*** *** *** Cami avlusunda, içimden geçmiş olan bu duyguları Sedat Ergin’e naklettim. Onayladı. Birden Heath Lowry atıldı, mükemmel Türkçesi ile, “Bu hergeleyi her gördüğümde ben konuşmaya başlamadan önce gülmeye başlardım. Bir insan, diğerini görünce, hem de benim gibi bir insan güler mi!” diye gülerek Ufuk’u anlatmaya koyuldu. Princeton Üniversitesi’nin tarih profesörü Heath Lowry, Sedat’ın Robert Kolej’den hocası, Ufuk’un en kadim, en sevgili dostlarından biridir. O öyle diyorsa, öyledir.Hasan Cemal kadar Ufuk ile özel ilişkisi, Ufuk’un hayatında yeri ve izi olan kim olabilir ki. Aynı gözlemi, mezarlıkta, bu kez Hasan’a anlattığımda, “Lafı ağzımdan aldın. Televizyonlara aynı sözleri tekrarlamaktan sıkıldım. Az önce benimle en son konuşan televizyon kanalına, Ufuk’un bir haber fırlaması olduğunu söyledim” dedi.Haber fırlaması değildi sadece, bir hayat fırlamasıydı. Kendi çevresinde bunca sevgi halesi oluşturması da ondan ötürü olmalıydı. Tarihin 1956-2007 arasındaki dönemine, Türkiye’de ve Amerika’nın Washington’unda dahil olmuş bir “afacan” çocuğu. Her anlamda. *** *** *** Kim ne kadar farkında bilemiyorum ama Ufuk, 1970’li yılların son yıllarından başlayarak birbirlerini tanıyan, daha sonra yolları ayrılmış, hatta hasım konumlara düşmüş nice insanı cenazesiyle buluşturdu; birbirleriyle helalleştirdi. Yaşarken bunu beceremezdi. Ölümüyle, bugünlerde pek rastlanamayacak türden karşılıklı bir sevecenlik ve hoşgörüyle yüzlerce, binlerce insanı sarmaş dolaş yaptı.Onca yıl birbirini görmemiş olan, gördüklerinde gözlerini çevirmiş, yollarını değiştirmiş olan insanlar, birbirlerine sarıldıklarında aslında Ufuk’a sarılıyorlardı. Ya da Ufuk, bir eliyle birini, diğeriyle diğerini çekip birbirleriyle kucaklaştırıyordu.Ölümüyle birlikte, beni çok şaşırtan bir durum da meydana geldi. Ufuk’la ilgili Türkiye nüfusunun önemli bir bölümüne mikrofon uzatıldı. Her gün her konuda kapımı aşındıran televizyon kanallarından hiçbiri, bana mikrofon tutmadı. Özellikle, kurulduğu gün ekranına oturduğum, Habertürk’ü Habertürk yapan 11 Eylül anında ve gün boyu, Ufuk’un birkaç metre ötesinde, ekranda bulunan ben, sanki Habertürk ambargosuyla karşılaştım.Nedenini bilmiyorum ve merak da etmedim. Çünkü, gözüm üç gündür Cum’a takıktı. Cum yani Cumhur. Ufuk’un biricik kızının, Su’nun annesi. Ufuk, ona Cum derdi; dolayısıyla biz de. Cum, Ufuk’u Ufuk yapan onlarca yıl, ardında duran “meçhul asker”di. Son nefesini verdiği andan, toprağa bırakıldığı ana dek, yine bir “meçhul asker”di o. Vakarını hiç bozmadan...Ve, Gaya... Ufuk’un Antakyalı Ortodoks eşi. Onlarınki, bir “Tahir ile Zühre” öyküsü gibiydi. Gaya, Ufuk’un en kahırlı ve en canlı son yılında ona eşsiz bir yoldaş oldu. Birbirlerine doyamadılar. Gaya’yı da, dün, bir vakar abidesiymiş gibi süzdüm.Ufuk, şanslı bir adamdı. Karıları da Ufuk’la yaşamış oldukları için şanslı.Biz, arkadaşları, sayısız dostu, onu tanıyanlar da.Bizim fırlamayı dün uğurladık. Hayatımızda artık öyle bir fırlama olamaz. Adeta yetim kaldık...","author": [{"@type": "Person", "name": "Cengiz ÇANDAR", "url": "https://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/cengiz-candar/"}],"publisher": {"@type": "Organization","name":"hurriyet.com.tr","logo": {"@type": "ImageObject","url": "https://image.hurimg.com/i/hurriyet/100/0x0/590c24950f25442978242248.jpg","width": 230,"height": 60}}}