Paylaş
Türkiye'nin iç çekişmeleri fazlasıyla yorucu.
Türkiye'nin iç çekişmeleri, ayrıca dikkatleri, Türkiye'nin yönünü belirleyecek önemdeki dış gelişmeleri izlemekten, bunlara anlam yüklemekten ve "geleceği" küresel prizmadan bakarak görebilmekten alıkoyuyor.
Başka bir dönem ve şartlar altında olsa, enine boyuna ve derinlemesine tartışmayı hak edecek iki gelişme, İstanbul'da başlayan ve Türkiye aracılığıyla yürütülen İsrail-Suriye teması ve aynı zamanda Türkiye'nin "yeni Lübnan denklemi"nde oynadığı rol, bizim kamuoyunda işgal ettiği ya da etmesi gereken yer bakımından güme gitti sayılır.
Başbakan Tayyip Erdoğan on gün önce Beyrut'tan dönüş yolunda, sitem yüklü bir ifadeyle, Türkiye'nin müdahil olduğu gelişmelerin dünyanın 300 yayın organında baş köşede yer bulduğunu, buna karşılık, Türk basınında layığınca yer almadığını söylemişti.
Türkiye'nin son dönemde Ortadoğu politikasında oynadığı role ilişkin üç "yanlış" değerlendirme göze çarpıyor:
1. Buna küçümser bir eda ve ultra-entelektüel "sinik" bir yaklaşımla dudak bükenler.
Bunlara göre Tayyip Erdoğan ve hükümeti, sonuç getirmesi imkansız bir siyasi girişim üzerinden hava basıyor.
Türkiye, anlatıldığı gibi bir rol oynamaya, özellikle, bu hükümet ile ehil değildir.
2. Türkiye'nin Ortadoğu'da yükselen "profil"ini, daha önce Turgut Özal'ın bile sağlayamadığı bir "dış politika başarısı" olarak sunan, hükümet çevresinden gelen değerlendirme.
3. Ortadoğu'daki sorunların çetrefilliğine dikkat çekerek, girişimlerden sonuç alınamayacağını hatırlatan yaklaşım.
Bunların üçü de "yanlış"tır.
***
Yukarıda sıraladıklarımızın "ultra-entelektüel siniklik"ten malul ilki, dünyayı ve bölgeyi okuyamıyor ve "statik" bir yaklaşımı yansıtıyor.
Amerika'nın "tek süperdevlet" olarak merkezinde yer aldığı uluslararası sistemin yapısı, o "tek kutup"un da sınırlarını ortaya koydu.
Dahası, Bush yönetiminin siyasi hataları, Amerikan politikasının Ortadoğu'daki "sınırlarını" da ortaya çıkarttı.
Amerika, bugün her istediğini, istediği şekilde yapabilen bir "güç merkezi" değil.
Söz konusu "sınırlar" bölgesel aktörlere de bir "manevra alanı" sağlıyor; "inisiyatif" üstlenmelerine imkan tanıyor.
Sonuç "Amerika'ya rağmen" alınamıyor ve bu anlamda Amerika, "belirleyici" konumunu koruyor, ama herhangi bir soruna ilişkin "inisiyatif almak" mutlaka "Amerika'nın izni"ne bağlı bulunmuyor.
Türkiye'nin organizasyonunda gerçekleşen İsrail-Suriye teması, bırakın Türkiye'yi, İsrail'in bile ABD onayına başvurmadan harekete geçmesiyle mümkün olabildi.
Gerçi, ABD söz konusu girişimi engellemek için bir çaba göstermedi ama Washington'un şu dönemde Suriye ile İsrail arasında müzakere yapılmasına "soğuk baktığı" biliniyor.
Bununla birlikte, Türkiye'nin girişimi mümkün olabildi.
Ne var ki, bu girişimin bir barış anlaşması ile noktalanması Amerikan katkısını zorunlu kılıyor.
Türkiye, uluslararası sistemde son yıllarda beliren boşluklarda, "Amerika'ya rağmen" olmasa da "Amerika'dan kısmen özerk" bir bölgesel güç olarak hareket etme kapasitesine sahip.
İkinci yanlışlık ilkinin zıddı yönde, hükümet politikasını abartmak üzerinde şekilleniyor.
Türkiye 1991'de Körfez Savaşı'nın ardından gerçekleşen Madrid Barış Konferansı'na, Turgut Özal'ın Başkan George Bush ile tüm yakınlığına rağmen davet edilmemişti.
Bugün ise Suriye ile İsrail'i İstanbul'da buluşturmuş olabilmesi, Tayyip Erdoğan dış politikasının başarı hanesine yazılıyor.
Ayrıca Tayyip Erdoğan'ın Lübnan'ın yeni Cumhurbaşkanı'nın yemin töreninde uluslararası şahsiyetlerin arasında ve üstelik önünde kürsüde oturmasının "simgesel değeri"ne dikkat çekiliyor.
Böylece Türkiye'nin "Amerika'dan bağımsız bir kimlik" ile Ortadoğu politikasında yükselişi, Ak Parti'nin dış politikadaki "başarı sicili"ne gönderme yapılarak kaydediliyor.
Bu da "statik" bakış. Tarihi şartları, dönem özelliklerini ve zaman içinde meydana gelen değişiklikleri hesaba katmadan, fotoğraf kareleri dondurularak yapılan bir karşılaştırma.
Madrid Barış Konferansı'nın yapıldığı 1991 yılında Soğuk Savaş henüz bitmiş sayılmıyordu.
Sovyetler Birliği daha can vermemişti. Nitekim, Madrid Konferansı'na Sovyetler Birliği, ABD'nin yanı sıra "eş başkan" sıfatı ile katılmıştı.
En önemlisi o tarihte, "Sünni elitler"in yönetimi altında bir "Arap dünyası"nın varlığından söz edebiliyorduk.
Bugün "Arap dünyası" çökmüş durumda.
En güçlü ve lider ülke bilinen Mısır Gazze sınır sorunlarını çözmekten aciz.
Ortadoğu'da "İran nüfuzu"nun yayılmasından söz ediliyor ve "Şii hilali" tehlikesi öne çıkartılıyor.
Geleneksel yapısıyla "Arap dünyası"nın boşalttığı alanı bölgenin "Arap olmayan" iki gücünün, İran ve Türkiye'nin doldurması için şartlar ortaya çıktı.
Türkiye bugün oynayabildiği rolü oynayabiliyorsa, bu, Irak Savaşı'nda Saddam rejiminin yıkılması ve İran ağırlığının artması sayesindedir.
"Batı ittifak sistemi"ne dahil ve gerek "Şii" ve gerekse "Arap olmayan" tek bölge gücü olarak Türkiye'nin "Ortadoğu denklemi"ne girmesi için şartlar uygun hale gelmiştir ve Türkiye de bu "denklem"e girmiştir.
Lübnan'ın Sünni ve ayrıca parlamentodaki çoğunluk lideri Saad Hariri'nin Tayyip Erdoğan'a telefon açarak, "Lübnan'ı ve Beyrut'u İran'a bırakmayın" diye "imdat" çağrısı her şeyi anlatıyor olmalı.
Üçüncü yanlış, Suriye ile İsrail arasında görünür gelecekte bir barış anlaşmasına varılmasının imkansızlığı üzerinden yapılan eleştirilerle ilgilidir.
Burada, Türkiye'nin rolü bakımından değer taşıyan, Suriye ile İsrail arasında bir barış anlaşmasına eli kulağında yakın bir süre içinde varılıp varılmaması değildir.
Önemli olan, Türkiye'nin şu dönemde, birbirleriyle temas kurması bile kolay gözükmeyen iki unsuru bir araya getirebilecek, bölge çapında bir "güvenli ilişki şebekesi" kurmayı becermesi ve bölgede bir "ağırlık merkezi" olarak kabul gören bir profile sahip olmasıdır.
***
Bütün bunlara işaret ettikten sonra, hakkını vermemiz gereken "olgu", bunların gerçekleşmesinde Türkiye'de Ak Parti kimliğinde bir siyasi iktidarın bulunuyor olmasıdır.
Tayyip Erdoğan hükümeti, "kimlik özellikleri"nden ötürü, bölge ve uluslararası sahada birçok çatışan çıkarın kesiştiği ve "uzlaşma aradığı" noktaya oturuyor.
Eğer, böyle bir iktidar yapısı Türkiye'de bulunmasa, Türkiye, Ortadoğu'da ve Ortadoğu üzerinden uluslararası sistemde oynadığı rolü oynayabilir miydi?
Bu, kocaman bir soru işaretidir.
Tayyip Erdoğan'ın siyasetten silinmesi ve Ak Parti'nin kapatılması girişimlerinin gerçekleşmesi, Türkiye'nin Batı'daki konumunu bozacaktır.
Böyle bir gelişmenin sonucunda, Türkiye'nin Ortadoğu'da oynamakta olduğu rolün devamı da, yine, bir kocaman soru işaretidir.
Türkiye, içine kapandığı ölçüde kan kaybedecek; bölgesine ve dünyaya açıldığı ölçüde yükselecek...
Paylaş