Paylaş
“Eğer Başşar Esad, Suriye halkını tatmin ederse, bizi de tatmin eder.”
Suriye halkının merakla beklenen konuşmadan sonra tatmin olup olmadığı hiç vakit geçmeden belli oldu. Lazkiye’de, Homs’da, Hama’da, Şam’ın dış semtlerinde, ta Irak sınırındaki Abu Kemal’de insanlar konuşmadan duydukları hayal kırıklığı içinde sokaklara dökülüp gösterilere başladılar. Keza, Halep’de de üniversite öğrencileri.
Lazkiye’de göstericilerin “yalancı, yalancı” diye tempo tuttukları haberi geldi. Türkiye’ye sığınmış 10 bin kişi ise, televizyon ekranından Başşar Esad’ı izlerken, ekrana ayakkabılarını fırlatmaya ve slogan atmaya başladılar.
Yeni ve somut hiçbirşey yok
Bir önceki yazıyı, konuşmanın başlamasına kısa süre kala yazmış ve aslında bir risk almıştım. Ya Başşar Esad, Türkiye’nin kendisinden istediği reformları yapacağını açıklasaydı?
Böyle bir beklenti de vardı. Bir gün öncesinden, Başşar’ın Baas Partisi’ni ülkenin yönetici partisi olarak belirleyen Anayasa’nın 8. maddesinin kaldırılacağını ilan edeceği haberi yayılmıştı.
O maddeyle birlikte Müslüman Kardeşler’in yasal çalışmasını yasaklayan 49. maddenin kaldırılmasından söz etmesini bekleyenler bile vardı.
Hiçbiri olmadı. Şam Üniversitesi’nde konuşan Başşar Esad, yıl sonuna kadar anayasa değişikliği için çalışılacağını söyledi. Reform konusunda bir “ulusal diyalog” başlatacağını, o konuda ve yolsuzlukla mücadele için komisyonlar kurulacağından söz etti. “Kaos sürerken, reform olmaz” diye kestirip attı.
Şehirlere giren tankların geri çekilmesinden ise söz etmedi.
Somut hiçbirşeyden de söz etmedi.
Buna karşılık, halkın masum taleplerini istismar eden “sabotörler”den, Suriye’nin bir “komplo”yla karşı karşıya olduğundan bol bol söz etti.
Nasıl da bildik söylem değil mi?
Olaylara karışan “kötü kişiler”in sayısını 64 bin olarak verdi.
O 64 bin kişi bertaraf edilirse, Suriye halkı da, herşey de rahatlayacaktı.
Çok zayıf; peki iyi mi?
Başşar Esad’ın konuşmasını dikkatle izleyen, bazılarını yakınan tanıdığım, görüşlerine önem verdiğim, çoğunlukla Lübnanlı, Arap gözlemcilerin değerlendirmelerini gün boyu izledim.
Aralarından biri, ünlü El Hayat gazetesinin eski sahibi Cemil Mrouwe, şu sıra yaşamakta olduğu Abu Dabi’den, “Bu konuşmasıyla Başşar’ın çok zayıf bir yönetici olduğu tescil edildi” diye yazdı.
Cemil Mrouwe’ye vakit geçirmeden, Beyrut’tan bir başka Lübnanlı, Daily Star gazetesinin en parlak siyasi yorumcusu olan Michael Young’tan alaycı bir soru geldi: “Başşar ne zamandan beri Suriye’yi yönetiyordu?” diye.
Nice zamandır vurguladığımız da bu zaten: Başşar Esad, Suriye’nin lideri filan değil; iktidardaki Esad ailesinin bile lideri değil o. Suriye’ye pençelerini geçirmiş, boğazına kadar yolsuzluğa batmış, istihbarat örgütlerine ve ordunun subay kademesine hükmeden zalim bir aile çekirdeğinin sözcüsü. O kadar.
Diktatörlüğün temiz yüzlü fotoğrafı. O yüzden belirli bir aldatıcılık da sağladı. Türkiye’nin yöneticilerinin şahsi dostluğunu da kazandı. Yaygın ve her vakit yanlış olan bir kanıya yol açtı: “Başşar iyi ama etrafı kötü. Aslında o iyi şeyler yapmak istiyor ama ‘Suriye derin devleti’ izin vermiyor” gibisinden.
“Kötü aile çevresi” olan “iyi çocuk”tan iyi ve güçlü lider çıkmıyor. O da zulmün sözcülüğünü yapmakla durumu idare ediyor demektir. Eğer, bu yapının bir parçası değilse, “iyiliği”nin de kimseye hayrı yok demektir.
Türkiye doğru yönde
Türkiye’nin yöneticileri, iyi ki, kendilerini Başşar Esad ile şahsi ilişkilerinin “iyiliği” ve yakınlığına kaptırmadan, demokratik bir Türkiye’ye yakışan tavrı alıyor ve pusulalarını Suriye halkına göre ayarlıyorlar.
Halka dayanan bir yönetim yapısının, komşu ve kardeş bir halkın gelecek ufkunu, onun taleplerini, onun stratejik çıkarlarını esas alması, Türkiye’nin stratejik-ulusal çıkarlarıyla da uyum halindedir.
Gerek Abdullah Gül’ün, gerekse Tayyip Erdoğan’ın, vicdanlarını ve siyasetin doğrularını, Başşar Esad ile bunca yıldır geliştirmiş oldukları duygusal ilişkilere feda etmemiş olmaları mutluluk vericidir.
Abdullah Gül, Başşar’ın konuşmasının ardından, konuşmanın “yeterli olmadığını” belirtti.
Suriye’deki rejim, son üç ayın gelişmelerinden alması gereken dersi almamış olduğunu Başşar Esad’ın konuşmasıyla ortaya koydu. Daha da önemlisi, alamayacağını; almasının mümkün olmadığını da.
İşin bu yönü şaşırtıcı değil. Bu tür rejimlerin yapısal olarak değişemeyeceği ve düzelemeyeceği görüşünü defalarca dile getirmiş biri olarak, benim açımdan Başşar Esad’dan bir hayal kırıklığına uğramış olmak söz konusu da değil.
Suriye halkı korku duvarını bir kere yırtmaya görsün, amansız saldırılara karşı boyun eğmemeye bir kere karar versin; bu rejimin sonunun geleceği belliydi ve öyle oldu.
Suriye rejimi çok uzun süre dayanamaz. Ancak, birçok nedenden ötürü, çok kısa süre içinde de gitmez.
Bu da, maalesef ve maalesef, Suriye’de hatırı sayılır uzunlukta bir süre daha kan göreceğiz anlamına geliyor.
Sıra Şam ve Halep’e gelince...
Rejimin aslında çok da desteksiz olmadığına işaret edenler, büyük gösterilerin ülkenin iki büyük merkezi Şam ve Halep’te olmadığını hatırlatıyorlar.
Doğru. Şu anda “çevre” kopuyor zaten “merkez”den. Halkın, Şam ve Halep’te “sahaya çıkması” zaten rejimin sonu demektir. Ya görülmemiş bir katliam olmasıyla –ki, Şam’da ve Halep’te olması orduyu çatlatır ve rejimin sonunu getirir- veya “merkez”de de halkın ayağa kalkmasıyla rejim çöker.
Çok kısa zamanda olmasa da, çok da uzak olmayan bir gelecekte o noktaya varacağız.
Türkiye, artık bölgede “statüko”ya değil, “değişim”e oynuyor.
Bu tercih (veya Suriye’nin ortaya çıkarttığı bu zorunluluk –isterseniz öyle deyin), Türkiye’de de değişim dinamiğini canlı tutacak.
Türkiye, Suriye halkının geleceğini belirlemekte ne kadar önemli ise, Suriye’deki gelişmeler de, Türkiye’ye iyi gelecek.
Paylaş