“Fırlama”nın son yolculuğu...

Ufuk, fırlamanın biriydi!

Haberin Devamı

Ufuk Güldemir için dün Habertürk’ün önünde düzenlenen törende söz alanlardan birinin söze bu cümleyle, onu en kestirmeden, en doğru ve onu, muhtemelen, en mutlu edecek bu cümleyle başlamasını beyhude yere bekledim durdum. Zira, en karakteristik özelliği eşi bulunmayacak cinsten bir “fırlama” olmasıydı.

Az ötede, tabutun içinde Ufuk’un cansız bedeni, onun üzerinde Ufuk’un tüm canlılığını gösteren koca bir fotoğrafı süzerken, gözümü daha yukarılarda dolaştırıyorum. Bedenden kurtulmuş ruhuyla aşağıda bizleri süzdüğünü zihnimden geçiriyorum. Merakla, kendisi için kimin neler söyleyeceğini dinliyor olmalıydı. Heyhat, hiç kimse, “Ufuk, fırlamanın biriydi” diye söze başlamadı. Oysa, Ufuk, fırlamanın biriydi ve bunu en iyi kendisi bilirdi.

Bazı söylevler giderek hüzünle kaplandı ve Ufuk için tören, giderek bana Aziz Nesin’in ünlü öyküsü “Kazan Töreni”ni hatırlatmaya başladı. Ne de olsa Türkiye’deyiz. En ön sıraya birkaç aile mensubunun dışında, hasbelkader TBMM sıralarına oturmuş eski milletvekilleri, TBMM dışında kalmış siyasi parti genel başkanları ve bir bakan oturmuştu.

Haberin Devamı

Ömründe protokola metelik vermemiş olan Ufuk için “okul müsameresi”ni daha çok andıran bir tören ve törene yerleştirilmek için özen gösterilen hüzün. Ufuk gibi bir fırlama, sonsuza yolculuğunun başında bir fırlamalık yapıp, ortaya fırlamak isteyecek ve gazete yönettiği vakit ortaya çıkan üründen memnun kalmayınca “sayfayı devirin” ya da televizyon yöneticisi iken “yayın akışını devirin” der gibi –bunu sık sık der, yapar ve yaptırırdı- “Töreni devirin; hüzün ve elemi bırakın. Beni, ben gibi anın. Ben fırlamanın biriydim; benimle ilgili her anınız benim fırlamalıklarımla ilgili. Hepinizin aklından geçtiğim an, aklınıza nice anekdot geliyor ve ağızlarınız kulaklarınıza yayılıyor. Beni doğru dürüst anın” diye haykıracak diye bekledim. Hem de istedim.

Benim için, işin en hüzünlü tarafı, Ufuk’un böyle yapamayacak bir konuma geçmiş olmasıydı.

 

Haberin Devamı

***     ***    ***

 

Cami avlusunda, içimden geçmiş olan bu duyguları Sedat Ergin’e naklettim. Onayladı. Birden Heath Lowry atıldı, mükemmel Türkçesi ile, “Bu hergeleyi her gördüğümde ben konuşmaya başlamadan önce gülmeye başlardım. Bir insan, diğerini görünce, hem de benim gibi bir insan güler mi!” diye gülerek Ufuk’u anlatmaya koyuldu. Princeton Üniversitesi’nintarih profesörü Heath Lowry, Sedat’ın Robert Kolej’den hocası, Ufuk’un en kadim, en sevgili dostlarından biridir. O öyle diyorsa, öyledir.

Hasan Cemal kadar Ufuk ile özel ilişkisi, Ufuk’un hayatında yeri ve izi olan kim olabilir ki. Aynı gözlemi, mezarlıkta, bu kez Hasan’a anlattığımda, “Lafı ağzımdan aldın. Televizyonlara aynı sözleri tekrarlamaktan sıkıldım. Az önce benimle en son konuşan televizyon kanalına, Ufuk’un bir haber fırlaması olduğunu söyledim” dedi.

Haberin Devamı

Haber fırlaması değildi sadece, bir hayat fırlamasıydı.Kendi çevresinde bunca sevgi halesi oluşturması da ondan ötürü olmalıydı. Tarihin 1956-2007 arasındaki dönemine, Türkiye’de ve Amerika’nın Washington’unda dahil olmuş bir “afacan” çocuğu. Her anlamda.

 

***       ***     ***

 

Kim ne kadar farkında bilemiyorum ama Ufuk, 1970’li yılların son yıllarından başlayarak birbirlerini tanıyan, daha sonra yolları ayrılmış, hatta hasım konumlara düşmüş nice insanı cenazesiyle buluşturdu; birbirleriyle helalleştirdi. Yaşarken bunu beceremezdi. Ölümüyle, bugünlerde pek rastlanamayacak türden karşılıklı bir sevecenlik ve hoşgörüyle yüzlerce, binlerce insanı sarmaş dolaş yaptı.

Haberin Devamı

Onca yıl birbirini görmemiş olan, gördüklerinde gözlerini çevirmiş, yollarını değiştirmiş olan insanlar, birbirlerine sarıldıklarında aslında Ufuk’a sarılıyorlardı. Ya da Ufuk, bir eliyle birini, diğeriyle diğerini çekip birbirleriyle kucaklaştırıyordu.

Ölümüyle birlikte, beni çok şaşırtan bir durum da meydana geldi. Ufuk’la ilgili Türkiye nüfusunun önemli bir bölümüne mikrofon uzatıldı. Her gün her konuda kapımı aşındıran televizyon kanallarından hiçbiri, bana mikrofon tutmadı. Özellikle, kurulduğu gün ekranına oturduğum, Habertürk’ü Habertürk yapan 11 Eylül anında ve gün boyu, Ufuk’un birkaç metre ötesinde, ekranda bulunan ben, sanki Habertürk ambargosuyla karşılaştım.

Haberin Devamı

Nedenini bilmiyorum ve merak da etmedim. Çünkü, gözüm üç gündür Cum’a takıktı. Cum yani Cumhur. Ufuk’un biricik kızının, Su’nun annesi. Ufuk, ona Cum derdi; dolayısıyla biz de. Cum, Ufuk’u Ufuk yapan onlarca yıl, ardında duran “meçhul asker”di. Son nefesini verdiği andan, toprağa bırakıldığı ana dek, yine bir “meçhul asker”di o. Vakarını hiç bozmadan...

Ve, Gaya... Ufuk’un Antakyalı Ortodoks eşi. Onlarınki, bir “Tahir ile Zühre” öyküsü gibiydi. Gaya, Ufuk’un en kahırlı ve en canlı son yılında ona eşsiz bir yoldaş oldu. Birbirlerine doyamadılar. Gaya’yı da, dün, bir vakar abidesiymiş gibi süzdüm.

Ufuk, şanslı bir adamdı. Karıları da Ufuk’la yaşamış oldukları için şanslı.

Biz, arkadaşları, sayısız dostu, onu tanıyanlar da.

Bizim fırlamayı dün uğurladık. Hayatımızda artık öyle bir fırlama olamaz. Adeta yetim kaldık...  

Yazarın Tüm Yazıları