Paylaş
Sovyetler Birliği, kanlı biçimde dağılmadı. Dağıldıktan sonra mirası üzerinde kanlı olaylar cereyan etti. Soğuk Savaş’ın kanlı kapanışını, Yugoslavya yaptı.
Yugoslavya’nın dağılması, Soğuk Savaş’ın sona ermesinin, Sovyetler Birliği’nin ortadan kalkmasının sonuçlarındandır. Yugoslavya’nın kanlı dağılışı sırasında “uluslararası toplum” sıfatını yüklenen Batı dünyası, görünürde “daha fazla kan dökülmesini önlemek” için Yugoslavya’ya silah ambargosu uyguladı.
Amaç, çatışan taraflara silah gönderilmesinin büyük kan banyosuna yol açacağı düşüncesinden yola çıkarak, bunun önüne geçilmesiydi.
Ne var ki, Yugoslavya “silahsız” değildi. Yugoslavya’nın en büyük ve kalabalık gücünü oluşturan Sırbistan’ın cumhurbaşkanı, aynı zamanda Yugoslavya’nın da cumhurbaşkanı Slobodan Miloşeviç idi. Sırbistan silahları, Yugoslavya’nın kopan ve kopmak isteyen parçalarına karşı kullanıldı. Önce Hırvatlara, daha sonra Bosna-Hersek Müslüman halkına ve son olarak Kosova Müslümanlarına.
Bosna tecrübesinin ardından, Batı’nın lideri ABD, Kosova’da bir “soykırım”a izin vermedi. Bir ayı aşkın hava harekatı sonucunda Sırplara diz çöktürdüler.
Yugoslavya’nın dağılmasının “trajik faturası”nı Bosna Müslümanları ödedi. Sırbistan silahlı güçleri tarafından desteklenen Bosnalı Sırplar, “etnik temizlik” adında soykırım kampanyalarına giriştiler. Ellerinde Yugoslavya ordusunun silahları vardı. Yugoslavya’ya uygulanan uluslararası silah ambargosu, fiiliyatte topraklarını ve toplumlarını korumak isteyen Bosna Müslümanlarının silahsız ve dolayısıyla katliamlara açık bırakılması halini aldı.
Miloşeviç desteğinde, şu anda iki “savaş suçlusu” olarak tutuklu bulunan General Ratko Mladiç ve Radovan Karaciç’in yaptığı buydu.
Bosna, 1992-95 arası üç yıl “katliamlar geçidi”nde 200 binin üzerinde insanını kaybetti. Başkent Saraybosna, üç yıl kuşatma altında kıvrandı. Saraybosna’da bir sokaktan bir sokağa karşı karşıya geçmek bile, bir snayper ateşi altına can verme riski taşıyordu.
“İç savaş”a hayır, “katliam”a peki mi?
1995’de dört kez Saraybosna’ya gitmiş, Mostar’dan Bihaç’a ülkenin kuşatma altına yaşam savaşı veren birçok bölgesinde bulunmuş biri olarak, “Yugoslavya’ya silah ambargosu”nun Bosna’yı celladının önünde silahsız bırakmak ahlaksızlığı anlamından başka hiçbir şey ifade etmediğini gayet iyi biliyorum. Yerinde tanıklık ettim.
Benzeri bir durum, şimdi, Suriye için geçerli kılınmak isteniyor. Suriye’deki “muhalif güçleri”, bu arada “Hür Suriye Ordusu”nu silahlandırmanın, ülkede çok kanlı bir “iç savaş”a yol açacağı “endişeleri” öne çıkarılıyor.
Bunun fiili sonucu, tepeden tırnağa Rus silahlarıyla donanmış, İran desteğindeki Suriye ordusunun şehirlere girip, silahsız halkı katletmesi. Suriye’de “iç savaş yok”, bugüne dek olan-biten “iç savaş sayılmaz” diye sevinebilirsiniz. “İç savaş” olmadığı için ve olmaması için, Suriye’nin –esas olarak- çoğunluğunu oluşturan Sünni halkın katledilmesinden sevinç duymaktan, böyle bir ahlaksızlıktan başka anlam taşımaz bu.
Deraa’da dün gerçekleştirilen, bugünlerde Homs’ta ve Hama’da gerçekleştirilmekte olan, yarın İdlib’de, Halep’te, Şam’da gerçekleştirilecek olan “mini katliamlar”ı, “ohh, iç savaş önleniyor” diye alkışlamaktan farkı yok, muhalif güçleri ve Hür Suriye Ordusu’nu silahsız bırakmanın.
“Dış müdahale”ye karşısınız, anladık. “Suriye’de maceraya girilmesi”ne karşısınız, anladık. Peki, bir yıldır çıplak elleri ve göğüsleriyle zalim bir rejime karşı ayağa kalkmış olan Suriye halkının kendi işini kendi görmesine de mi karşısınız? Silah desteği elde etmediği takdirde, ezilmekten ya da katliama uğramaktan başka bir seçeneği olmayacak Suriye halkının.
Bundan mı yanasınız?
Sözde “barışçı” niyetlerle, “içişlerine karışmama” adına; “ahlaksızlık”tan mı yanasınız?
“Sophie’nin seçimi”...
Suriye’deki durum, gerek ülkeler –başta bizim gibi komşu olanlar- gerekse bireyler açısından bir tür “Sophie’nin seçimi”; bundan kaçış yok.
Potomac nehri Washington’tan geçer. Ortadoğu’daki gelişmelerin Amerikan başkentindeki yansımalarını inceleyen Steven Cook, “Potomac’tan Fırat’a” başlığı altındaki blogunda “Suriye: Esad Sonrası Bilinmeyenler”i irdeleyerek, ABD’yi Suriye konusunda hareketsizliğe sevkeden kaygılardaki mantıksızlık örneklerini sıralıyor. Suriye’nin ne Irak’a, ne de Libya’ya benzemeyebileceğini gerekçeleriyle gösteriyor. Suriye’de illa bir “mezhepler arası savaş” yani “iç savaş” çıkmasının mukadder olmadığına değiniyor. Sonunda şöyle diyor:
“Buradaki mesele, uluslararası müdahaleyi ya da hareketsizliği savunmak değildir. Müdaheleden yana ya da ona karşı çıkan argümanlardaki mantık zaaflarını ortaya koymaktır... Konunun can alıcı noktasındaki şu iki soruyu kimse cevaplandırmadı: Müdahale veya müdahalede bulunmamaya ilişkin kar-zarar analizinden vazgeçilmesi için kaç kişinin ölmesi gereklidir? Uluslararası eylemin riskleri, Esad rejiminin sona ermesi halinde öne sürülen stratejik çıkarlara ve bunun yol açacağı tüm bilinmeyenlere değer mi?”
“Boğaziçi’nden Fırat’a”, günlerdir bu köşede aynı soruları değişik biçimde soruyoruz.
Türkiye’nin bu iki soruyu kendisine sorması gerekiyor.
Başta, siyasi otoritenin.
Cevapları bekliyoruz.
Paylaş