Paylaş
Tarihte böyle bir olay olmadı. Bu da, bir “Türkiye ilki” olarak kayıtlara girdi.
Olay, bugüne kadar görülmemiş vahamette. 25 milyon dolayında bir taraftar kitlesi olduğu düşünülen bir spor kulübünün “gözbebeği” niteliğindeki futbol takımının tümünü “imha etmeye” yönelen, “katliam” boyutları kazanacak cinsten bir “suikast”, bir “mucize” eseri tasarlanan sonucu vermiyor.
Fenerbahçe takım otobüsünü Rize’den Trabzon havalimanına taşıyan otobüse karşı girişilen silahlı saldırı sonucunda otobüste bulunan 41 kişinin bir “mucize” sonucu sağ kurtulması, olayın vahametini ortadan kaldırmıyor. Bu olayın arkasındaki failler ortaya çıkartılmadığı takdirde, Türkiye’nin önünün daha da kararacağını söyleyebiliriz.
Silahlı saldırının yapıldığı yer, yapılış tarzı ve elde edilmesi tasarlanan sonuç, bir araya getirildiğinde kendiliğinden bir “dehşet tablosu” ortaya çıkıyor.
Gece on buçuk suları. Karanlık. Otobüs, tam yerden ün o sırada yerden 20 metre yükseklikte bir viyadükten geçmekteyken, şoförün başına nişan alınarak, hedef vuruluyor. Bir-iki santimlik bir sapmayla ve dahası, otobüsün 20 metreden aşağıya uçması biraz da şans eseri engellenerek, “katliam” önlenmiş oluyor.
Saldırının, Trabzon Valisi’nin dün göstermeye çalıştığı gibi “yerel” bir olay olmadığı –Vali olaya ilişkin ilk açıklamasında da “taş atıldı” demek gafletinde bulunmuştu - kolaylıkla anlaşılabiliyor.
Nitekim, Fenerbahçe’nin futbolcularından, aynı zamanda Çek milli takımında da oynayan Michal Kadlec, Alman Bild gazetesine, saldırının “planlı bir eylem” olduğunu ifade ederek, “Birileri, köprü üzerinden geçeceğimizi biliyordu. O nedenle orada ateş etti. Olayın bu şekilde sona ermesi bir mucize” açıklamasını yaptı.
Olayın cereyan ettiği yer, Fenerbahçe’yi hedef almış olması, yapılış tarzı, zamanlaması, vs. iki şeyin söz konusu edilemeyeceğini fazla tartışılmayacak biçimde ortaya koyuyor:
1) Münferit bir eylem değil; 2) Yerel bir gerekçeye dayanan, yani Fenerbahçe-Trabzonspor arasına ekilmiş olan “kan davası” tohumlarıyla açıklanabilecek bir eylem de değil.
Olayı duyduğum ilk anda, bunun Fenerbahçe üzerinden “Türkiye’ye yönelik bir suikast” olduğu kanaatine vardım. Ertesi gün, TBMM Başkanvekili ve AKP Kayseri Milletvekili Sadık Yakut da –aynı siyasi görüşlere sahip olduğumuz herhalde söylenemez- benzeri bir tespitte bulundu. Şöyle dedi:
"Bu sadece Fenerbahçe'ye yapılmış bir terör saldırısı değildir. Bu savcının şehit edilmesi ardından İstanbul Emniyeti'ne yapılan saldırının bir devamıdır. Birilerinin Türkiye seçime giderken kargaşa yaratmak, toplumu karşı karşıya getirmek için düzenledikleri bir provokasyondur. Anlaşılan bunlarla sınırlı kalmayacak.”
Seçimlere kadar birçok provokasyon olacağını düşünen çok sayıda insan var. Hatta seçimlerin adil geçmesinden , oyların dürüstçe sayılmasının kuşku duyanlar da çok. Bu düşünceler, bir süredir yayılıyor, bu konular çeşitli mahfillerde tartışılıyor.
Türkiye’ye böyle bir düşünce iklimi, böyle bir ortam egemen olurken, “Fenerbahçe’ye suikast”ın ne demek olduğunu, nasıl sonuçlara yol açabileceğini bir an durup, tasavvur edebiliyor musunuz? Bu nedenle de çok ama çok ciddi bir silahlı saldırı söz konusu.
Ama gerekli ciddiyetle ele alındığı şüpheli. Türkiye’de futbolun, olayın failleri ortaya çıkartılana kadar durdurulması gerekiyordu. Ertesi gün ve daha ertesi gün, ligler devam etti. Türkiye Futbol Federasyonu ve Kulüpler Birliği, yasak savma kabilinden liglere –sadece önümüzdeki hafta geçerli olacak şekilde- bir hafta ara verdiler.
Durumun kabul edilmezliği, en çarpıcı biçimde Fenerbahçe futbol takımı kaptanı Emre Belözoğlu’nun şu sözlerinde sergileniyor:
“Bu tam anlamıyla bir suikast girişimi... Düşünün biz gece 22.30'da öldürülüyorduk bir gün sonra 13:.30'da arkadaşlarımız attıkları gole seviniyorlar. Bu kadar basit mi? Bu iş futbol olmaktan çıktı… Bu iş şampiyonluk mücadelesi falan değil. Spordaki herkes kendi işini Fenerbahçe üzerinden görmek istiyor. Yorulduk. Gerçekten yorulduk. Bizim dışımızda birileri el atsın nasıl çözüm bulacaklar bilmiyorum ama birileri bir şey yapmalı.”
“Yeni Türkiye” amacıyla “Türkiye’nin bitirilişi” sürecinde her türlü kuruma el atılması ve “kurumların çökertilmesi” gerekliliğinden hareketle, futbola da el atıldı. Futbola el atılması, “futboldaki en güçlü kurum” Fenerbahçe üzerinden gerçekleştirilebilirdi.
“3 Temmuz Süreci” adı verilen operasyon ile, o nedenle, Fenerbahçe’nin ele geçirilmesi ve diz çöktürülmesi istendi. Fenerbahçe direndi. Kurum olarak direndi; direnirken gücünü akıl almaz bir direnç gösteren geniş ve hareketli taraftar kitlelerinden aldı.
Fenerbahçe’nin 2011’de başlayan direnişi, özellikle Fenerbahçeli taraftar kitlelerinin 2013’te Gezi’ye aktif katılımıyla, Gezi sonrasında ise Fenerbahçe stadyumunda oynanan her maçın 34. Dakikasında “Her yer Taksim, Her yer direniş” ve en önemlisi “Ali İsmail Korkmaz; Fenerbahçe yıkılmaz” sloganıyla sürdü.
“Sporda anarşiyi önleme” iddiasıyla yola çıkıp, bu futbol sezonunda aslında tribünlerin boşalmasına yol açan Passolig uygulaması gibi önlemler, Gezi sonrasının ve “Fenerbahçe direnişi”nin sonuçlarından biridir.
Bu arada, Fenerbahçe’ye operasyon yapılırken, aslında bitirilen Türkiye’deki futbol oldu. Türkiye’deki futbol keyfi oldu. Bunun göstergesi, Milli Takım’ın halidir. 2002 yılının dünya üçüncüsü olan, 2008’de eksik kadrosuyla Avrupa Şampiyonası’nda 2014 Dünya Şampiyonu Almanya ile yarı final oynayıp, son dakika golüyle kaybeden Milli Takım’ın geldiği noktaya bakın. Avrupa Şampiyonası’nın çok kolay eleme grubunda ilk üçe giremez durumda.
Olan-bitenin, futbolu da “Reis”in kafasına göre biçimlendirmek istenmesiyle yakın ilişkisi var. Futbol, “futbolun Tayyip Erdoğan’ları”na ya da onun hizmetkârlarına teslim edildi. Her kulüp başkanının yolunun “Saray”dan geçmesi sanki mecburi kılındı.
Türkiye’de futbol bitirilirken, halâ tümüyle düşürülmemiş olanlar “imha hedefi” haline geliyor.
3 Temmuz’dan (2011), 4 Nisan’a (2015) gelinen nokta, “ele geçirilmek” istenen Fenerbahçe’den “suikast ile yok edilmek istenen” Fenerbahçe’dir.
3 Temmuz’dan sonra 4 Nisan’ın böyle “simgesel” bir özelliği söz konusu.
2015 Türkiye’sinin görüntüsüne bakın:
Twitter ve Facebook’un yasaklanıyor. Google tehdit altında. İfade özgürlüğü, S. Arabistan ve Suriye ile aynı ligte. İstanbul Adliyesi’nde silahlar patlıyor. Güvenlik görevlileriyle avukatlar birbirine giriyor. Bir savcı, “başarılı operasyon” sonucu hayatını kaybediyor. Savcının hayatının niçin kurtarılamadığı doğru dürüst tartışılamadan, Fenerbahçe futbol takımına suikast yapılıyor. Takım, “katliam”dan mucizeyle kurtuluyor.
Yaşadığımız ülke bu. Ve, iki hafta sonra, hiçbir şey olmamış gibi Türkiye Ligi kaldığı yerden devam edecek. Böyle bir Türkiye’de, hangi futbol takımının lig şampiyonu olacağının önemi kalmış mıdır?
Bu sorunun cevabı, genç sporcuların hayatına kastedenlerin ortaya çıkartılmasından daha mı önemlidir?
Paylaş