Paylaş
Cevabımı beklemeden kendi hükmünü verdi: “Durum Suriye’deki gelişmelere bağlı. Suriye’deki rejim yıkılırsa, Irak da parçalanır…”
Benim cevabımı bekleseydi, ben de Irak’ın geleceğiyle Suriye’nin geleceği arasında irtibat kuracaktım. Ama, onunki kadar net bir hüküm vermeyecektim. Bununla birlikte, Suriye’de rejimin yıkılması ihtimali ile Irak’ın bir bütün olarak kalamaması ihtimali ile Türkiye’nin Suriye konusunda atmayı tasarladığı adımlardaki ortaya koyduğu tereddüt arasında, kuşkusuz, yakın ilişki var.
Geçen hafta Tunus’ta yapılan toplantıda pek anlamlı bir sonuç çıkmadı ve toplantı beklenenlerin hayli altında kaldı. Önümüzdeki ay, İstanbul’da yapılması kararlaştırılan “Suriye Halkının Dostları” toplantısı da Tunus’takinin bir tekrarı olacaksa, Türkiye’nin bölge politikası “patinaj” yapma tehlikesiyle karşı karşıya kalır.
Rejim karşıtları ve yandaşlarının farkı
Türkiye’nin bir “başrol oyuncusu” olduğu “Suriye Dostları”nın saflarında, Başşar Esad rejiminin halkına karşı giriştiği katliama nasıl son verileceğine dair bir dizi uyumsuzluk mevcut.
Birincisi, kararsızlık. Neyin, nasıl yapılacağı çok net çizgileriyle belirlenemiyor. İkincisi, ilgili tüm taraflar “Suriye’nin kendine özgü özellikleri”ni vurgulamakta birbirleriyle yarış halindeler –başta ABD. Suriye’nin dostlarının içindeki bu bitmez tükenmez tartışma hali, kararsızlığı besliyor.
“Başşar Esad rejiminin dostları” açısından ise böyle sıkıntılar yok. Rusya, İran, kapı komşusu Lübnan’daki Hizbullah ve belirli ölçüde Çin, rejimin arkasında alenen diziliyorlar. Şam’daki diktatörlüğe her aracı kullanarak destek olmak konusunda bir tartışma bir ayrılık yok. Rejimin de kendi halkına en amansız biçimde silah kullanmak bakımından eli titremiyor.
Yani, “Suriye Halkının Dostları” ile “Suriye’deki rejimin dostları” arasında eldeki kozları rahatlıkla kullanabilmek ve hedefte netlik açısından, ikincisi lehinde apaçık bir fark bulunuyor.
Özellikle rejim açısından, onun tavrı “Benden sonra tufan” netliğinde. Esad diktatörlüğü, İktidarını yitirmesi halinde, Suriye’nin ne olacağı umurlarında değil. Bu arada ülkede bir “iç savaş tehlikesi”nin ortaya çıkmasından, “İslamcıların iktidara gelmesi” hatta “el-Kaide’nin devreye girmesi”ihtimalinden dem vurarak, Amerika başta, Batı’nın kafasını bir hayli karıştırabiliyor ve “karşı cephe”deki kararsızlığa katkıda bulunuyor.
Amerika, iş Suriye’ye gelince tam anlamıyla kaçak dövüşüyor. Muhalefetin parçalı olması ve yeterince güçlü olmaması bahanesiyle, muhalif güçlerin silahlandırılmasına omuz silkiyor. Aynı duruma, 1992-1995 yılları arasında Bosna da düşmüş ve Bosna halkı Sırp orduları karşısında silahsız bırakılmışlardı. Onbinlerce Bosnalı bu nedenle hayatını kaybetti. Savaş uzadı.
Suriye halkı da, şu dönemde katliamlar geçidinden kendi gücüyle ilerleyerek yol almak zorunda görünüyor.
ABD, Irak travması altında, Afganistan’dan çekilme hesapları yaptığı ve Başkanlık seçimlerine gömüleceği bir zaman diliminde Suriye’de bir muhtemel “iç savaş”a angaje olmak istemiyor ve Suriye’deki kan banyosunu durdurmak isteyen “bölgesel aktörler” ile yeterli ve gerekli bir eşgüdüme de ayak sürüyor.
Suriye’deki rejimin sonunu getirmek konusunda en “militan” tavır, Suudi Arabistan ve Katar başta olmak üzere Körfez’deki Sünni Arap ülkelerinde. Ancak, onların Arap Birliği üzerinden de olsa, Suriye’ye askeri müdahalede bulunacak “adaleleri” yok.
Top, dönüyor dolaşıyor ve Türkiye’nin önüne yuvarlanıyor.
Türkiye’nin açmazı
Türkiye’nin Arap Birliği eşgüdümü ve hatta mümkünse BM Güvenlik Konseyi kararı uyarınca uluslararası camia tarafından“ortaklaşa” yapılacak bir askeri müdahale dışında, duruma “fiziki olarak” müdahil olmak istemediği bir sır değil.
Ne tampon bölge ve ne de insani yardım koridorlarına, tek başına talip değil.
Türkiye, ayrı bir açmazda. Zira, rejimin mukadder yıkılışının uzaması, hiçbir zaman bir “Suriye ulusu” olarak birleşememiş bir ülkede, kanlı bir süreç sonucunda dağılmayı beraberinde getirebilecek; ya da en azından Irak’ta 2003 sonrası bir yapının yani “federal Suriye”nin ortaya çıkmasıyla “biçimsel bütünlüğü”nün korunması söz konusu olacak.
Başşar Esad rejimi yıkıldıktan sonra, Suriye Kürtleri, bugüne kadar sahip oldukları “statü”de –ya da başka bir deyimle “statüsüzlük”te- kalabilirler mi?
Rejimin sonunun gelmesinin “bölgesel denklem”de meydana getireceği değişiklikler, “federalizm”e hiçbir zaman sıcak bakmamış, kuvvetli merkeziyetçi geleneklere dayanan Türkiye için arzu edilir nitelikte değiller.
Bununla birlikte, bir yandan da Türkiye, kendisini bu rejimle birlikte yaşayamaz şekilde konumlamış vaziyette.
Suriye rejiminin çökmesi demek, İran’ın Tahran-Bağdat-Şam hattı üzerinden Lübnan’a ve Akdeniz’e nüfuzunu uzatmasının da sonuna gelinmesi anlamına geliyor. İran, Şam bağlantısı sayesinde ve Hizbullah üzerinden bir “Lübnan aktörü” olmasının yanı sıra, Lübnan üzerinden İsrail karşısında mevzileniyor ve Akdeniz’e dayanan bu “eksen”, İran’ı bir bölgesel güç ve önemli “uluslararası aktör” konumuna getiriyor.
Suriye’nin kaybı halinde, İran, “savunma mevzii”ni “Tahran-Bağdat ekseni”, yani “Şii ekseni” olarak kurmak zorunda kalacak. Bu da, Irak’ın parçalanmasını tetikleyecek bir gelişme olur.
Türkiye, bu ihtimal dahilindeki gelişmelerin gerçekleşmesini istemiyor. Ama gerçekleşmesi halinde, Kürtlerin özerk statü elde etmesi muhtemel “yeni Suriye” ve bu arada Irak Kürtleri ile bir tür “konfederal” ilişkiye girmek zorunda kalabilir.
Türkiye’nin önünde bazıları şimdiden kestirilemez bir sürü “gelecek seçenekleri” açık duruyor.
Türkiye’nin izlemesi gereken Suriye politikası, kolay ve kestirme seçenekler sunmuyor.
Ama, Türkiye’nin Suriye politikası, yakında, Türkiye’nin iç politikasının da yeniden düzenlenmesini gereken sonuçlar üretirse, buna kimse şaşırmamalı…
Paylaş