Muhammed el-Baradei –ki, Amerikalıların Hüsnü Mübarek’in düşmesi halinde yerini alması için en ziyadesiyle kabul edeceği Mısın’ın “geçiş dönemi yöneticisi”- Pazar günü “Mısır Halk Devrimi”nin merkezi, Kahire’nin Tahrir (Kurtuluş) Meydanı’nda ABD’ye açık bir eleştiri yöneltti.
Mısır’ın uluslararası alanda en fazla tanınan ismi, 2005 Nobel Barış Ödülü sahibi ve Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın (İngilizcesi ile IAEA) eski başkanı, “Mübarek’e gitme zamanı geldi diyen en son kişi olmaması, Başkan Obama için iyi olur” dedi. Amerika, Mısır’daki gelişmeler karşısında apaçık bir “açmaz”da. Aşağı tükürse sakal, yukarı tükürse bıyık halinde. İsrail’in tüm keyfi kaçmış halde. Bu iki ülke, “Mısır’da statüko”yu tercih ederlerdi. Artık “eski statüko” mümkün değil. Mısır halkı, “Rubikon”u geçti.. Ne var ki, Muhammed el-Baradei’nin “ironik” göndermesi, Washington için olduğu kadar, ne yazık ki, Ankara için de geçerli. Türkiye: “Düzen kurucu” mu, “Statükocu” mu? 2010’un son günlerinde Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu tarafından özellikle Ortadoğu’da yükselen profili nedeniyle “küresel ölçekte oyun kurucu ülke” olarak nitelen Türkiye, bu sözlerin ardından bir ay içinde herbiri Ortadoğu’da meydana gelen gelişmeler karşısında bırakın “düzen kurucu” olmayı, dış politikası itibarıyla “statükocu” tavrından ötürü ağzını açamayan, gelişmeler karşısında “dilini yutmuş” bir ülke görüntüsüne giriverdi. Ortadoğu ve uluslararası statüko sarsılırken, “düzen kurucu” ülke tek bir şey yapamaz, olayların “sessiz” ve “etkisiz” izleyicisi olarak davranamaz. Türkiye’nin Mısır’daki olağanüstü halk hareketi karşısında düştüğü durum budur. 2011 Ocak ayı içinde, Lübnan’daki gelişmelerde arabulucuk için gayret gösteren Türkiye’nin arabuluculuk çabası sonuç vermedi ve Lübnan’da Saad Hariri hükümetini Türkiye ayakta tutamadan, kendisinin birinci derecede etkili olamadığı ve İran-Suriye ekseninin yön verdiği gelişmelere uygun bir hükümet kuruldu. 2010 Kasım’ında, Dışişleri Bakanı’nın, Irak’ta hükümet kurulması konusundaki “öncelikli tercihleri” de yerine gelmemişti. Herşeye rağmen, gerek Irak ve gerekse Lübnan’daki gelişmeler, Türkiye’nin çıkarlarına ve bölgesel konumuna tümüyle aykırı yönde cereyan etmediler. Bu iki “cephe”de bir “başarı”dan söz edilemeyecekse, özellikle bir “başarısızlık” da söz konusu değil. Türkiye’nin kabul edilemez “suskunluğu”... Ancak, önce Tunus’ta, ardından şimdilerde ve özellikle Mısır’da cereyan eden gelişmelerdeki, “Türkiye tavırsızlığı” ve “suskunluğu”; 1. Dış politikanın kendi iddiasına dayalı “performansı”; 2. “Düzen kurucu” olma iddiasındaki bir ülkenin “ahlaki yükümlülüğü” konusunda sorgulanmaya muhtaç ve hatta hayal kırıklığına yol açacak sinyaller veriyor. Tunus, bayrağı Türkiye bayrağından en fazla esinlenmiş ve 1880’e dek başkenti İstanbul olan bir ülke. O ülkede, Mısır’ı da tetikleyen büyük bir halk hareketi sonucunda Zeynel Abidin bin Ali adındaki amansız bir diktatör yıkılıyor, 22 yıldır yurtdışında yaşayan ve “ideolojik kimliği” itibarıyla Ak Parti’ye en yakın sayılabilecek Nahda Hareketi’nin lideri Raşid Gannuşi’nin ülkesine dönebileceği gelişmelerin önü açılıyor, Türkiye’den çıt yok. Mısır, Ortadoğu’da tarihin yönünü değiştirecek önemde bir ülke ve Mısır halkı 7’den 70’e 30 yıllık bir diktatörlük rejimini alaşağı etmek için ayağa kalkmış durumda ve Türkiye’den “demokrasi” ve “Mısır halkına sempati” ifade eden doğru dürüst “resmi” bir ses yükselmiş değil. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Saraybosna’dan Karadağ’a giderken, yanındaki gazetecilere söylediği “İstikrar adına kapalı toplumlar uzun yaşayamaz” doğru ve bir “akademisyen değerlendirmesi” olarak dikkat çekici ama Türkiye’nin “siyasi pozisyonu” olarak çok yetersiz ve “fısıltı” halinde. Eğer, Türkiye, tüm bölgesi için ve Müslüman toplumlar nezdinde bir “demokrasi modeli” olarak algılanmasaydı ve “düzen kuruculuk” iddiası taşımasaydı, daha önce İran’da halkın ezilmesi ve Sudan’da Darfur’daki katliam gibi durumlarda söz konusu olan “suskunluk” ve “kayıtsızlık” hadi “Realpolitik” adına bir nebze su kaldırsa bile, Mısır’da gelinen nokta açısından şu anki tavrı “kabul edilebilir” değildir. “Türkiye neden sessiz? Vicdanla dış siyaset yapmak isteyenler neredesiniz?” sorularının Kahire’de sorulduğu dünkü Radikal satırlarına yansımıştı. Tarafsız kalınamayacak kritik günler Tahrir Meydanı’nda dün 250 bin kişi vardı. Hüsnü Mübarek rejiminin yerini almak üzere giderek organize olmaya başlayan “muhalefet” bugün (Salı) için “Milyonların Yürüyüşü” çağrısını yaptı. Polis kimi noktalarda yine mevzilenmeye başladı. Belirli bir açmazda olan orduya, “Perşembe’ye kadar safınızı belli edin” mühleti verildi. Mısır’da gelişmeler öyle bir noktaya ilerliyor ki, ya diktatörlük de olsa, Mübarek rejimi, ayakta kalabilmek için bugüne dek hiç yapmadığı bir şeye başvuracak ve halka karşı “katliam”a girişecek; veya gidecek. Mısır’ı (ve dolayısıyla Mübarek’i) “İsrail’in güvenliği merkezli” Ortadoğu politikasının “temel taşı” yapmış olan ABD bile, Mübarek’ten uzaklaşma eğilimleri gösterirken, “bölgedeki demokrasi modeli” Türkiye, iki arada bir derede kalma tavrını ne kadar sürdürebilecek. Taraflardan biri “katliam”a başvurmakta başka ayakta kalma şansı giderek azalan diktatörlük rejimi, diğeri ise Mısır halkı. Bu “seçim”de zorlananların, iç politikada da inandırıcılıklarının azalması tehlikesi var.