Paylaş
Londra’da “Center for Turkey Studies and Development” adında ömrü bir yılını doldurmayan bir “Merkez” ve başında 30’lu yaşlarının en başında İbrahim Doğuş adlı bir beceri ve yetenek harikası bulunuyor. Bu kuruluş, Türk’ünden Kürt’üne, Alevi’sinden Sünni tarikatçısına, Kıbrıs Türklerine herkese uzanıyor ve Türkiye odaklı çalışmalarının içine dahil ediyor. Şu ara, deprem için büyük yardım topluyor.
Kuruluşun etkisi İngiliz kurumlarının üzerinde hissediliyor. Londra’nın 32 alt belediyesinde 18 seçilmiş Türkiyeli (12’si Kürt ve Alevi) mevcut. Bunların bir bölümünün seçiminde “Center for Turkey Studies”in büyük etkisi var. Seçilenlerin tümüyle de ilişkisi.
“Merkez”, başta İşçi Partisi, bütün İngiliz partilerin üst yönetimi ve taban örgütleri ile de yakın ilişkiler geliştirmiş durumda. Bu yıl 5 Nisan’daki açılışını Başbakan Yardımcısı ve Muhafazakarlar’ın koalisyon ortağı Liberal Parti lideri Nick Clegg yapmış.
Bizim “devlet”, Londra’yı ziyaret eden Tayyip Erdoğan’a görüşmesi sırasında Nick Clegg’e bu “Merkez”in açılışına katılmaması gerektiğini söylemesini telkin etmiş. Nick Clegg, herşeye rağmen, açılışı yapmış.
Yani, dışarıdaki “Resmi Türkiye”, dışarıdaki “Sivil Türkiye”ye, ikincisinin ilişki kurma çabalarına rağmen, uzak duruyor. Uzak durmakla kalmıyor, Başbakan’ı da dolduruyor, İngiliz siyasetçilerine yönelik sonuç alınamayan “kulis”e yöneltiyor.
Van başarısızlığının ardındakiler
Bütün bunların Van depremi tablosuyla ne ilgisi mi var? Var.
Van depremi bildiğimiz, farkında olduğumuz bir gerçeği bir kez daha ama büyük felaket üzerinden acı bir biçimde ortaya koydu. Bir “Devlet’in Türkiye’si”, bir de “Halk’ın Türkiye’si” var. Bunlar pek kesişmiyorlar.
Halk, deprem haberini duyduğu anda, oradan-buradan çıkan ırkçı parazitlere karşı, müthiş bir duyarlılık gösterdi, bir ucundan, Türkiye’nin diğer ucundaki Van ve Erciş’e destek olmak için büyük bir seferberlik içine girdi. Türk ve Kürt, bir “ulusal birlik” tablosunu ortaya koydu. Bir “ulus”, sadece “kıvanç”ta değil, asıl “tasa”da birlik olunduğunda “ulus” niteliğini hak eder.
Bu çerçevede ve siyasi anlamda –etnik köken ve etnik homojenlik anlamında değil- bir “Türkiye ulusu”ndan söz edebilecek isek, Van depremi bunu sağlama vesilelerinden biri olmuştur.
Devlet de, deprem karşısında aniden harekete geçti. Geçmedi değil. Başbakan Tayyip Erdoğan, yanında bakanlarla birkaç saat içinde deprem bölgesindeydi. Haklı olarak, 1999 Gölcük depreminde hükümetin günler sonra deprem bölgesine ulaştığını hatırlatarak, dönem ve hükümet farkını anlattı.
Ne var ki, koyu merkeziyetçi yönetim geleneğine sahip, Türkiye’de artık herşeyin Ankara’dan yönetilemeyeceğini bilse ve teorik planda bunu dile getirse de, koyu merkeziyetçi devlet anlayışından bir türlü sıyrılamayanlar, Van’a yardım faaliyetini yüzlerine gözlerine bulaştırdılar.
Çadırlar doğru dürüst dağıtılamadı, battaniyeler yerine gereği hızda ulaşamadı. Depremin vurduğu bazı köylere hala varılamadı.
Nitekim, Başbakan da, “ilk 24 saatte başarısız olunduğunu” itiraf etti.
Daha sonraki “24 saatler”?
Büyük bir başarı öyküsü olamadılar.
Bu aslında yaşanmaması gereken tablonun temel nedeni, devlet denilen koca cihazı yöneten, devlet denildiği zaman akla ilk gelen şey olan bürokrasiye hükmeden hükümet ile Van ilinin çoğunluğunu desteğini almış olan BDP arasında, husumet ölçülerine varmış olan siyasi çekişme.
Bu yıl Van’a gittiğimde “Van’a hizmet sevdalısı” olduğunu gayet yakından bildiğim Vali ile Van halkının çok önemli bir çoğunluğu tarafından seçilmiş olan Van Belediye Başkanı arasında neredeyse hiçbir ilişki olmadığını fark etmiştim. Birinin olduğu yerde diğeri bulunmuyordu.
Temsil ettikleri yapılar arasındaki “husumet” boyutlarındaki çekişme, deprem ortamında Van halkının başına patladı.
Her ikisini biraraya ancak bir televizyon programında getirme başarısını gösteren M. Ali Birand, dün “Devlet BDP’lileri yanına çekmedi” başlıklı yazısında “saha”dan, yani yerinden, çarpıcı gözlemlere yer vererek “Ortada açıkça bir devlet-BDP çekişmesi var” diyor. “Kürt kökenli vatandaşlarımızın bir bölümü, her aksaklığın faturasını devlete çıkarıyor. Devlet de BDP’lilere kucak açmıyor, hatta çalışmalardan dışlıyor.”
Niye?
Cevabı, Birand veriyor: “En küçüğünden yukarıya doğru devlet bürokrasisi ve güvenlik güçleri BDP’ye farklı bakıyorlar. Tepeden bakıyorlar. Bu şekilde koşullanmışlar. BDP’yi ülkeyi bölmek isteyen bir güç olarak gördüklerinden dolayı refleksleri hep aleyhte işliyor. Açık söylemek gerekirse, BDP’lileri düşman gibi görüyorlar.”
Devletin yeni Kürt stratejisi
Başbakan’ın Van depreminden hemen önce BDP’yi hedef alan sert suçlamalarının, deprem karşısında bile, ima yoluyla da olsa BDP’den eleştirilerini esirgememesine dönüştüğü görüldüğüne göre, devlet bürokrasisinden, felaket ortamı da olsa, farklı tavır beklenemez.
Başbakan’ın tavrının arkasında da, Ali Bayramoğlu’nun “Devletin yeni Kürt stratejisi” diye başlıklandırdığı siyasi pozisyon yatıyor. Şöyle:
1. Siyasi iktidarın önceliği, ‘alan hakimiyeti’nin sağlanması, Kürt hareketinin KCK ve BDP üzerinden siyasi olarak; PKK üzerinden askeri olarak yıpratılmasıdır.
2. Ak Parti bunu yapabileceğine inanmaktadır, çünkü hem PKK’nın gücünün fazla abartıldığı kanısını taşımakta, hem ordunun iç meselelerinden ve yapı zaaflarından ötürü bugüne kadar PKK’yla çok etkili bir şekilde mücadele etmediğini düşünmektedir.
3. Bu strateji ‘PKK yok edilemez ama, beli bükülebilir, ondan sonra silah bıraktırma görüşmeleri yapılabilir, sağlıklı siyaset koşulları doğabilir’ mantığına dayanmaktadır.
Ali Bayramoğlu, bunların “hükümet politikaları üzerinde etkisi olan sivil güvenlik bürokrasisinin ve sivil güvenlik uzmanlarının görüşleri” olduğunu belirtiyor. Benim “polis kafası” diye nitelediğim ve sorunu çözme şansı ve ihtimali olmadığının defalarca altını çizdiğim bakış açısı bu.
Ak Parti için tehlike
Gelgelelim, bu, “Devlet’in yeni Kürt stratejisi” olur ve dolayısıyla hükümet politikaları buna göre ayarlanırsa, Van depreminde ortaya çıkan “karışıklık” ve dile getirilen “ayrımcılık” da anlaşılır hale gelir.
Bütün bunların çözümü, Ak Parti’nin (Recep Tayyip Erdoğan diye anlayın) nereden geldiğini hatırlaması, “Halk’ın Türkiye’si”nin bir parçası olduğunu unutmaması, “Devlet’in Türkiye’si”ne aidiyetini sürekli sorgulamasından geçiyor.
“Devlet”i yönetmek Ak Parti’nin hakkı ama o dönüşmesi gereken “Devlet”i miras alıp, o “Devlet” haline dönüşmek ise Ak Parti’nin uzak durması gereken yanı.
“Devlet”, Ak Partilileşirken, Ak Parti’nin “Devlet”leşmesi, yüzde 50’lik seçmen desteğine sahip parti için en büyük tehlike.
Paylaş