Paylaş
Pencereden dışarı baktığınız anda, gördüğünüz ilk nokta orası. Refik Hariri ile birlikte 21 kişinin canını alan Ortadoğu’nun dengelerini sarsan –Suriye’nin Lübnan’ı terketmesine yol açan- müthiş suikastının cereyan ettiği nokta.
Gözümü pencereden alıp, televizyona çevirdiğimde, TRT Türk’te “Ak Saray”da Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ile konuk Litvanya Cumhurbaşkanı Bayan Dalia Grybauskite’nin ortak basın toplantısını izliyorum.
Aynı günün sabahı, AB’nin yeni Dış Politika ve Güvenlik Baştemsilcisi, yani bir nevi AB’nin “yetkileri güçlendirilmiş Dışişleri Bakanı” olan bir başka bayan Federica Mogherini’nin Erdoğan ile görüşmesine tanık olunmuştu.
Sabah en üst düzeydeki bir AB yetkilisi, öğleden sonra bir AB üyesi ülkenin cumhurbaşkanı Ankara’da. Türkiye’nin AB yoluna yeniden mi koyuluyor acaba sorusu akla geliyor.
Yaklaşık bir hafta önce yine Beyrut’ta Türkiye ile ilgili bir gerekçeyle bulunmuştum. Bu kez, Suriye konulu bir toplantı için geldim. Türkiye’nin Suriye politikası üzerinde konuşmak üzere. Aradaki bir hafta içinde, AB’nin merkezinde, Brüksel’deydim. Mogherini’nin Erdoğan ile görüşmesinden sonraki açıklamaları ve Cumhurbaşkanı’nın Litvanyalı meslektaşıyla ortak basın toplantısında Suriye konusunda söylediklerine, doğal olarak dikkat kesiliyorum.
Erdoğan, Suriye konusunda IŞİD’e karşı Koalisyon güçleriyle işbirliği konusunda, “Henüz uçuşa yasak bölge ve güvenli bölge konusunda taahhüt edilen bir durum yok…” diyor. Suriyeli muhalif güçlerin “eğitilmesi ve donatılması” konusunda bir mutabakat bulunduğunu ama “uçuşa yasak bölge ve güvenli bölge”ye ilişkin olarak bulunmadığını vurguluyor. Arkasından, “Tabii bu mutabakat olmadığı sürece burada sağlıklı bir adım atılması da mümkün değil.”
Bu sözlerini “IŞİD’e karşı Batı’nın istediği ölçüde işbirliğini, benim Şam rejimine karşı onlardan istediğim işbirliği yerine getirilmedikçe, yapmayacağız” şeklinde anlamak, bu şekilde tercüme etmek, elbette ki, yanlış değil.
Bu sözleri, Batılı, AB üyesi bir ülkenin cumhurbaşkanının yanında rahatlıkla söylemesinin de bir anlamı olmalı.
Bir gazetecinin “IŞİD” diye başladığı sorusunu “DAEŞ” diye düzeltmesinin ise, elbette ki, hiçbir anlamı yok. “IŞİD” sözcüğüne itirazı, malûm, “İD”den kaynaklanıyor; İD “İslam Devleti” sözcüklerinin başharflerini ifade ettiği için.
Peki, “DAEŞ” ne?
“IŞİD”in tamı tamına Arapça karşılığı. “Devlet el-İslamiyye el Irak ve Şam” sözcüklerini Arapça başharfleriyle okuduğunuzda “DAEŞ” demiş oluyorsunuz. Aklınıza “IŞİD” demeyince sanki “İslam” sözcüğünü sakınmış oluyorsunuz; peki “DAEŞ” deyince ne oluyor? Geçelim.
Gelelim, Federica Mogherini’nin Erdoğan ile görüşmesinden sonra yaptığı açıklamalara. Mogherini şöyle konuşmuştu:
“Halep’te olumsuz bir perspektif olmaması için ihtilafın dondurulmasında işbirliği yapalım… Koordinasyon ve işbirliği içinde hareket edilmezse ilerde daha kötü durumlar doğabilir. Suriye krizinin çözümünde Türkiye daha olumlu bir rol oynayabilir. IŞİD tehdidine karşı bölgede birlikte hareket edilirse daha uygun olur.”
Federica Mogherini, olabildiğince “diplomatik bir dil” ile Suriye’ye yaklaşım ve IŞİD’e karşı mücadele konularında –ki, dönemimizin temel siyasi konuları bunlar- AB ile Türkiye’nin pozisyonlarının “birbiriyle hiç uyuşmamakta devam ettiğini” belirtmiş oluyor.
Halep için BM ve Arap Birliği’nin Suriye Özel Temsilcisi (İtalyan) Staffan De Mistura, rejimin ve muhalefetin pozisyonlarını koruyarak, bir ateşkes elde etmeye çalışıyor. Böylece Halep’in toptan yıkımını –bir yönüyle rejimin ya da IŞİD’in eline geçmesini- önlemeye çalışıyor. Bunu sağlayabilirse, “siyasi çözüm için müzakereler”e geçilebileceğini düşünüyor. Ankara’nın çok hazzetmeyebileceği bir uluslararası girişim bu.
(İtalyan) Mogherini, yeni görevine gelir gelmez, ilk yaptığı iş, Türkiye’de AB Temsilcisi olarak görev yapan (İtalyan) Stefano Manservisi’yi kendisine “özel danışman” olarak atayıp, Ankara’dan Brüksel’e getirmek olmuştu. Manservisi ile Diyarbakır ve Mardin’deki toplantılarda –ayrıca İstanbul’da- birlikte bulunduk. Türkiye hakkındaki kavrayışının yakından tanıklarından biriyim.
Dolayısıyla, Mogherini, yanında AB’nin Genişleme Müzakerelerinden sorumlu Komisyon Üyesi Johannes Hahn ve AB İnsani Yardım ve Kriz Yönetimi Komiseri Christos Stylianides ile birlikte Gaziantep’e Suriyeli mülteci kamplarına gitmeden önce Ankara’da kendisini nasıl bir “zihniyet”in karşılayacağından haberli olmalıydı. Nitekim, AB Delegasyonu binasında düzenlediği basın toplantısında “AB’nin Türkiye’deki basın ve ifade özgürlüğünden endişeli olduğunu” ifade etmesini de bir not olarak düşelim.
Mogherini döneminde, AB’nin Türkiye’yi “boş bırakmayacağı”na da hükmedebiliriz. Bu arada, Türkiye-AB ilişkileri konusunda gerçek bir uzman olan –yine bir İtalyan- Nathalie Tocci’nin “Turkey and the European Union – A Journey in the Unknown” (Türkiye ve Avrupa Birliği- Bilinmezde Yolculuk) başlıklı Brookings’in yayımladığı raporu çok ilginç.
“Türkiye her zaman Avrupa Birliği için en önemli ülkelerden biri olmuştur ve öyle kalacaktır. AB nezdindeki önemi bakımından Türkiye, bölgedekiler arasında Rusya ile eşit düzeydedir, küresel ölçekte ise ABD ve Çin’in bir basamak altındadır” cümleleriyle başlıyan bir rapor.
Nathalie Tocci, “Bilinmezdeki Yolculuk”a ilişkin “üç senaryo” sıralıyor: Birinci senaryo, “Competition and Conflict” yani “Rekabet ve Çatışma” en kötüsü. “Cooperation” yani “İşbirliği”, biraz “ne şiş yansın, ne kebap” halinin sürmesi ve sürdürülmesini anlatan “ara hal.” Üçüncüsü ise “Convergence” yani “Uyum”; tarafların “mutlu izdivacı”. Şu an için en zayıf ihtimal.
AB ile Türkiye arasında “artan rekabet ve çatışma”yı öngören birinci senaryoda, “AB’nin Türkiye ile görüşmelerin sürdüğü numarasını yapacağını”, İtalya, İspanya ve Portekiz gibi Türkiye’yi destekleyen ülkelerin bile sürece inancını kaybetmeye başlayacağını belirten Tocci, yine de AB’nin ilişkilere noktayı koyan taraf olmayacağının altını çiziyor.
Bu senaryonun “güvenlik” boyutunda yazdıkları, Türkiye’nin şu andaki tavrının tam bir “cepheden çekilmiş portre fotoğrafı” gibi. Şöyle:
“Güvenlik konularında, Türkiye giderek bir ‘yalnız kurt’ gibi davranacak, konusuna göre Avrupalı olan ve olmayan ortaklar ile tek taraflı, ikili ya da çok taraflı tavırlar ortaya koyacak. Ankara, belirgin mezhepçi tonlar taşıyan politikalar izleyerek, giderek, Ortadoğu ve Avrasya’yı altüst eden kargaşanın içine çekilecek. İster Suriye’de olsun, ister Libya, Mısır veya Filistin’de, Türkiye otomatik olarak Sünni Müslümanların ve hepsinin üzerinde İslamcı olanların (ve özellikle Müslüman Kardeşler’in) yanında yer alacak. Ortadoğu’daki politikaları Avrupa’da kuşku ve kaygıyla izlenecek. Dahası, çözümlenmemiş Kıbrıs ihtilafı AB ve NATO ile yapıcı bir ilişkiyi bloke etmeye devam edecek. AB ile arada sırada diyalog ve işbirliği olacak ama esas olarak, Türkiye ve AB birbirlerine ihtiyatla bakacaklar ve karşılıklı olarak birbirlerini ortak olarak görmeyecekler.”
Şu andaki durum budur. Ve, “Erdoğan Türkiye’si”nin gidişatı da budur.
Türkiye’nin “Avrupa’sız” yolculuğu…
Paylaş