Paylaş
Canan Barlas, bir ara, “İstanbul, bunca yıldır yaşadığım İstanbul hiç bu kadar güzel olmadı. İstanbul, son zamanlarda çok güzelleşti” dedi. Şaşkınlıkla onu dinlerken, Mustafa Karaalioğlu atıldı ve “Gerçekten” diye onayladı, “Özellikle son iki yıl içinde çok güzelleşti.”
Bunun üzerine dayanamadım, “Şaka ediyorsunuz herhalde. Siz nerede yaşıyorsunuz? İstanbul, özellikle son iki yıl içinde çirkinleşti ve giderek de çirkinleşiyor” diyerek müdahale ettim. Cumhurbaşkanı konuya pek girmedi. Bizim aramızdaki tartışmayı izledi.
İflah olmaz “İstanbul aşıkları”ndan biri olarak, 33 yıldır yaşadığım şehrimin “çirkinleşmesi” bana ciddi acı veriyor. Amacım “eleştirel” olmak değil, her gün daha da çirkinleştiğini, estetik yoksunluğunun egemen olduğu, “devasa bir Üçüncü Dünya taşrası”na dönüşen İstanbul’un bu halinden duyduğum sıkıntıyı dile getirmekti.
Teşhisi doğru koymadan, doğru tedaviyi belirlemek de mümkün olamaz.
*** *** ***
Milliyet gazetesinde, dün, Güngör Uras’ın “İstanbul’un marka değerini düşürüyoruz” yazısını okurken, gözlemimde yanılmadığımı görerek rahatladım; aynı anda da İstanbul için içim daha da burkuldu.
“ABD'de yayımlanan ve de pek çok satan ‘Gecekondular Gezegeni’ isimli kitapta İstanbul, dünyanın en fazla gecekonduya sahip kentlerinden biri olarak anılıyor” cümlesiyle yazısına giren Güngör Uras, Amerikalı yazar Mike Davis’in 2007 baskılı “Planet of Slums” (Gecekondular Gezegeni) adlı kitabında, gecekondulaşmanın şehirlerin sadece fiziki yapısını değil, sosyal yapısını ve yaşam şartlarını da rezil ettiğine değindiğini aktarıyor ve yazarın “Bu mikrop bir defa şehrin kanına girdi mi, bir daha çıkmaz” saptamasına yer veriyor. Sözkonusu kitabın yazarı, şunu da ifade ediyor:
“Gecekondudan sonraki aşama yarı gecekondu, ondan sonraki aşama ise süper gecekondudur. Gecekondu mikrobuna bulaşan şehrin kaderi budur.”
En korktuğum şey de bu; İstanbul’a bu mikrobun “çıkmayacak şekilde” bulaşmış olması. Ya da “metastas” yapacak türden “gecekondulaşma kanseri”nin “terminal safhası”na girmiş olması.
Nitekim, Güngör Uras, tümüyle paylaştığım şu satırlarda kendi gözlemini dile getiriyor:
“İstanbul, büyüdükçe Bizans’ın, Osmanlı’nın İstanbul’u kayboluyor. ‘Gecekondu kültürü ve yaşamı’ İstanbul’a hakim oluyor. İstanbul’a göç edenler, İstanbul yaşamına uyacak yerde İstanbul yaşamını terk ettikleri kırsal alanlar düzeyine (aşağıya) çekiyor. Sokaklarını işsizlerin ve alt gelir grubundakilerin doldurduğu, yollarının kilitlenen trafikten bloke olduğu, TOKİ’in desteğiyle otoyol kenarlarında süper gecekonduların yükseldiği bu kent, giderek ‘İstanbul’ olmaktan çıkıyor. Rengi, karakteri olmayan, kendine özgü bir gecekondu kentine dönüşüyor.”
Elbette ki bir zamanların Taşlıtarla tipi, Üçüncü Dünya ülkeleri banliyölerindeki “bidonville” tipi ya da Rio de Janeiro’nun “favela”larındaki gecekondular yok. İstanbul’un “yeni gecekonduları”, yeşilin katledildiği alanlar üzerinde yükselen bir kaç katlı çirkin, kişiliksiz beton yığınları.
Bunun, karmaşık bir “sosyolojik sorun” olduğunun tabii ki farkındayım. Ama, İstanbul’un bir “mega gecekondu kenti” haline dönüştüğü gerçeğini, yapabileceğimiz “sosyolojik analizler” değiştirmiyor.
*** *** ***
İstanbul ile ilgili “sorun”, muhtemelen, aslında daha derin bir “siyasi” sorun. Son günlerde, ne kadar fark ediliyor bilemiyorum ama Türkiye’nin siyasi ortamı giderek “militarize” oluyor. PKK teröristlerine karşı, her gün Kuzey Irak’taki hedeflere savaş uçaklarımızın “tam isabetle” gerçekleştirdiği bombardımanları, evlerimiz ve iş yerlerimizdeki televizyon ekranlarından izliyoruz.
Cumhurbaşkanı, “Şimdilik, işler iyi gidiyor” diyor. Başbakan da durumdan memnun olduğuna ilişkin açıklamalar yapıyor.
Bu arada, her gün İstanbul’un herhangi bir köşesinde motorlu taşıtlar yakılmaya başlandı. Her gün, “megakent”in herhangi bir köşesinde çöp bidonlarına konulan patlayıcıların yol açacağı kanlı sonuçların kaygısı duyulmaya başlandı. Şehrin herhangi bir köşesinde, sabotaj hazırlığında birileri yakalanıyor.
Ve, besbelli, “güvenlik nedenleri”nden ötürü, “Taksim’deki yılbaşı kutlamalarının iptal edildiği!” yetkililer tarafından açıklanıyor.
Kürt sorununa çözüm doğrultusunda “ezber bozma”dan, bilinen yöntemlerle sonuç alınmasının, doğrudan doğruya İstanbul’daki günlük yaşamımızı etkilemekte olduğunun acaba ne kadarımız farkında?
İstanbul gibi bir “tarih hazinesi”nin, çirkin bir “mega gecekondu kenti”ne dönüşmekte olmasının, aynı zamanda, “güvenliksizliği” de beraberinde getirdiğini, bunun temelinde ülkenin “en temel sorunu”na doğru “siyasi çözüm” bulunmamasının yattığını ne kadarımız düşünüyor acaba?
İstanbul’un sorununun, Türkiye’nin sorunu olduğu ve bunun da “siyasi” olduğunu...
Paylaş