Paylaş
911 kilometrelik en uzun sınıra sahip olduğumuz komşu ülkede kanla yol alan “değişim süreci” birçok ezberi bozuyor. Birçok kafayı da karıştırıyor.
Yakın aralarla iki CHP heyeti, Suriye’deki zulüm ve diktatörlük rejimiyle “dayanışma seferi”ne çıkarak Şam’a gitti. Bu davranış tarzı, o çevrelerde gelenekseldir. Bülent Ecevit, Saddam’la dayanışmaya iki kez Bağdat’a koşmuştu.
Daha üstü kapalı “dayanışma” hali PKK’da gözlendi. PKK yayın organlarının belirgin biçimde Şam yönetimini kollar bir dil kullandıkları dikkatten kaçmıyor.
Türkiye’de PKK ile “savaş ortamı”nın “müzakere süreci”nin yerini aldığı bir zaman diliminde, Baas rejimi ile PKK arasında, kökleri PKK’nın Suriye kanatları altında yaşadığı ve 1999’a dek süren uzun yıllara giden ilişkilerin yeniden canlandığına dair emareler mevcut. En azından, Suriye’deki “iktidar çekirdeği”nin, bir başka deyimle “Esad-Mahluf ailesi”nin “Türkiye’ye karşı PKK kartını kullanmak”tan söz ettiklerini, bu düşüncelerini açıkladıkları kaynaktan doğrudan biliyoruz.
PKK’nın “düşmanımın düşmanı dostum” geleneksel ama ham düşünce tarzı nedeniyle”İran-Suriye pisti”nde “dans etmeyi” benimsemesinin “kaybedecek ata oynamak” olduğuna daha önce defalarca değinmiştik.
Suriye rejiminin mukadder çöküşünü gözyaşlarını içine akıtarak izleyen başka çevreler de bulunuyor ve bunların arasında, paradoksal biçimde, bazıları iktidara çok yakın “İslamcılar”ın bir bölümü de yer alıyor.
Bunlar, dünyanın her köşesinde ve Ortadoğu’daki her gelişmenin ardında, ABD’nin yazdığı bir “master plan” bulunduğuna inandıkları ve akılları küfür ile eş anlamlı “BOP”la dolu olduğu için, Suriye ve dolaylı olarak İran’ı karşısına yerleştiren herhangi bir gelişmeye alerji duyuyorlar ve Türkiye’nin Suriye’ye karşı “macera”ya girişmesi ihtimalini öne çıkartıyorlar.
Suriye halkına saygı
Böyleleri, “izolasyonist” bir dış politikaya her vakit abone olmuş CHP ile ve PKK’yla aynı dalga boyuna girmiş olduklarını, hatta koyu “Sünni kimlikleri”ne rağmen, Suriye’deki “Nusayri-Alevi” çekirdeğine dayanan rejimi kolladıklarının garabetinin farkında görünmüyorlar. Ya da, ABD takıntısıya dünyayı algılamaya çalıştıkları için, bu “çelişki”den rahatsız da olmuyorlar.
Bu kafa yapısında “insan unsuru”, tarihin en önemli aktörünün “insan” olduğu yer almıyor. Can veren, kanını akıtan Suriye halkını görmüyor, saygı göstermiyorlar. Sekiz aydır sokaklarda göğsünü zulme karşı geren Suriye halkına bakacaklarına, gözlerini, Washington’un göremeyecekleri gizli odalarına çeviriyorlar. Bunu yaparken, bir zalim diktatörlük rejimini kutsamış olduklarını da hesaba katmıyorlar.
Tarihin Ortadoğu’da Tunus’ta fitili ateşlenen “devrim”le hangi evreye geldiğini ve Suriye halkının çok önemli bölümünün kan pahasına “değişim”i zorladığının farkında değiller.
Suriye halkı, muazzam fedakarlığı ile, Arap dünyasını öyle bir etkiledi ki, 22 üyeli Arap Birliği, Suriye rejiminin meşruiyetini sadece iki karşıt oyla kaldırdı. Karşı çıkan, varlığını Şam’a borçlu olan Hizbullah payandalı Lübnan hükümeti ile hali Suriye’den farklı olmayan Yemen oldu.
Kendileri de Suriye’den hiç farklı olmayan baskı rejimleri oldukları halde, Sudan ile Cezayir bile, Başşar Esad’ın meşruiyeti üzerinden Arap örtüsünün çekilmesine karşı duramadılar. İhtiyatlılığı ve topa girmemesiyle bilinen Ürdün’ün kralı Abdullah II, “Başşar Esad’ın çekilmesi gerektiğini” söylemekten çekinmedi.
Arap Birliği, 16 Kasım’da Fas’ta yaptığı toplantıda, Başşar’a üç günlük süre tanıdı ve taleplerinin yerine getirilmemesi halinde yaptırımlar uygulayacağını duyurdu.
Şam’ın etrafından çekilen destek, sadece Araplar ile sınırlı değil. BM Güvenlik Konseyi’nde Başşar rejimine müzahir olan iki üyeden biri olan Çin yavaştan çark etmeye başladı. Rusya’nın desteğinin sonsuza kadar süreceğine kimse güvenmiyor.
Sonuna kadar rejimin yanında duracağı anlaşılan İran’ın bile, Başşar sonrasının hesabını yapmakta olduğu duyuluyor.
Türkiye ve dış müdahale ihtimali
Tüm işaretler, Suriye’deki rejimin ayakta kalmasının imkansız olduğunu gösterdiği için, Türkiye’nin “değişim yanlısı” pozisyon alması, tarihin yönü ile birlikte hareket ettiği için, doğru.
Rejim gitmesine gidecek de, ne kadar süre içinde nasıl gidecek ve giderken beraberinde neleri sürükleyecek; bilinmeyen bu.
Haliyle ortaya gelen soru; bir “dış müdahale” ve bu dış müdahalede Türkiye’nin yer alıp almayacağı. Bir grup basın mensubuna “perde arkası brifingi” veren üst düzeyde bir Türk yetkilisinin ifadesiyle “Söz konusu değil!”
Söz konusu olmayan ne?
Irak’ta Amerikan işgali yoluyla olduğu gibi Baas rejiminin veya Libya’da NATO operasyonu yoluyla Kaddafi’nin yıkılması örneklerinde olduğu gibi, Suriye’deki rejim, bir “dış askeri operasyon” ile yıkılmayacak.
Ne bekleniyor?
Cevap İngilizce geliyor; beklenti Suriye’deki rejimin “implode” etmesi. Yani, bir depremde bir binanın çökmesi gibi, içerden aşağıya inmesi.
Peki, Türkiye’nin askeri bir girişimle, kendi sınırları civarında bir “tampon bölge” oluşturması ihtimali?
Masada! Ama, ancak 1991’de Kuzey Irak’ta gerçekleşene benzer onbinlerce insanı kapsayacak bir göç dalgasının ihtimal dahiline girmesi ya da rejimin Halep ve çevresinde bir katliam dalgasına girişmesi gibi gelişmeler halinde.
Irak’tan alınan dersler
1991 Körfez Savaşı’ndan Türkiye’nin dersler çıkarttığı ve 1991-2003 arasında Irak’a yönelik “hatalarını” tekrarlamamaya kararlı olduğu şu sözlerden anlaşılıyor: “Türkiye, o tarihlerde Irak muhalefetine kendi topraklarını açmadı. Irak muhalefeti, Londra’da ve başka topraklarda örgütlendi. Bu kez aynı hataya düşülmedi.”
Suriye muhalefetinin Türkiye’de kendisine alan bulması, “ayakta kalması imkansız görülen” Suriye’deki mevcut rejimin yerini alacak olanlara, yani “yeni Suriye”ye Türkiye’nin yatırımı olarak da algılanabilir.
Türkiye, “statüko yanlısı” bir bölge gücü olmaktan çıkarak, “bölgede değişim yanlısı” bir bölge gücüne dönüşerek, bölgenin geleceğini biçimleyen temel aktörlerden biri oluyor.
Bu bakış açısında, “bölgesel iktidarın, artık ulus-devlet yapıları içindeki diktatörlerle değil, bölgenin her yerinde demokrasinin yerleşmesi” ile sağlanacağı öngörüsü belirleyici.
Bu yönde de, Türkiye ile ABD’nin çıkarları kesişiyor. “Türk-Amerikan ilişkilerinin tarihinin en yoğun işbirliği ve temas döneminde” seyretmekte olduğunu da, üst düzey yetkiliden öğreniyoruz.
Dış politikaya ve bölgeye yaklaşıma yol gösterici olan ilkelerin, Türkiye’nin içinde de geçerli olması şart. Türkiye’nin içinde “demokrasi konusundaki her yalpalama”, izlenmekte olan dış politikayı da zora sokacak.
Bunu da iktidarın bir yere not etmesi ve hiç aklından çıkartmaması gerekiyor...
Paylaş