Paylaş
“Akademisyenler ve yorumcuların sorunu, düşüncelerin doğru olmasından ziyade ilginç olmasını benimsemeleridir. Politikacılar da, profesyonel düşünürler kadar düşünceler ile birlikte yaşarlar. Ama, onlar, düşüncelerin sadece ilginç olması lüksüne kendilerini kaptıramazlar. Doğru olan az sayıdaki fikir, hatta gerçek hayata uygulanabilir nitelikte daha da az sayıda olanlar üzerinde çalışmak zorundadırlar. Akademik hayatta, yanlış fikirler sadece yanlıştırlar ve işe yaramaz olanlarıyla dalga geçilir. Siyasi hayatta, yanlış fikirler, milyonlarca hayatı mahvedebilir ve işe yaramaz olanlar değerli kaynakların ısrafına yol açabilirler.Entelektüelin düşüncelerine ilişkin sorumluluğu, o düşüncenin sonuçlarının kendisini götürdüğü yere kadar gitmekten ibarettir. Bir politikacının sorumluluğu ise o sonuçlara hükmetmek ve zarar vermelerini önlemektir.”
Tayyip Erdoğan bir politikacıdır. Üstelik de başarılı bir politikacı. Gözünü çok genç yaşlarda politikaya açmış, kapatıla açıla siyasi hayatımızdan eksik olmayan siyasi partilerin gençlik örgütlerinden, taban faaliyetlerinden sabırla yüksele yüksele, Türkiye’nin gözbebeği İstanbul’a Belediye Başkanı seçilmiştir. Belediye Başkanlığı’nda da başarılı olmuştur.
Adaletli olmayan şekilde hapse girmiş çıkmış, kuruluşuna önayak olduğu partisi, kuruluşundan bir yıl sonra tek başına iktidara gelmiştir. Beş yıla yakın Başbakanlığının ardından, son yarım yüzyılın rekor oy oranıyla Türkiye halkı ona yüzde 47 ile bir kez daha ve üstelik çok güçlü bir “iktidar yetkisi” vermiştir. Başbakanlığı da esas olarak başarılıdır.
Tayyip Erdoğan, başarılı bir politikacıdır.
Bu yüzden, ona gazete köşelerinden “akıl veren” çağrıları hep garipsedim ve bunları ciddiye alabileceğini hiç düşünmedim. Zira, ona akıl verenler, “şunu yap, bunu yapma” diyenler, genellikle kariyerlerini onun karşıtı olarak inşa etmiş ve siyasi öngörülerinde sürekli yanılmış olanlardır.
Tayyip Erdoğan onları niçin dinlesin ki? Tayyip Erdoğan, onların “tehdit aromalı” bir şekilde sundukları “Sakın Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığını destekleme, başka birini aday göster” uyarılarına niçin uysun ki?
*** *** ***
Michael Ignatieff ismini bir kitabın üzerinde gördüğüm anda, o kitabı derhal satın alırım. Bir makalenin üzerinde gördüğümde bir çırpıda o makaleyi okurum. Michale Ignatieff, dönemimizin parlak beyinlerinden biri. Harvard’da profesörlük yapmış, Kanada’lı bir liberal. Geçen hafta sonunda New York Times gazetesinin Pazar ekinde çıkan yazısında, “Harvard’da bulunmuş birisi olarak, gerçeklik duygusunun elit kurumlarda her zaman gelişmediğini gördüm. Bu, tam anlamıyla bir sokak meziyetidir. Otobüs şoförleri neyin ne olduğuna ilişkin Nobel Ödülü kazananlardan daha kıvrak bir kavrayış ortaya koyabiliyorlar” diyordu.
Ve, şöyle devam ediyordu:
“Siyasal bilim öğretmiş birisi olarak, bu disiplinin sunabildiğinden ötesini vaad ettiğini söylemeliyim. Pratik siyasette, karar-vermenin bilimi yoktur. Bir politikacının her gün verdiği hayati hükümler insanlarla ilgilidir: Kime güvenmeli, kime inanmalı, kimden uzak durmalı. Sadakat meselesi her gün ortaya çıkar: Kim ihanet edecek, kim sağlam duracaktır. Bu konularda doğru hüküm vermek, güçlü bir gerçeklik duygusuna sahip olmayı, insanlar hakkında pek de bilimsel olmayan sezgilere güvenmeyi gerektirir.”
Tayyip Erdoğan, tam da bu hasletlere sahip olduğu için başarılı bir politikacı olmuştur. Yıllar önce, ondan hiç hazzetmeyen, onu donanımlı hatta zeki bile bulmayan “devlet eliti”ne mensup tanıdıklarla tartışırken, onun tam da, bu, Michael Ignatieff’in tanımladığı tarzdaki niteliklerini anlatmak için didindiğimi hatırlıyorum. Tayyip Erdoğan’da yıllar içinde yanılmadım. Tayyip Erdoğan, başarılı bir politikacıdır. Politik sezgileri, önsezisi olağanüstü gelişmiş biridir.
Bu nedenle, ona hep karşı çıkmış olanların, şimdi ona “asılarak” Abdullah Gül’e karşı çıkmalarını, ona “dilekçeler”le başvurmalarını, onu “uyarma”larını kaale alacağını hiç sanmıyorum.
Abdullah Gül ile yıllara dayanan bir “siyasi kader ortaklığı” varken, Abdullah Gül’den önce kendisine karşı çıkmış olanların sözüne niçin baksın? Tayyip Erdoğan’da, geldiği siyasi geçmiş nedeniyle hayli gelişmiş “kime güvenmeli, kime inanmalı, kimden uzak durmalı” gibi sezgi ve önseziyi öne çıkaran ölçüler çok kuvvetlidir. Bir ölçü olarak, her şeyin başında “sadakat” ve “vefa” gelir onda.
Tayyip Erdoğan’ın bu yönünü görmeyenler, ona ve vereceği kararlara ilişkin olarak yanılmaya mahkumdurlar.
*** *** ***
Cuma günü (dün) iki önemli gazetenin manşeti beni şaşırttı. Milliyet, “Danışmandan al mesajı” başlığını atmış, “Başbakan Erdoğan’ın danışmanı Yalçın Akdoğan, Yeni Şafak gazetesinde Yasin Doğan takma adıyla kaleme aldığı köşesinde, isim vermeden Gül’ün neden aday olmaması gerektiğini anlattı” spotunu kullanmıştı. Hürriyet ise, manşetine “Takma İsimli Mesaj” sözcüklerini oturtmuş, spotunda ise “Yeni Şafak Gazetesi’nde takma isimle yazılan bir yazı, başkent kulislerinde Gül’e “Seçim başarısı senin değil AKP’nin” mesajı olarak değerlendirildi” cümlesine yer vermişti.
Her iki gazete farklı binalarda çıkıyor. Her iki gazetenin yazı işlerinin manşet atarken birbirleriyle “istişare” yapmaları akla uygun değil. Olsa olsa, “akl için tarik birdir” hesabı, manşetten “Erdoğan’ın Gül’ün Cumhurbaşkanı olmasını istemiyor” mesajını vermiş olmalıydılar.
Ama, asıl şaşırtıcı olan yine dünkü Yeni Şafak gazetesinde, Milliyet ve Hürriyet’in manşetlerine malzeme olan Yasin Doğan’ın (Yalçın Akdoğan) yazısından şu satırlar:
“Dünkü yazımdan bazı okurlar, yazarlar “Abdullah Gül Cumhurbaşkanı olmamalı” anlamını çıkarmış. Pes doğrusu demekten başka dilime bir şey gelmiyor ama yine de birkaç şey söyleyelim.
Dünkü cümleler eğer böyle bir anlam veriyorsa, bunların tersini yazarsak Abdullah Gül Cumhurbaşkanı olsun anlamı çıkar mı acaba...
Kriz ve gerilim yerine istikrara vurgu yapmanın bu kişilere göre Gül'ü çağrıştırması büyük haksızlıktır.
Bu değerlendirmenin Cumhurbaşkanı adayıyla hiç mi hiç alakası yoktur. Abdullah Gül'ün adaylığı sadece Ak Parti'ye oy veren yüzde 46 değil, oy vermeyen birçok kişi için bile desteklenmeye değerdir, kıymetlidir, önemlidir. Nitekim anketlerde Gül'ün adaylığına destek verenlerin oranı yüzde 46'ının çok üzerindedir.
Gül'ün adaylığını istikrarın kaybolmasıyla, istikrar vurgusunu ise Gül'ün aday olmamasıyla özdeşleştirmek büyük bir insafsızlıktır...
En kötüsü de fitne çıkarma arayışıdır.
Bir kısım medyanın son günlerde yapmaya çalıştığı fitne çıkarma arayışına denk düşecek davranışlar içinde olmak ise niyet okumaktan, düşüncelere yargısız infaz yapmaktan daha kötüdür.
Okuduğunu anlamamak bir ayıp değildir, ama okuduğunu saptırarak aktarmak, yazarın muradı olmayan manaları ortaya koyup infaz etmeye çalışmak büyük bir ayıptır.”
Milliyet ve Hürriyet manşetleriyle aynı gün yayınlanan bir yazı. Şaşmamak elde değil. Tıpkı, bunca zamandır, Türk siyaset sahnesinde olduğu halde Tayyip Erdoğan’ı, kimi gazete yöneticilerinin ve kimi yorumcuların hala anlayamamış olmasına, tanıyamamalarına şaşmamanın mümkün olmadığı gibi...
*** *** ***
22 Temmuz sonuçlarının ortaya koyduğu “yeni Türkiye dengesi” ve “siyasi tablo”nun –buna, elbette “halk iradesi” de diyebilirsiniz- makulü, Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesidir. Muhtemelen de seçilecektir.
Eğer, yüzde 47, o pek önemsenen kavramla “makul çoğunluk” değilse, Türkiye’de hiçbir şey makul çoğunluk değildir. Abdullah Gül, “makul çoğunluk”un cumhurbaşkanı tercihidir.
Bin dereden su götürüp, “22 Temmuz’da AKP’yi seçenler, Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığına ‘evet’ demediler ki” denileceğini duyar gibiyim. Yanılıyorlar.
Evet. 22 Temmuz’da AKP’ye oy verenler, Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilmesine “evet” dediler.
Niye mi?
Cevabı çok basit. Çünkü, 2002’de yüzde 34 ile tek başına iktidar koltuğunda oturan AKP’nin 2007’de cumhurbaşkanı adayı Abdullah Gül idi. 550 sandalyeli TBMM’nin 357’sinin oyuna rağmen, “askeri müdahale” ile ve Anayasa Mahkemesi’nin 367 toplantı yeter sayısı hükmü yüzünden seçilmesi engellendi ve halka gidildi. Sonuç, yüzde 47 ile AKP!
Bitmiştir. 22 Temmuz, Abdullah Gül demiştir!
Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesinde, MHP de, oylama turlarına katılacağını söylediğine ve dolayısıyla 367 toplantı yeter sayısı bile sağlanacağına göre, bir “engel” var mıdır?
Yoktur. O halde, bazı yorumcuların işaret ettiğine bakılırsa, Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesi gerektiğini söylemek niçin “rövanşizm” olsun? Bu, niçin “Çankaya’ya askerin bileğini bükmek için çıkıyormuş izlenimi yaratmak” olsun?
Böyle bir akıl yürütmenin, bunu “rövanşizm” diye nitelemenin, “asker Abdullah Gül’ü istemiyor; öyleyse o olmasın” demekten, bu “gerekçe”yi açıkça söyleyememekten bir farkı kalıyor mu?
Bu, ister istemez, “korku” ve “tehdit” politikasını sürdürmek olarak algılanmaz mı? Türkiye, bu şekilde nasıl normalleşebilir? Türkiye’yi sürekli bir “askeri vesayet rejimi” altında göstermek kime yarar?
Bu yaklaşım tarzı, “halk” ve “asker” kavramlarının sanki birbirlerinin karşıtıymış gibi algılanmasına yardım etmez mi? Bir cumhurbaşkanlığı seçimi konusunu, böylesine tehlikeli boyutlara ulaşacak bir mecraya ulaştırmanın ne gereği olabilir ki?
Cumhurbaşkanı seçiminin kuralları var. Bu kurallar arasında “askerin istemediği olmaz” diye bir kural yok, olamaz ve ayrıca olmamalıdır.
Abdullah Gül ismi ile Cumhurbaşkanlığını irtibatlandırmak, geldiğimiz noktada bir “rövanşizm” değil; bir “ilke” duruşudur. Türkiye’de “demokrasi”yi savunmaktır. Halk ile “barışık” durmaktır.
Abdullah Gül, Cumhurbaşkanı seçilirse, bu, en ziyadesiyle Atatürk’ün kurduğu cumhuriyetin büyük başarısı olarak tescil edilecektir.
Tayyip Erdoğan, bütün bunları bildiği, sezdiği ve bu yönde davranması beklendiği için iyi ve başarılı bir politikacıdır...
Paylaş