Paylaş
Dün de berabergitticancağızım,?Şimdiyenişeylersöylemeklazım.
Ne kadarsözvarsadüneait,?Şimdiyenişeylersöylemeklazım.?
Mevlana
Tam bir önce, 4 Ocak 2010’da Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, “Yeni Yıl Mesajı”nı Hasan Cemal ile birlikte yaptığımız “Tecrübe Konuşuyor” adlı televizyon programı aracılığıyla vermek istemişti. Dakikalar geçiyor, Cumhurbaşkanı Gül, gazeteci deyimiyle “manşetlik” bir sözü ağzından çıkarmıyordu.
Reklam arasına gitmeden önce damdan düşer gibi basit ve yalın bir soru yönelttim kendisine: “2010 yılı içinde Türkiye’de askeri darbe tehlikesi var mı?”
Yüzünü belli belirsiz alaycı bir ifade kapladı, “Söz konusu değil, artık böyle şeyler geride kaldı” mealinde cevabını tereddüt geçirmeden verdi. “Manşet” kurtulmuştu.
Askeri geri getirmeye gerek var mı?
2010 yılı Cumhurbaşkanı Gül’ü doğruladı. Ağustos ayındaki YAŞ kararları ve Aralık ayında Cumhuriyet tarihinde bir “ilk” olan ve tüm sanıklarını muvazzaf ve emekli askeri personelin oluşturduğu 196 kişilik “Balyoz Davası”nın başlaması, Türkiye’de “askeri darbe ihtimali”ni çok ama çok zayıflattı.
Anayasa Referandumu’nun yüzde 58’lik güçlü bir halk desteğiyle sonuçlanarak, “vesayet rejimi”ne esaslı bir “hukuk darbesi” indirmiş olması da cabası.
Bu alanda 2010’a tek gölge düşüren MGK’nin yıl sonundaki “tek’ler” bildirisi oldu. Demokratik bir tartışma alanına taşınan konulara, bildik türden bir “askeri ayar” verme görüntüsü ortaya çıktı.
Hükümetin buna ihtiyacı yoktu. MGK bildirisinin içeriğini zaten Başbakan güçlü vurgularla dillendirmişti. MGK bildirisi, hükümet eliyle askerin “siyasi alana geri getirilmesi” ve hükümetin pozisyonunu anlamlandırmak için “askere de sığınması” gibi bir algıyı özellikle Türkiye’nin Güneydoğu’sunda oluşturmaktan başka bir işlev görmedi.
Diyarbakır’da “kullanım süresi dolan” söylem
MGK bildirisinin ertesi günü katıldığım bir televizyon programında, 30 Aralık günü yayım kesildi ve Diyarbakır’da konuşan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ü dinlemeye başladık. “Farklılıklarımızın zenginliklerimiz” olduğundan söz ediyor, “Burada nasıl Kürtçe konuşuluyorsa, başka yerlerde Arapça konuşan vatandaşlarımız var” diyerek bunları “kültür mirasımız” olarak selamlıyordu; “hepimiz Türkiye Cumhuriyeti’nin eşit vatandaşlarıyız” demeyi ihmal etmeden.
Programdaki diğer katılımcıya döndüm, “Bu sözlerin kullanım süresi doluyor. 2011 son” dedim. Onayladı.
“Kürt” denemezken, “Kürtçe konuşmak” bile yasak iken, bir Cumhurbaşkanı’nın, Başbakan’ın ağzından bu sözlerin çıkması heyecan verici oldu. Ama artık çıta çok yükseldi. Ülke yöneticilerinin büyük katkısı sayesinde Türkiye’nin ulaştığı gelişme düzeyi, bu basmakalıplaşan cümlelerin çok ötesine geçti.
Abdullah Gül’ün yılın son iki gününe denk gelen Diyarbakır ziyaretinin en çarpıcı değerlendirmesi, yılın ilk günü, 1 Ocak’ta Dilek Kurban’ın Radikal’deki yazısının şu satırlarında:
“Cumhurbaşkanı, Diyarbakır’daki ilk gününde yaptığı konuşmalarda yakın zaman içerisinde anadilinde eğitim, çok dilli kamusal hayat, demokratik özerklik gibi çk ciddi politik talepler üretmiş ve bu talepleri büyük bir siyasi mücadelenin sonucunda geliştirmiş olan bir halkın yaşadığı coğrafyaya gidip bildik devlet memuru tavrı ve söylemini yeniden üretiyor. Tepeden bakan, toplumun zekasını küçümseyen ve taleplerini hiçe sayan, bildiğinden emin olduğu doğruyu tebliğ eden bildik vasat devlet düsturunu tekrar ediyor.”
Ak Parti Grubu’da “Kemalizm”in söylemi
Cumhurbaşkanı’nın “mesajı”nı Başbakan da dün partisinin grup toplantısında kendi uslubunda tekrarladı:
“... Afyon’da yola çıkarken (Ak Parti’nin 2001’de temellerinin atıldığı toplantı) biz ‘etnik, dinsel, bölgesel milliyetçilik yapmayacağız’ dedik... Tek bayrak, tek vatan, tek devlet dedik... TC üst kimliği altında herkes devlet karşısında eşittir. Azınlıklar bu ülkenin birinci sınıf vatandaşıdır. 73 milyonun her bir ferdi birdir, eşitttir...”
Bu “söylem”in de 2011’de “kullanım süresinin dolması” muhtemeldir. Hatta, yılın ikinci yarısında, seçim sonrasında dolacak olması kesindir.
“Etnik, dinsel, bölgesel milliyetçilik” diye bir kavram da, kategori de yok. Bunu “etnik milliyetçilik, mezhepçilik, bölgecilik” diye tercüme etmek daha doğru.
“Tek bayrak, tek vatan, tek devlet” vurgusunu mütemadiyen yapmak ise, 1925’in Takrir-i Sükun Kanunun ve Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nu hatırlatan rejimin “tek’çi” niteliğini ve “tek parti” dönemini zihinlerde canlandıran bir söyleme yol açıyor.
Aksine bir görüş, aksine bir talep olmadığı halde “Resmi Dil Türkçe’dir” diye her kentte, her kürsüde haykırmanın ise “anadilin eğitimi” ve “kamuda çift dillilik” gibi demokratik ülkelerin normal uygulamasının karşısına dikilmekten başka anlam ifade etmiyor. Bu söylemin Türkiye’ye tercümesi, milyonlarca Kürt için geçerli ve zorunlu temel haklara karşı durma niyetinin ifadesi oluyor.
TC vatandaşları, “eşit” falan değiller. Devlet hizmetinde tek bir gayrımüslim vatandaşımız var mı? Bu nasıl eşitlik?
Anadillerinde eğitim hakkına sahip olmayan milyonlarca vatandaşımız, kendilerini nasıl “eşit” hissedebilirler? Mümkün mü?
Herkes “birinci sınıf” ise, “ikinci sınıf” kim? “73 milyonun her bir ferdi birdir, eşittir” söylemi, Kemalist tek parti döneminin “İmtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitleyiz” şiarını çağrıştırmıyor mu?
Devam edeceğiz.
Paylaş