Paylaş
1970-1971 yıllarında birisine Lübnan’da yakında iç savaş çıkacağını ve bunun yaklaşık 15 yıl süreceğini, bittikten sonra da ülkenin tam yerine oturmamış olacağını söylese, o kişiye aklını deli nazarıyla bakılırdı.
Ama oldu. Lübnan, acımasız ve uzun bir iç savaş yaşadı.
Ama 1975-76’da başladı o kanlı Lübnan İç Savaşı 1975-76’da başladı ve “Soğuk Savaş”ın bitim günlerinin yakınına, 1989 Ekim sonuna kadar sürdü. Taif Anlaşması’yla sona ermiş sayılana kadar. Malûm, Soğuk Savaş’ın sona erdiğini anlamına gelen Berlin Duvarı’nın simgsel çöküşü 9-10 Kasım 1989 tarihindedir.
Arada iç savaş içi iç savaşlar yani “mini-iç savaşlar”, aralıklı olarak İsrail saldırıları, Güney Lübnan’ın uzun süre İsrail işgali altına düşmesi yaşandı. Ülkenin çeşitli bölümleri de Suriye’nin askerleri ve “muhaberat rejimi”nin denetimi altına girdi.
1982 yılında, Saraybosna’da “Kış Olimpiyatları” yapılmıştı. Beyrut’ta elektrik gelen saatlerde televizyon haberlerinde Saraybosna Kış Olimpiyatları görüntüleri ekrana yansırdı. O sırada birisi çıkıp, “Bir 10 yıl sonra, Saraybosna, Beyrut’tan beter olacak, Bosna’da savaş yaşanacak” dese, ona da deli muamelesi yapılırdı.
Tam da öyle oldu. 1992 yılında Bosna kana bulandı. Saraybosna, zalim bir Sırp kuşatması altına düştü.
Bosna-Hersek’i savaş yıllarında –o da bir tür iç savaş idi; Yugoslavya’nın dinî-etnik nitelikteki iç savaşı- beş kez gitmiş olduğum ve başta Saraybosna, toprağının neredeyse her köşesine ayağım değdiği için bilirim. Sırbistan-Hırvatistan savaşı ile çarpıcı bir hal alan, Yugoslavya’nın parçalanmasının Bosna-Hersek’te çok kanlı bir iç savaşa dönüşmesinden korkuluyordu.
Korkulan oldu. Adım adım gidildi Bosna-Hersek’teki savaşa. 1992-1995 yılları arasında Dayton Anlaşması’yla noktalanana dek, Bosna-Hersek’in üzerine nasıl bir felâket düştüğünü uzun uzun anlatmaya gerek yok.
Anlatmak istediğim, yakın geçmişte, eski Osmanlı topraklarında, hem Ortadoğu’da hem Balkanlar’da “iç savaş”ı yerinde yaşamış, öncesini izlemiş birisi olarak, Türkiye’nin geleceğinden büyük kaygı duyduğumu bir kez daha yinelemek istiyorum.
Kaygım, iktidar sahiplerinin, akıl almaz tavırlarından da besleniyor. Yeni Başbakan, ilk grup toplantısında “1 Toma yerine 5 Toma, 10 Toma” vaadinde bulunuyor. Kendisine “Abi” denilen birBaşbakan Yardımcısı, barut fıçısı haline gelmiş bir ülkede, gerginliğin yatıştırılması yönünde adım beklendiği sırada “Dünyayı başlarına yıkarız” diye açıklama yapıyor. İktidar partisinin yeni yasama yılında ilk icraatı, hak ve özgürlükler bakımından hayli sorunlu, ülkeyi “polis rejimi” haline iyiden iyiye dönüştürecek bir yasa taslağı oluyor.
İktidar sahiplerinin geçen hafta yaşananlardan gerekli hiçbir dersi almadığı ve “güvenlik öncelikli” bir politika ve “tehditkâr” bir dil ile iktidarlarını sağlamaya almayı tasarladıkları anlaşılıyor. “At sahibine göre kişner” özdeyişine uygun biçimde, Cumhurbaşkanı’nın çevresindeki ve altındakiler, başımıza birer “küçük Recep Tayyip Erdoğan” kesilerek, etkili iktidar olunur zannediyorlar.
Tam tersine. Türkiye’yi çok tehlikeli bir yola âdeta göre göre sürüklüyorlar.
Doğru, geçen hafta, can ve mal kaybına yol açan ve asla onaylanamaz saldırganlıklar gerçekleşti. Bütün bunlarda, Kürt siyasi hareketinin de belirli oranlarda kaçamayacağı sorumluluklar olabilir. Onların da, dönüp, “özeleştiri” yapmaları gerekli sayılabilir.
Bütün doğru olmakla birlikte, yaşanan olaylardaki provokasyon, şiddet ve hatta vandalizm görüntüleri, bu arada Kandil’den gelen (ve gelmeye devam eden) sert ve katı açıklamalar, Türkiye’deki “kitlesel Kürt ortamı”na ilişkin olarak, esas alınması gereken şu unsurları ortadan kaldırmıyor:
1. Türkiye’nin Kürtlerinin çok önemli bir bölümü, Kobani üzerinden edindikleri algıdan ötürü, iktidara ilişkin muazzam bir “hayal kırıklığı” içine girmişlerdir ve dokunsan patlayacak hale gelmişlerdir. Hafta içinde yaşanan olaylardaki, görülmemiş ölçüdeki “kitlesel katılımı” görmezden gelerek ve bunun nedenlerini anlamamakta direnerek, bir santim yol alınamaz.
Hele konuyu, günlük siyasetin can sıkıcı bir yönü haline çoktan gelmiş olan partilerarası kısır polemiklerin konusu yapmak ve olan-biteni olduran derinlikleri görmek yerine, HDP’den sanık hatta suçlu yaratmak, bir şeyi çözmeyecektir.
Aksine, siyasi ortamı daha da gerginleştirecektir, ki olan da budur.
2. Türkiye’yi yönetmeye talip irade, Kürt halkının niçin ölümü göze alacak ölçüde “korku duvarı”nı yıkmış olması ve bir büyük “kitlesel barut fıçısı”na dönmesinin derin ve güçlü psikolojisi anlaşılmak zorundadır.
IŞİD denildiğinde, Kürtlerin tüyleri diken diken oluyor. IŞİD onlar için, Şengal’de iki ay önce, Kürtleri –Müslüman ve Ezidi- katliama tabi tutan, Kürt kadınlarını ve kızlarını Musul pazarında, mezatta cariye olarak satan bir canavar.
Şimdi de Kobani, -üstelik sınır ötesinde de değil; Türkiye sınırının üzerinde- ve aynı ihtimal ile yüz yüze. Dahası, Kobani’yi savunanların yarısı, bundan kısa bir süre önce çocuk yetiştiren, okuluna ya da işine gitmekte olan genç kadınlar.
Öylesine “sembolizm” yüklü bir “tarih momenti”ne dönüşmüş vaziyette Kobani.
3. Hal bu iken, bırakın Kobani’ye dönük hareketsizliği, bir de “IŞİD ile PKK aynı şeydir”; “Ne var canım, Kobani’de sadece teröristler kaldı. Orada trajedi filan yok; iki terörist örgütün çatışması” var söylemi tutturur ve bu bakış açısıyla pozisyon alırsanız, vatandaşlarınızın en az beşte birini oluşturan koca bir halkın, içine “onur ve namus” dolmuş “barut fıçısı”na, bırakın kibrit çakmayı, “alev topu” fırlatmış olursunuz.
Hele hele, doğru-yanlış, haklı-haksız da, IŞİD’i destek olmuş ve bir şekilde destek olmaya devam eden iktidar “şaibesi” üzerinizden kalkmamış iken...
Geçen hafta olanlar, bu nedenlerden ötürü oldu; bu nedenlerle ilgili olarak oldu. Doğru ve gerekli dersler çıkartılmaz ise, yakın gelecekte çok daha beteri olur.
Olan-bitenden çıkartılacak olan dersler, “daha fazla Toma”, “dünyayı başlarına yıkmak”, “polisin ‘vur’ yetkisi”ni geliştirmek, “Tutuklama gerekçesi olarak ’kuvvetli şüphe’yi ‘makul şüphe’ ile değiştirmek” gibi dersler olamaz.
Değişik ülkelerin basını şu dönem Türkiye haberleri ve yorumlarından geçilmiyor. Türkiye’yi bilen, birçoğu Türkiye’ye sempatiyle yaklaşmış olan, bazıları şu anda Türkiye’nin içinde yazan kalemler, adeta söz birliği etmişcesine, ülkemizin tehlikeli mecralara sürüklenmekte olduğunu yazıyorlar.
Oldukça sık seyahat eden birisi olarak söylüyorum, dış dünyada Türkiye’nin geleceğine ilişkin endişe var. Oysa, birkaç yıl önce, aynı yerlerde, aynı insanlarda Türkiye’ye ilişkin hissiyat, bugün olanın 180 derecede zıttıydı.
Bulunduğunuz mevkiler ve çevrenizdekiler, gerçeklerle bağınızı kopartmış olabilir. O nedenle yazı ile sorayım:
Türkiye’nin nereye sürüklendiğinin farkında mısınız Sayın Cumhurbaşkanı ve Sayın Başbakan?
Bu işten kimse kazançlı çıkamaz. Siz de...
Paylaş