Paylaş
Bu hafta sonu Cumhurbaşkanı Abdullah Gül İran’a gidiyor. Önümüzdeki haftanın ilk üç günü İran’da olacak. Gül, gerek Cumhurbaşkanı ve özellikle Dışişleri Bakanı olarak defalarca İran’a gitti. Bu bakımdan, İran ziyaretinin dikkate değer bir yanı yok gibi görülebilir.
Ama öyle değil. Bu ziyaret iki nedenden ötürü dikkate değer:
1. Bu, daha öncekiler gibi sadece başkenti, yani Tahran’ı kapsayan bir ziyaret olmayacak. Fars kimliğinin merkezi Isfahan’ı ve Azerbaycan’ın merkezi Tebriz’i de kapsayacak olması bakımından bir ilk.
2. Ayrıca, zamanlaması bakımından dikkate değer. Mısır’da Ortadoğu’da tarih yazan gelişmelere denk geliyor. Mısır’daki gelişmelerin, 1979 İran İslam Devrimi’ne benzer yanları ve Müslüman Kardeşler’in iktidara yürüyüşünün başladığına ilişkin yaygın tartışmalar yapıldığı bir sırada, Ortadoğu’da iki farklı “model”den birinin Cumhurbaşkanı’nın diğer “model”e yapacağı ziyaret, ziyarete kendiliğinden bir değer katıyor.
Ortadoğu dengesi her vakit üç ülke üzerine dayandırılmıştır: Türkiye, İran ve Mısır. Her üç ülke, birbirlerine yakın büyük nüfusları, büyük yüzölçümleri ve uygarlık üretmiş olan derin tarihi geçmişleriyle, “Ortadoğu jeopolitiği”nin üç “güç merkezi” olagelmişlerdir.
Ne var ki, 20. Yüzyıl’ın ikinci yarısında üçü aynı dalga boyunda olmamışlardır. Bu olgu “Batı”nın “Şark” üzerinde nüfuzunun da göstergesi olmuş, adeta üçünün aynı dalga boyunda olmaması dizayn edilmiştir.
1950’lerden itibaren, Türkiye ve Şah’ın İran’ı Batılı güvenlik sistemleri içinde yer alırken, Mısır, Nasır’ın dalgalandırdığı bayrak ile Üçüncü Dünya’nın ve Bağlantısızlar Hareketi’nin liderliğini üstlenmişti.
1970’lerin sonlarında Mısır, Nasır’ın yerini alan Enver Sedat’ın Mısır’ı Amerikan yörüngesine yerleştirdiği sırada (1979), İran, İslam Devrimi ile “anti-Batı” bir güç merkezi haline dönüşmüştür.
Türkiye Modeli ve düşünsel temelleri
Şu anda gayet ilginç bir tarih diliminin içine girdik. Türkiye’de, Batı’da birçok merkez tarafından “İslam referanslı” görülen Ak Parti iktidarı var; İran’da teokratik bir devlet konusu ve Mısır’da Müslüman Kardeşler üzerinden İslam’ın hükümranlığının kurulmasının Batı’da korkular, kaygılar yarattığı bir dönemin kapısı aralanıyor.
Bu, elbette, yepyeni bir “tarihi dönem”in başlangıcına işaret ediyor ama tablo, ABD’deki İsrail lobisi ve İsrail’in sunduğu türden, “siyah-beyaz” yalınlığı ve basitliğinde değil.
Türkiye ile İran, birbirlerinden çok farklı iki “model” sunuyorlar ve “Türkiye modeli”, Tunus’tan başlayarak özellikle Mısır üzerinden tüm Arap-İslam dünyasını sarsan gelişmeler için bir “çekim merkezi” haline geliyor.
Aslında, ilginç biçimde, “Türkiye modeli”nin tüm İslam dünyası için geçerliliğini, Abdullah Gül, Dışişleri Bakanı olarak 28 Mayıs 2003 tarihindeki İslam Zirvesi’nde, hem de Tahran’da ortaya koymuştu.
Müslüman ülkelerin, “kendi evlerinin içini toparlaması” gerektiğine vurgu yaparak, İslam dünyasının önündeki “stratejik riskler”den kendini kurtarması için yapılması gerekenleri sıralamıştı.
“Vizyon” olarak tanımlayarak ve altını çizerek “iyi yönetim, şeffaflık ve hesap verebilirlik” gibi ilkelerin her İslam ülkesine egemen kılınması çağrısında bulunmuştu.
Ayrıca, “temel hak ve özgürlüklerin, bu arada cinsiyet eşitliğinin” üzerinde durmuş ve “saptırıcı retorik ve sloganlara yer olmadığını” söylemişti ki, tarif ettiği durum, İslam ülkelerinin en büyük hastalıklarının başında gelmektedir.
Keza, “cehalet, yolsuzluk, insan kaynakları ve doğal kaynaklarının israfı” gibi hastalıkların giderilmesi gerektiğine değinmiş, “herkes için yaşam standartlarının arttırılması, gelir dengesizliklerinin üstesinden gelinmesi ve kent-köy ayrımının aşılması” gereğine de dikkat çekmişti. Ortak manevi değerlerimiz kadar, yani “İslam” kadar, “akılcı düşünce”nin temel güç kaynağımız olması gerektiğini açıkça dile getirmişti.
Tahran’da 2003 yılının ortasında Türkiye’nin Dışişleri Bakanı tarafından İslam ülkeleri için altı çizilen bütün bu hususlar, Arap dünyasındaki çok sayıda ülkede bulunmayan ve önce Tunus, ardından Mısır’da milyonlarca insanın harekete geçmesinin gerekçesi oldular.
Türkiye, mükemmel olmasa da, hala Gül’ün 2003 yılında sıraladığı ilkelerin birçoğunu tam olarak yerince getirdiği söylenemezse de, o yönde 8 yıldır hareket etmekte olan bir ülkedir ve tam da bu yüzden, bugün ayağa kalkan Arap halk kitleleri için kendiliğinden bir “model” haline gelmiştir.
“Arap Sokağı”nın baktığı merkez
Çok uzun yıllardır, “Arap sokağı” kavramı, alaycı değerlendirmelerin konusu oldu. Başta ABD, genel olarak Batı dünyası, içinde bulunduğumuz coğrafyayı baştaki rejimler açısından ele aldılar. Halk kitleleri onlar için, siyaset denklemlerinin içinde yer almadı.
Bu bakış açısı, Türkiye’de de birçok çevrede egemendi. Örneğin, Tayyip Erdoğan’ın “Arap sokağı”nda giderek artan popülaritesine, Arap rejimlerini –başta Mısır’daki Mübarek- rahatsız ettiği iddiasıyla burun kıvırdılar.
Mısır, tüm bu görüşleri ve bakış açılarını yerlebir etti ve Türkiye’yi –demokratik bir Müslüman ülke olduğu için- kendiliğinden Arap-İslam dünyasının “modeli” yaptı.
Tunus’un en güçlü siyasi hareketi an-Nahda’nın (Yeniden Dönüş-Rönesans) başındaki Raşid Gannuşi’den, Mısır’daki Müslüman Kardeşler’in bir bölümünden, liberal Muhammed el-Baradei’ye, Eymen Nur’un Gad (Gelecek) ve demokratik Kifaye (Yeter) hareketine ulaşan geniş yelpazede herkes, kendisine “model” olarak Türkiye’yi seçiyor.
Ummu Dünya-Nusfu Cihan
Mısırlılar, ülkelerine ve başkent Kahire’ye “Ummu Dünya” yani “Dünyanın Anası” derler. Bu, tarihin derinliklerine giden büyük bir özgüvenin ifadesidir. İranlılar için ise Isfahan, “Nusfu Cihan”dır; “Isfahan-Nusfu Cihan”, yani “Cihanın Yarısı”.
Türkiye, “Dünyanın Anası”na “model”, onun “Cihanın Yarısı” ile buluşturabilecek, birleştirebilecek, “Müslüman Demokratik Merkezi”dir yeryüzünün.
İkisi, birbirinden ayrılamaz; Müslüman kültürel kimlik ve Demokratik siyasi kimlik.
Türkiye, bunun için şu tarih döneminde bölgenin en güçlü ülkesidir ve bu iki özelliğine sarıldığı takdirde öyle kalacaktır.
Paylaş