Karşımdaki televizyon ekranında, Tayyip Erdoğan’ın o meşhur “one minute”ını işittiğim anda, bilgisayarın başına geçip, ertesi günkü yazımı yazmaya girişmiştim.
“Arap dünyasının yetimleri Nasır’ın ölümünden bu yana ilk kez Tayyip Erdoğan’da seslerini buldular” mealinde bir cümleyle girişmiştim yazıya. Davos’ta Türkiye Başbakanı’nın, İsrail siyasi elitinin Türkiye’ye en müzahir ismi, Cumhurbaşkanı Şimon Peres ile giriştiği polemik, anlık bir öfkeyle açıklanamazdı; sonuçları da İsviçre dağlarındaki o panel ile sınırlı kalamazdı. Nitekim, Davos atışmasını Mavi Marmara baskını izledi ve nihayet, BM Palmer Raporu ile birlikte, Türkiye-İsrail ilişkilerinde diplomatik ilişki düzeyinde 1980’e geri döndük. Varılan noktanın anlamı, 1980’in çok ötesinde. Türkiye-İsrail ilişkileri tamiri son derece zor bir noktada. Çünkü, 2011 yılındayız. 1990’ların ikinci yarısıyla birlikte ve iki ülkenin istihbarat ve özellikle askeri işbirliğiyle süslenen, ilişkilerindeki “balayı”, 2000’lerin ikinci on yılında “boşanma davası”na ulaştı. Türkiye, şimdilerde Ortadoğu’da, 1960’ların Mısır’ını, Tayyip Erdoğan’da Nasır’ı andırıyor. Türkiye ile İsrail’in kucaklaştığı 1990’larda, önce Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin’in, daha sonra Başbakan Tansu Çiller’in ve nihayetinde Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in İsrail gezilerinin tümünde vardım ve İsrail yöneticilerinin Türkiye’ye yaptığı ziyaretlerin neredeyse tümünü de çok yakından izledim. Ta o zaman, İsrail televizyonuna çıkıp, Türkiye-İsrail ilişkilerindeki manzaranın “aldatıcı”, çünkü “konjonktürel” olduğunu söylemiştim ve İsrail’in Türkiye’deki “askeri otorite”nin siyaset üzerindeki ağırlığını esas alarak, ilişkileri geliştirmeyi düşünmesinin “yanlış” olduğunu, İsraillilerin bu gözlemden rahatsız olduğunu göre göre söylemiştim. Yakınlaşma “konjonktürel” idi Türkiye-İsrail ilişkilerinin düzelmesini, Filistinlilerle (FKÖ) girilen Oslo Süreci mümkün kılmıştı. FKÖ, İsrail ile yüzyüze anlaşma imzalar, Arap ülkeleri İsrail’i tanımak için kuyruğa girerken, Türkiye’nin ilişkiyi 1980’deki düzeyinde tutmasının hiçbir rasyoneli kalmamıştı. Yakınlaşma, eğer, Oslo hedefine yürüyebilse, sürdürülebilir olacak; aksi halde “konjonktürel” kalacaktı. Ancak, bir yandan da, Türkiye, demokratikleştikçe ve AB yoluna oturdukça, ekonomik gelişmeyle birlikte “sivilleşecek” ve “sivilleştiği” oranda İsrail ile yakınlaşma sürdürülebilir olamayacaktı. Zira, Türkiye halkı, Ankara’daki “vesayet rejimi”ni temsil eden “siyasi-bürokratik elit”in yaklaşımının aksine, İsrail’den ve İsrail ile yakın ilişkilerden hazzetmiyordu ve Filistin halkı ile çok güçlü dayanışma duygularına sahipti. Filistin sorunu çözümsüz durdukça, İsrail politikalarında radikal bir değişime gitmedikçe ve Türkiye’nin İsrail ile yakın ilişkileri, Türkiye’ye bölgede İsrail’in “yedek gücü” gibi tutmanın ötesinde bir anlam taşımayacaktı ve bu da Türk bilinçaltında rahatsızlık biriktirecekti. “Bölgesel güç”e İsrail meydan okuması Türkiye’nin G-20 üyesi olabilecek bir ekonomik performans ile “bölgesel güç” olarak yükselmesinin üreteceği dinamiklerin, bir vesilede, Türkiye ile İsrail’i karşı karşıya getirmesi kaçınılmazdı. Türkiye, Ortadoğu’da “bölgesel güç” olarak yükselirken, adı konmadan ve ilan edilmeden, İran ile rekabet etmek durumundaydı ve rekabetin ölçüleri ve sınırlarını İsrail ile ilişkiler belirliyordu. İsrail’in, kendisiyle Suriye arasında Türkiye arabuluculuğunun sonuç vermesine ramak kala, 2009’da giriştiği Gazze saldırısı, Türkiye’ye “bölgesel güç” konumuna ve işlevine İsrail’in koyacağı sınırları gösterdi. Davos’taki “one minute”, Türkiye-İsrail ilişkilerindeki bozulmanın başlangıcı değil, İsrail’in Gazze saldırısı ve Türkiye’nin arabuluculuk rolünün boşa çıkarılmasıyla, Türkiye’nin “bölgesel güç” konumuna meydan okumasının sonucudur. Mavi Marmara, siyasi-stratejik mesajıyla İsrail’in “Doğu Akdeniz’in jandarması” olduğunun deklarasyonudur. Bu nedenle, Türkiye’nin “özür”de ısrar etmesi, hukuki ve ahlaki meşruiyeti bir yana, bir bakıma, İsrail’in Türkiye önünde siyasi olarak eğilmesini ifade edecekti. Netanyahu hükümetinin güçlü İsrail’li eleştirmenlerinin, bu arada, Haaretz gazetesinin, İsrail’in stratejik kazancı için “Türkiye’den özür dilenmesini” savunmaları ya da “taktik zafer için stratejik işbirliğini feda ettiğini” öne sürmelere bana pek isabetli görünmüyor. İsrail’in “özür”e direnmesinin ardında, tersine, “stratejik hesaplar” yatıyor. Türkiye’yi “stratejik dostu” görmemek yatıyor ki, bunda yanılmıyor. Türkiye, mevcut “Ortadoğu denklemi”nde, İsrail’in “stratejik dostu” değildir ve olamaz. İsrail gibi Amerika’nın başını çektiği uluslararası sistemin “kutsal ineği”ne Türkiye’nin, Doğu Akdeniz’de askeri çatışma tehdidi içeren sertlikte bir tavır alabilmesi için ya çok çılgınca ve maceraperest bir politikaya sapmış olması veya bunu yapabilecek sağlam kartları elinde toplamış olması gerekiyor. Ahmedinejad’ı, Sudan lideri Ömer el-Beşir’i kucaklamasıyla, Kaddafi’den ödül almakla, Başşar Esad’la “kanka” olmakla Batı’da kaşları havaya kaldıran Tayyip Erdoğan, bugün, sadece “Arap sokağı”nın değil, Arap ayaklanmalarına kol-kanat gerdiği için Arap demokratlarını da heyecanlandıran, İran’a karşı bölgede “moral üstünlük” elde etmiş olan ve “füze kalkanı radarı”nın Türkiye’ye yerleştirilmesiyle ve Libya’da oynadığı rol ile NATO’nun desteğini almış etkili bir ülke konumunda. Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de İsrail’in yüksek teknolojili deniz gücü ve hava kuvvetlerine karşı çatışmaya girebilecek bir askeri gücünün olmadığına ilişkin Washington’da teknik analizler yapılmaktaysa da, konu bu değil. Eli kulağında bir silahlı çatışma beklenmesi mantıksız. Önemli olan, Türkiye’nin İsrail’e karşı tüm Ortadoğu’nun “siyasi liderliği”ni ele geçirme doğrultusu ve bunu yaparken ABD ve Batı’yı kendisine karşı “silahsızlandırmaya” nasıl, hangi diplomatik adımlar atarak baktığı. Türkiye’nin “Aşil Topuğu” Gelinen noktada Türkiye’nin “Aşil Topuğu”, İsrail ile tamiri –eğer o da olabilirse- çok uzun bir süre sonuna ertelenmiş kötü ve gerginleşen ilişkileri değil. Kendi Kürt sorununu, İsrail’e meydan okuyacak kadar kendisini güçlü ve özgüven sahibi hissederek, bildik, denenmiş yöntemlerle artık şimdi çözebileceğini düşünmeye başlaması. Buradaki hata, tüm uluslararası-stratejik hesapları da bozabilir. Burada duralım. Arkası gelecek. (Bir ay önce izne başlarken olduğu gibi değil, gerçekten gelecek...)