Paylaş
Hakkari’nin son derece çarpıcı bir tarifini bu sözlerle işitmiş oldum. Hakkari’lileri bu duygulara sevkeden sadece Türkiye’nin o uç ilindeki “siyasi militanlık” ve devletin orayı bugüne dek, “ülkeye yabancı” bir “güvenlik alanı” olarak değerlendirmekten öteye bir davranış ortaya koymaması değil. Başta, küçük kentin yaslandığı görkemli Sümbül Dağı olmak üzere yüksekliği 3000 metreyi geçen 30 tane yüce dağın yer aldığın yüksekliklerin arasına yerleşmiş olması. Topoğrafyadan da kaynaklanan “tecrit duygusu”.
Hakkari’de çoğu kez, sadece “bir avuç gökyüzü” görünüyor. Türkiye’nin bir parçası gibi değil, sanki bir başka gezegende imiş gibi evrenin güzel bir köşesinde bir başına yaşar bir hali var Hakkari’nin.
Sermayesi militanlık
Ne sanayi var, ne ticaret. Doğal uzantısı olan Irak Kürdistanı ile sınırları mühürlenmiş, sınır çizgisi karakollar ve Silahlı Kuvvetler’in yığınak alanı, aynı zamanda da PKK’nin silahlı güçlerine geçit veren, derin vadilerle yarılmış, yasaklanmış yaylaları, yakılmış ormanlarıyla yüzyıllar boyu temel geçim kaynağı olan hayvancılığın öldüğü bir “yurt köşesi”.
Hakkari’nin “Türkiye içinde huzur bulması”nın önemli ipuçlarından biri, paradoksal olarak, bölgenin güneyi ile doğal, geleneksel ve tarihi bağlarının –böylece ekonomisi ve ticaretin de- canlanmasına imkan verecek şekilde, iki sınır kapısının, özellikle Çukurca’daki Üzümlü kapısının açılması.
Bu olduğu takdirde, Hakkari-Dohuk arası 1,5, dolayısıyla Hakkari-Erbil arası yaklaşık 3 saate inecek. Birinci Dünya Savaşı sonrası çizilmiş sınır, haritada değilse de fiilen silinmiş olacak. Hakkari’nin “Türkiye içinde kalması” da garanti altına alınmış olacak.
Hakkari bugün böyle olmadığı, böyle yaşamadığı için, varolan tek sermayesi, “siyasi militanlık” haline gelmiş. “Siyasi militanlık”ın belkemiği ise 14-16 yaş ortalamasındaki çocuklar. Herbirinin başından dipçik, dayak, gaz bombası geçmiş.
Hakkari’de yaptığınızı Trabzon’da yapabilir misiniz?
Öyle bir alanda, bir süredir Kürt sorununa çözüm çalışmalarını yürüten, Türkiye’nin biraraya gelmesi imkansız şahsiyetlerini bu amaçta buluşturan ve gözlemlerini yakın geçmişte Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile paylaşan Ekopolitik adlı düşünce kuruluşunun, son bir yıl içindeki “ikinci Hakkari buluşması”na gittik.
Bir süredir, Belediye’nin öncülüğünde yavaştan ve kendiliğinden“çift dil” uygulamasına geçen küçük kentin tek salonu 500’ü aşkın kişiyle, aramızda Ülkücü Hareket’in bir dönemdeki en önemli isimlerinden Musa Serdar Çelebi’nin de bulunduğu bizleri dinlemek için hıncahınç dolmuştu.
Dinleyicilerin içleri de dolmuş, birikmişti. Konferansın soru-cevap bölümünde, salonda Vali’nin –bu arada Muammer Tuncer, Türkiye’nin Hakkari için bulabileceği en akıllı, en çaplı genç yönetici- yer almasına bakmazsızın, gençler ayağa kalktı, “Şehit Namirin” (Şehitler Ölmez) diye tempo tuttular.
Türkiye’nin batısındaki aynı sloganın Kürtçesi ama yüklenen anlam Hakkari’de farklı. “Şehit”, 27 yılına giren silahlı çatışmada toprağa düşen PKK’li Kürtleri ifade ediyor.
Herşeye rağmen, Hakkari toplantısı önemliydi, en ufak bir saldırganlık yaşanmadı. Bir Kürt, “Aynı içerikte bir toplantıyı, aynı kadroyla örneğin Trabzon’da yapabilirseniz, Kürt sorunu çözülme yönünde önemli bir mesafe alabilir” dedi.
Doğru söylüyordu. İş, bu yönüyle aynı zamanda bir de “Türk sorunu”; yani Türkiye’de Kürtlerin “eşit vatandaş” olmaktan doğan haklarının Türkler tarafından da desteklenmesi hayati önem taşıyor.
Hakkari’den üç-dört saat ötedeki Van, bambaşka bir dünya. Gerçi, Van’ın 450 binlik şehir nüfusunda, 60 binlik şehir nüfusuna sahip olan Hakkari’den –göçler nedeniyle- daha fazla Hakkari’li yaşıyor ama Van, bir ucu Doğubeyazıt’a, bir ucu Bitlis ve Siirt’e, hatta İran’ın Batı Azerbaycan eyaletinin merkezi Urmiye’ye kadar uzanan, Tebriz’e de uzanabilecek olan çok geniş bir bölgenin tartışmasız merkezi haline dönüşen, cıvıl cıvıl bir kent.
Yarın-öbürgün Ermenistan sınırının açılması durumunda, “uluslararası” bir merkez haline gelmesi de işten değil. Ayrıca, Hakkari ile arasındaki mesafeyi 1,5 saate indirecek projeler söz konusu.
Türkiye’nin o yöresinde, 21. Yüzyıl’ın ilk çeyreğinin sonlarında, Türkiye’nin Ankara’dan “güvenlik öncelikli” bir “katı merkeziyetçilik”le yönetilemeyeceğini kolaylıkla sezebiliyorsunuz.
Toprak bütünlüğünden de önemlisi
Sorun, ülkenin öncelikle “toprak bütünlüğü”nü güvence altına almak değil. Gerçekçi olmak gerekirse öyle bir “tehdit” söz konusu değil çünkü. Asıl önemlisi, o toprakların üzerinde yaşayan insanların “Türkiye bağlılığı”nı güvence altına almak.
Bölgede Türkiye’nin genç ve gelecek kuşaklarının hatırı sayılır bölümü, Türkiye ile duygusal bağlarını kopartmış durumda. Onları geri kazanmak şart.
Onları, “Kürt çocukları”nı geri kazanmanın yolu ise, “güvenlik önlemleri”ni arttırmaktan, askeri hesaplar yapmaktan, Heron vs. satın almaktan falan geçmiyor. Bu yol ve yöntemle yitirildiler zaten.
Murat Belge, Ekopolitik’in Van toplantısında konuşurken, “Barış yapmanın savaş yapmaktan çok daha zor, barışın savaştan çok daha kırılgan olduğunu” söyledi. “Barış için 20 yıl didinirsiniz, bir provokasyon, tek bir eylemle 20 yıllık emeğin boşa gittiğini görebilirsiniz” dedi.
Barış, bugün öncelikle “Kürt çocukları” ile barışmak anlamına geliyor.
Paylaş