Paylaş
Suriye’deki Başşar Esad diktatörlüğünün şu sıra içine girdiği durum bu. Homs’un Baba Amr kesiminin rejim güçlerinde ele geçirilmesinden sonra orada bir “katliam” yapıldığı anlaşılıyor. Skype, Facebook, You Tube, Twitter gibi iletişim araçları sayesinde geçen Cuma günü dakika dakika Homs ve Baba Amr’da yapılanlar –haber alınamama hali de dahil- hakkında bilgi sahibi olabiliyorduk.
Bosna’daki savaşın son demlerine benzer bir durum söz konusu. Srebrenica Katliamı henüz anılarımızdan silinmedi. Srebrenica’nın dış dünyaya yansımasından bir süre sonra, başta ABD, Batı’nın utanç verici sessizliği devam edemedi. Bir süre sonra savaşın sonu geldi.
Yıl 1995 idi. Baş sorumlusu Yugoslavya (Sırbistan) Cumhurbaşkanı Slobodan Miloşeviç’ti. Miloşeviç, 1995’te Richard Holbrooke’un öncülüğünde ABD’de Dayton’da, Hırvatistan Cumhurbaşkanı Franjo Tudjman ve Bosna-Hersek Cumhurbaşkanı Aliya İzzetbegoviç ile “barış anlaşmasının tarafları”ndan biri oldu.
Kosova, tam dört yıl sonra gündeme geldi. 1999. Slobodan Miloşeviç’in, bir başka deyimle Sırbistan’ın elinden 1999’da çıktı. Slobodan Miloşeviç’in tutuklanması ve Lahey’deki Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi’nde yargılanması tarihi ise 2001’dir.
Demek istediğim odur ki, Miloşeviç’i 1995’in uluslararası konjonktürü, 2000 yılında hala Cumhurbaşkanı olması, 2001 yılında “savaş suçlusu” olarak yargılanmaktan ve 2006’da hapishanede ölmekten kurtaramadı.
Başşar da “savaş suçlusu” ilan edilmeli
Başşar Esad’ın başı da böylesine bir “uluslararası bela”dan bu gidişle kurtulamayacak gibi görünüyor.
Elbette, iki “durum” arasında önemli farklar da var. Ama, önemli benzerlikler de var. Hiç kimse, Esad diktatörlük rejiminin arkasına Rusya’yı ve Çin’i aldığını hatırlatmasın; zira Rusya ve Çin, Miloşeviç’i de destekliyordu. “Savaş suçlusu” olarak tutuklanmasını ve yargılanmasını önleyemediler.
Çünkü, Miloşeviç, “savaş suçlusu” idi.
Görünüşe bakılırsa, Miloşeviç de “ülkesinin bütünlüğü”nü korumak adına (doğrusu Sırbistan’ın hakimiyetini kurmak adına) “iç düşman”la baş etmeye çalışıyordu. Nereden bakılsa, Miloşeviç’in sıfatı Yugoslavya Cumhurbaşkanı idi. “Ayrılıkçı” Hırvatlara, Bosnalı Müslümanlara ve Kosovalı Arnavutlara karşı, “Yugoslavya’nın parçalanması”nı önlemek için savaşıyordu. Yaptığı ve yaptırdığı katliamlar, Yugoslavya’nın “Yugoslav vatandaşları”na yönelik uygulamalarıydı.
Ancak, “savaş suçlusu” konumuna geldi.
Daha önce de değindik; “ülkelerin içişlerine karışmama” gerekçesinin dayandığı, kökü 17. Yüzyıl’a giden “Westphalia Sistemi” artık 21. Yüzyıl’da “uluslararası ilişkiler”in “yönetici prensibi” olmaktan çıktı. “İnsani müdahale” (Humanitarian Intervention) kavramının cari olduğu bir tarih dönemindeyiz.
Uluslararası sistem ve onu oluşturan yeni dinamikler, Balkanlar ve merkezindeki Sırbistan’ı, nasıl Miloşeviç’e terketmediyse, “Levant”ı ve onun merkezindeki Suriye’yi (bir başka deyimle Osmanlı İmparatorluğu’nun Şam Vilayeti’ni) Başşar Esad’a terketmez, terkedemez.
Tarihin dönüm ve dönüşüm anlarında, Soğuk Savaş sonrasının dünyasında, hiçbir lider kendi halkı üzerinde “katliam” yoluyla “meşruiyeti”ni yeniden üretmek hakkına sahip olamıyor. Hiçbir devlet başkanına “egemenlik” ve “hükümranlık” yetkileri, “katliam”ı araç haline getirmesi halinde kullandırılmıyor.
Miloşeviç’e olanlar, ergeç Başşar’a da; Sırbistan’a olanlar, ergeç Suriye’ye de olacak.
İdlib’de “katliam”ı bekleyecek miyiz?
Başşar, Suriye’de Homs’taki “katliam”ı, Türkiye sınırının dibinde İdlib’de de tekrarlamaya mecbur. Zira, İdlib, hem bir olası “tampon bölge”nin, hem de oluşturulursa “insani yardım koridorları”ndan birinin merkezi. Başşar’ın bu ihtimalleri önlemek ve Türkiye’yi “denklem dışı” bırakmak için İdlib ve çevresinde de “katliam”a girişmekten başka çaresi yok.
Türkiye’nin yetkili isimlerinden biri aylar önce, bir özel görüşmemizde, Türkiye’nin önünde A, B, C, D vs. planlarının bulunduğunu anlatırken, “askeri müdahale”nin iki durumda söz konusu olacağını belirtmişti:
1. 1991’deki Kürt göçünü andırır, onbinlerle ifade edecek bir göç dalgasına izin veremeyiz;
2. Sınırlarımızın yakınında katliama izin veremeyiz.
Kastettiği Halep’ti ama İdlib, Halep’in yarım saat ötesi zaten, Hatay sınırları bakımından Halep ile İdlib’in pek farkı yok.
Türkiye’nin Suriye’de tek başına bir “macera”ya girmesini ya da itilmesini de savunan yok. Ancak, işler Suriye’de öyle bir mecraya giriyor ki, Türkiye’nin dış politika başarısı, Başşar’ı Miloşeviç’in kaderini paylaşacağı bir “uluslararası diplomasi mimarisi” oluşturmasına ve sınırlarının dibinde gerçekleşecek bir katliamı ya önlemesi veya o katliamın maliyetini ödetmesiyle anlaşılacak.
Suriye’de yeni “katliamlar”ı önlemek ve yakın geçmiştekiler için Başşar’ı “savaş suçlusu” ilan etmek. Suriye’deki kan banyosunun süresini, hiç değilse, kısaltmak için, “sina quo non” yani “olmazsa olmaz”lar budur.
Türkiye, bütün bunları becerebilir mi?
Becermeli.
Paylaş