Paylaş
Şam’daki ve Bağdat’taki iki rejim “ikiz kardeş” idiler. Baas rejimleri, aralarındaki ihtilaftan ötürü, “tek yumurta ikizi” olmasalar bile, “çift yumurta ikizi”ydiler.
Polis rejimlerinin çekilmezliğini, insan ruhunu nasıl boğduğunu, bireye nasıl bir dayanılmaz hakaret olduğunu, şu anda bulunduğum Polonya dahil olmak üzere, 1987-1990 arasında defalarca geldiğim Doğu Avrupa ülkelerinde tekrar tekrar hissettim.
Zaten, Ortadoğu’daki Baas rejimlerinin, bir başka deyimle polis rejimlerinin başlıca uluslararası destekçileri arasında, Sovyetler Birliği’nin başını çektiği Doğu Avrupa ülkeleri yer alıyordu.
Polis rejimleri, “askeri vesayet” diye nitelenen Türkiye’ye on yıllarca damgasını vurmuş rejim tipinden çok ama çok farklıdır. O tür rejimlerin hüküm sürdüğü ülkelerde, rejimi korumak için oluşturulmuş ve silahlarını kendi halkına çevirmeye göre ayarlanmış kalabalık “köylü” orduları vardır ama rejim, “askeri rejim” değildir. Tepedeki diktatöre bağlı –onun çevresinde örgütlenmiş bir de sivil parti apparatı bulunur- istihbarat kuruluşları, güvenlik bürokrasisi rejimin belkemiğini oluşturur.
O tür rejimlerde, “Muhaberat”ın başındaki kişiler ve istihbarat hiyerarşisi, Genelkurmay Başkanı ya da Savunma Bakanı’ndan, hatta “Başkan Yardımcısı”ndan, bakanlardan daha önemli olmuştur.
Baas marifetleri
Bu tür rejimlerin ordularının, “dış düşman”a karşı pek başarılı olduğu görülmemiştir ama kendi vatandaşlarına silah çekmekte, katliam yapmakta mahirdirler. Saddam, 1988’de Halepçe’de birkaç saat içinde 5000 Iraklı Kürt’ün canını alacak şekilde, zehirli gaz kullanmakta bir an tereddüt etmemişti.
Suriye’deki şimdiki Başkan’ın babası Hafız Esad ise 1982’de Hama’yı kuşatmış, şehirde taş üzerinde taş bırakmamıştı. Birkaç gün içinde hayatını kaybedenlerin sayısı en az 10 bin olarak tahmin ediliyor, 20 bin hatta 30 binden söz edenlere de rastlanıyor.
Katliamdan birkaç gün sonra, Şam-Halep arasında gidip gelerek, kimliğimi gizleyerek Hama’dan geçmiş ve yaşanmış olan felaketi gözlerimle görmüştüm. Golan’ı her iki yönünden bilirim. Bir süre yaşadım da. Halepçe’ye de nihayet geçen yıl gittim.
Aynı Hafız Esad, 1967 Savaşı’nda görenlerin nasıl İsrail eline geçtiğine inanamadıkları Golan Tepeleri’nin düştüğü sırada Savunma Bakanı’ydı. Golan, büyük ölçüde savaşmadan teslim edilmişti. Çünkü, Golan’ı korumakla yükümlü birlikler, rejimi korumak için Şam’a çekilmişlerdi.
Hafız Esad, o askeri güçlere dayanarak, askeri darbe ile işbaşına geldi ama rejiminin belkemiğini polis-istihbarat teşkilatına dayalı olarak oluşturdu. Suriye-İsrail sınırı, Golan işgal altına kalarak, yıllardan beri İsrail’in neredeyse en güvenli sınırı halinde. O yüzden, İsrail’in Başşar Esad’ın yıkılmasını istediği pek kuşkulu.
Türkiye’nin yanı başındaki polis rejimlerinin, baskı ve zulüm rejimlerinin yıkılmasından çok uzun yıllardır yana oldum. Irak’ta Saddam’ın Baas rejiminin yıkılmasından büyük mutluluk duydum. Sıranın bir gün mutlaka Suriye’ye geleceğini, gelmesini isteyerek, her zaman savundum.
Lübnan Başbakanı Refik Hariri’ye 2005’te girişilmiş o muazzam cinayetin arkasında Suriye’deki rejimin bulunduğunu anında –Lübnan’da yaşayan herkes gibi- fark edenlerden biriydim. Bu görüşümü her fırsatta kamuoyu önünde dile getirdim.
Türkiye yanlıştan döndü
Bu pozisyonu aldığım sıralarda, Türkiye’de şu andaki iktidar sahipleri Başşar Esad ile can ciğer kuzu sarmasındaydılar. Ona laf söyletmiyorlardı. Suriye, Türkiye’nin “Ortadoğu’ya yeni açılımı”nın “sıçrama tahtası” olarak görülüyordu.
Bu politikanın bir gün duvara toslayacağını adım gibi biliyordum. Dünyanın her yerinde esmesi mukadder olan “değişim rüzgarı” Ortadoğu’ya ve bir gün Suriye’ye ulaşınca, söz konusu politikanın açmazda kalacağı besbelliydi.
Türkiye, ya can ciğer kuzu sarması olduğu, liderlerinin ailevi yakınlıklar geliştirdiği Suriye’deki rejimle birlikte olacaklar ya da “tarihin tekerleğinin döndüğü yöne” rotalarını çevireceklerdi.
İkincisini yaptılar. Doğru yaptılar. Bunu yaparken, Amerika ile eşgüdüm içinde hareket ediyorlar ve İran’la üstü açık-kapalı biçimde sürtüşüyorlar. Rusya’ya ters düşmüş vaziyetteler. Arap Birliği ile aynı dalga boyuna giriyorlar.
Türkiye ile Amerika’nın çıkarları, şimdi, Irak ve Suriye üzerinde örtüşüyor. Obama, o yüzden Tayyip Erdoğan’ı arkalıyor. Bütün bunlar politikanın cilveleri. Realpolitik’in karşı konulmaz hükümleri.
Batı basınında yer alan “ABD’nin taşeronluğunun yapıldığı”na dair, “sub-contractor” sözcüğünün kullanıldığı değerlendirmeler yapıldı. Onca yıl, ABD’nin Suriye politikasına karşı çıktığınızı ilan edip, şimdi iki ülke arasında Suriye konusunda böyle yakınlık ortaya çıkarsa, böyle yazanlar da olabilir. Bunda şaşıracak bir şey yok.
Biz de bunu aktardık. Bir saptamada bulunduk. Evet, Türkiye ile ABD’nin çıkarları Suriye konusunda örtüşüyor ve iki ülke liderleri arasında bu konuda yakın işbirliği yapılıyor. Suriye’deki polis rejiminin yıkılmasından yana olan beni, bu hal, rahatsız etmiyor.
Ama saptamayla eleştiriyi birbirine karıştırmak –ayrıca hükümet pekala eleştirilebilir ve eleştirilecektir de-, ne yazıldığını anlamamak, ancak, mevcut hükümetten başka kıblesi olmayan, pusulasızlar için söz konusu olabilir.
Suriye konusunda hiç hayal kurmadım. O rejimin doğası gereği “reforma gelmeyeceğini” gayet iyi biliyordum. Hafız Esad dönemi ile Başşar Esad dönemi arasında, esasta, bir fark görmedim. Suriye’ye ilişkin düşünceleri değişen ben olmadım. İlişkilerini ve siyasetini değiştiren bizim hükümet oldu.
Suriye’ye benzememek gerek
“Büyük aşk”tan, Amerika ile eşgüdüm içinde, “büyük nefret”e döndüler. Neyse ki, döndüler. Ama, bundan sonrası var: Tayyip Erdoğan hükümetinin Suriye’ye ilişkin aldığı pozisyon “taktik” olmayacak, daha önceki gibi değil, gerçekten “stratejik” bir pozisyonu ifade edecekse; Türkiye, hiçbir şekilde Suriye’ye benzeyemez.
Bir polis rejiminin ne ve nasıl bir şey olduğu konusunda, Suriye ile yaşanan “gel-git”ten sonra artık uyanık olunmalıdır. Türkiye, bir daha bu tür rejimlerle hiçbir gerekçeyle “al takke-ver külah” ilişkiye girmemelidir.
Suriye ve benzeri polis rejimlerde medya, rejimin kontrolündedir ve manipüle edilir. Bu konuda, Türkiye’de hükümetin işinin hayli zor olduğunu görebiliyorum.
Zira, Türkiye’de herhangi bir polis rejimine hizmet sunmaya hevesli, çok sayıda kişiden oluşan bir medya ortamı mevcut.
Paylaş