Hükümetin “Yeni ve Demokratik Türkiye” için notunu belirleyecek iki önemli “sınav tahtası” var. Biri, Hrant Dink cinayeti davası, diğeri Uludere hesabı.
Hrant Dink cinayeti davasına yaklaşım, dün belirttiğimiz ve daha önce defalarca altını çizdiğimiz üzere, hükümet açısından bir “turnusol kağıdı” niteliğinde. Çünkü, bu cinayetin gerçekten aydınlatılması, suçun üç-beş çocuk failin üzerine yıkılarak cinayet dosyasının kapatılmaması ve gerçek faillerinin ortaya çıkartılması, tüm bir “devlet sistemi”nin elden geçirilmesini gerektirecek. Çünkü, cinayetin arkasındaki “parmak izleri”, öyle “derin devlet” gibi gizemli bir adresi değil, pek de derinlerde olmayan, yüzeye hayli yakın, çeşitli kurumlarıyla “devlet”i işaret ediyor. Ergenekon-Balyoz, -adli süreçteki tüm yanlışlıklara ve zaaflara rağmen- nasıl “askeri vesayet rejimi”nin geriletilmesi ve Türkiye’nin bir demokratik-hukuk devleti olarak yeniden inşa edilmesinin önünü açması bakımından önem taşıyorsa; Hrant Dink cinayetinin aydınlatılması da eş değerde önemdedir. Hrant Dink, 2007 Ocak ayında Türkiye “Cumhurbaşkanlığı krizi”ne doğru yol alırken, söz konusu “kriz”in habercisi niteliğinde ve muhtemelen krizi derinleştirmek amacıyla öldürüldü.“Cumhurbaşkanlığı krizi”nin hedefi, bugünkü iktidar partisi ve özellikle iki lideri; bugünkü Başbakan Tayyip Erdoğan ve “krizin aşılması” sonucunda Çankaya’ya çıkan bugünkü Cumhurbaşkanı Abdullah Gül idi. “Askeri vesayet rejimi”ne dayalı “devlet sistemi”nin son salvosu, 2008’de Ak Parti’nin kapatılma davasıyla geldi. Ak Parti’nin kapatılma davası, Hrant Dink cinayetiyle açılmak istenen sürecin son istasyonuydu. Hrant cinayeti: Siyasi ve ahlaki sorumluluk Dolayısıyla, iktidar partisinin ve özellikle Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın, Hrant Dink cinayetinin aydınlatılması konusunda siyasi sorumlulukları kadar “ahlaki” sorumlulukları da bulunuyor. Bütün bunlara karşılık, cinayetin üzerine gereğince gidildiği söylenemez. Ergenekon sürecine ilişkin duyarlılık, Hrant Dink cinayetinin aydınlatılması için söz konusu olamadı. Cinayetin arka planının biraz deşilmesi halinde, devlet kurumlarına ve devlet görevlilerine ulaşılabiliyor. En azından, Hrant Dink gibi ülkemizin düşünce ortamında ve demokratik hoşgörü ikliminde olağanüstü bir rol oynama potansiyeline sahip eşsiz bir insanın İstanbul’un ortasında, güpegündüz arkasından vurulmasında, devlet görevlilerinin vahim ihmali bulunduğu apaçık ortada. En azından, jandarmasından polisine uzanan güvenlik birimlerinin değişik ölçülerde ama bir şekilde rol sahibi olduğu kuşkusu mevcut. Cinayetten 24 saat sonra Ogün Samast’ın jandarmayla birlikte Türk bayraklarının altında çektirdiği fotoğraflar hafızalarda duruyor. Ama daha ilk günlerden başlayarak, cinayet, Trabzon’un Pelitli beldesindeki birkaç kişinin ismi etrafında dolandırıldı. Böyle bir yolla, “devlet”, kurumları ve görevlileriyle adeta marke edildi. Oysa, savcıların ve mahkemenin tüm kayıtsızlığı, emniyet teşkilatının tüm hevessizliği ve TİB’in tüm oyalama, ayak sürüme tavrına rağmen, cinayet sanıkları ile olay mahallinde bulunduğu anlaşılan 5 kişi, olay mahalli dışında ise 14 kişiyle telefon görüşmesinin yapıldığı saptandı. Yani, en azından failler, üç-beş değil, en az 15-20 kişi. Ortada, “devlet şemsiyesi”nden yararlandırılan bir “cinayet örgütlenmesi” olduğu seziliyor. Gelgelelim, mahkeme bu “olgu”yu göz önüne almadan muhtemelen haftaya –Hrant’ın 5. ölüm yıldönümünde- karar verecek. O üç-beş kişinin ağır cezaya çarptırılacağı besbelli. Cinayet aydınlanmış olacak mı? Devlet aygıtı ve görevlilerinin cinayetle ilgili sorumluluğu ceza görmüş olacak mı? Uludere’den esirgenen özür İkinci konu, Uludere’de çoğu çocuk 34 vatandaşımızın F-16 bombardımanı sonucu öldürülmesi. Dış basında olayın “Türkiye’nin 11 Eylül’ü” olarak yorumlayanlar dahi var. O kadar iddialı yorumlara gitmeyelim; bazı BDP’liler gibi olayın “planlı ve kasıtlı” olduğunu aklımıza bile getirmeyelim. Ama, yapılan kocaman “yanlış”ın sorumlularının “cezalandırılması”ndan bile vaz geçtik; hükümetin akıl almaz duyarsızlığını nasıl açıklayacağız? Üstelik, hayatını kaybeden 34 kişinin bazıları korucu ailesi mensupları. Aileler, çok ama çok öfkeli. İki “şey”in üzerinde duruyorlar: 1. Hükümetin “özür” dilemesi; 2. “Yanlış”ın “failleri”nin ortaya çıkartılması. Bunu yapmak niçin zor, anlamak mümkün değil. Dersim 1938 için, -kimilerince yarım yamalak sayılsa bile-, özür dileyen, Dersim’e ilişkin devlet arşivlerini açan bir Başbakan, Uludere’deki 34 çocuk için, onları polemik konuşmalarına malzeme olarak kullanmak yerine, özür dilese ne olur? Sadece, büyür. Bunu, hangi mülahazayla yapmıyor? Yapmamasının siyasi getirisi ne? Ben çözemiyorum. İtiraf edeyim, anlamıyorum da. Fakat, Uludere’ye ilişkin iktidar duyarsızlığı ve özür dilememe inadının götürdüğü çok şey var. Elle tutulur, gözle görülür cinsten değil. Ama çok ve çok önemli bir şey yitiriliyor. İktidar sahiplerinin inandırıcılığı, güvenilirliği. “Kamu vicdanı”nda bütün bunlar kayboluyor. Kürtlerin bu ülkeyle “ruhsal kopuşu”nun Uludere ile arttığını sanmıyorum. Bu ülke, onların da ülkesi. “Ruhsal kopuş”, toprağa ilişkin değil. Yani, kimse merak etmesin ve korkmasın “bölünme tehlikesi” söz konusu değil. Uludere katliamı ama daha da önemlisi, ardından takınılan “resmi tavır”, Kürtler ile devlet arasındaki epey zayıflamış “manevi bağlara” hasar verdi mi diye sorarsınız, evet hem de ağır bir hasar. Ak Parti iktidarı, mağduriyetten yola çıkarak, kendini kaybetmeden devletin dümenini ele geçirmesi bakımından ilginç bir deneyimdi. Kendisinin “devlet”e dönüşmeye başlaması ise hiç ilginç değil. Onun içinde erimeye başladığı devleti, onyıllardır tanıyoruz biz. “Devlet” yöneten Ak Parti’ye evet; “devlet”leşen Ak Parti’ye değil.