farkedecektim. Ne de olsa, Washington, bir süperdevlet başkenti idi. *** *** *** Hasan Cemal haklı çıktı. Geliş o geliş, o kadar çok geldim ki, saymayı bıraktım. Gelmek bir yana, yeni yüzyıla ve aynı zamanda yeni binyıla, “Millenium”a Washington’da girdim. 1999-2000 yıllarının büyük bölümünde iki düşünce kuruluşunun mensubu olarak Washington’da yaşadım. Reagan’ın ikinci başkan dönemine başladığı gün ilk kez Washington’a ayak basan ben, Clinton’un başkanlığının ikinci döneminin sonunu Washington’da yaşayarak geçirdim. Düşünce kuruluşları, Amerika’nın entelektüel, Washington’un siyasi ortamına dahil olmayı sağlar. Uzun yıllar boyunca, Türk-Amerikan ilişkilerinin seyrini izlemek amacıyla kısa süreli seyahatlerde Washington’a gidip gelmiş olan, ben yüzyıl sonu-yüzyıl başında Türk-Amerikan ilişkilerini araştıran, tartışan bir konumda, Amerikan başkentinin siyasi-entelektüel ortamının bir parçasıydım. Türkiye’ye 2000 yılının son çeyreğinde döndükten sonra da, kısa süreli Washington geliş gidişleri devam etti. İki yıl önce, 2008’de Barack Obama’nın Başkan seçildiği akşam Washington’da bulunmak özel bir anı oldu. 1992’de Bill Clinton’un seçildiği akşam da Washington’daydım ama iki yıl önceki o Kasım gecesi farklıydı. Tüm bu nedenlerden ötürü, bu yıl üç ay önce yani Haziran’da Middle East Institute’da Türkiye konusunda bir konuşma yapmak amacıyla geldiğim Washington için, “Washington’daki Türkiye’yi hiçbir zaman böyle görmedim” diye yakın çevreme anlattığımda elimde “Washington’daki Türkiye”yi daha öncekilerle karşılaştırmak için yeterli ölçülerim vardı. “Siyasi Washington”da Türkiye imajı berbattı. Mavi Marmara olayının ve Türkiye’nin BM Güvenlik Konseyi’nde İran’a yaptırımlar konusunda ABD ile ters düşecek “ret” oyu vermesi, Türkiye’ye karşı adeta sinerjik bir güce dönüşerek, olumsuz etki yaratmıştı. İlişkilerdeki berbat hava Ankara’ya kadar yansımıştı ki, Başbakan Tayyip Erdoğan, Ömer Çelik başkanlığında bir Ak Parti heyetini “durumu düzeltmek” ve “Türkiye’yi anlatmak” amacıyla Washington’a göndermişti. Aynı günlerde Washington’da beraberdik ve kendilerine “Türkiye konusunda bu kadar olumsuz bir Washington’u hiç görmemiştim” diye kendilerine de anlatmıştım. Aradan üç ay daha geçti ve yine Washington’a geldim. Trilateral Strategy Group (Üçlü Strateji Grubu) toplantısı için. TSG, Transatlantik ilişkileri konusunda uzmanlaşmış Amerikan düşünce kuruluşu German Marshall Fund, TÜSİAD, Koç Holding ve İsveç Dışişleri Bakanlığı’nın işbirliğiyle, Amerikalılar, Avrupalılar ve Türklerin katılımıyla bir buçuk yıl önce oluşmuş bir grup. Yılda iki kez toplanıyor, “üçlü ilişkiler”i masaya yatırarak tartışıyor. Grubun “pivot”u Türkiye olduğu için, Türkiye-AB ve Türkiye ABD ilişkilerinin tartışılması, “ABD-AB” tartışmasının önüne geçiyor. İlk toplantısını geçen yıl İstanbul’da, bu yılın ilk toplantısını Ocak ayında Stockholm’de yaptıktan sonra, yılın ikinci toplantısı için Washington’a gelindi. Toplantılar, “Chatham House” kurallarına göre yapılıyor. Yani, neler konuşulduğunu yazabilirsiniz, yazdıklarınızı söyleyenin adını vererek alıntılandıramazsınız. Washington toplantısının ne dediği merak edilecek kişileri arasında ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Philip Gordon, Dışişleri’nin Siyaset Planlama Dairesi’nin başında bulunan Anne-Marie Slaughter ve Kemal Derviş gibi isimler vardı. Ve, Chatham House kuralları... *** *** *** Uzun yıllara dayalı Washington tecrübemin bana öğrettiklerinin başında, “Chatham House” kurallı toplantılarda konuşulanların değil, konuşulmayanların daha önemli olduğu geliyor. Washington “perde arkası”nı doğru kanallara girdiğiniz takdirde öğrenmek çok zor değildir. Amerikan başkenti, gösterişsiz gizliliği ile tezat halinde tuhaf bir şeffaflıktadır da aynı zamanda. Galiba biraz da bu yüzden, dünyayı sarsan haberler Washington kaynaklı patlayabilir. Üç ay sonra, “Washington’daki Türkiye”yi nasıl mı buldum? Haziran’a oranla, daha da kötü. Türkiye’ye kızgınlık, Türkiye’den rahatsızlık, Türkiye’ye tepkisellik daha yaygınlaşmış ve daha konsolide olmuş. Benim katıldığım toplantıda, konu o olduğu halde söylenmeyenlerin, ya da söylenenlerden çok farklı şeylerin, Dışişleri’nde, Savunma Bakanlığı’nda ve Ulusal Güvenlik Konseyi’nde söylendiği ve konuşulduğunu öğrendim. Başkan Obama’ya sunulmak üzere, Türkiye konusunda “strateji kağıtları” hazırlığı yarışı var. Türkiye, Washington’da hiç raslanmadığı kadar en üst düzeyde ve sürekli tartışma konusu. Bu tür toplantıların ya da çalışmaların hemen hiçbiri dışarıya yansımıyor. Ve Türkiye, Washington’da raslanmadığı kadar “rahatsızlık” konusu. Nedeni yine iki sözcükte toplanıyor: İran ve İsrail... Tayyip Erdoğan ve Ahmet Davutoğlu isimlerine yönelik, Washington’daki bazı Türklerin ve Türkiye’den de gelen bazılarının katkılarıyla oluşturulmuş bir “hoşnutsuzluk” söz konusu. 12 Eylül referandumu, Washington’daki hesapları da bir hayli karıştırmış. “Maalesef bunlarla devam” gibi bir duyguya yol açmış. Şimdi “nasıl devam” konusunda “perde arkası”nda bir faaliyettir gidiyor. Türk-Amerikan ilişkilerine, dünü-bugünü ve yarınına daha derin bir tahlil gerekiyor. Türkiye’ye dönünce, Washington’daki bu tartışmaya, “Washington’daki Türkiye”ye yine döneceğim...