Paylaş
O günden bugüne polis-adliye ekseninde yaşanan tüm olumsuzluklar onların başına kakılır oldu. Son bir yıllık ve çok kez vahim nitelikteki uygulamayı hatırlatanlara onları bir nevi “pişmanlığa” davet ettiler. Adeta “yetmez ama evet” tavrı almış olmalarından ötürü “özür dilemeleri” beklendi.
Yanlış mı yapmışlardı “yetmez ama evet” diyerek? Bugün gelinen noktada “pişman” olmaları mı gerekiyor?
Günlük hayatın her veçhesinde “maksimalizm” noktasında duruyorsanız, “yetmez ama evet”i doğru bulmaz, sonrasındaki her gelişmeyi kendi “maksimalist” pozisyonunuzun doğrulanması olarak gerekebilirsiniz.
Ama, maksimalizmi stratejik ufuk olarak değerlendiriyorsanız, günlük hayatın her evresinde maksimalist talepler ileri sürüp, kendini orada kilitleyemezsiniz.
“Yetmez ama evet”, böyle bir şey. 12 Eylül referandumundan bu yana yaşanan olumsuzluklar, “evet”in yanlışlığını göstermiyor, “yetmez” kısmının önemini ortaya çıkarıyor.
Anayasa referandumuna “hayır” veya “boykot”, o gün mevcut ve savunulması mümkün olmayan arkaik yargıyı arkalamak anlamına geliyordu. “Evet” doğruydu. Fakat, “yetmez” kaydıyla.
Aynı durum şimdi Başbakan’ın “devlet namına” Dersim katliamına ilişkin “özür”ü için de geçerli.
Dersim için sadece Başbakan’ın “özür”ü ve bunu CHP lideri ile bir polemik konuşmasının içine yerleştirmesi elbette yeterli değil. Arkası da gelmeli.
Dersim’e ilişkin yapılması gereken çok şey var. Ayrıca, tarihimizin kirli, karanlık sayfalarının ve Dersim benzeri nice olayın gün ışığına çıkması gerekli.
Ancak, Başbakan’ın Dersim “özürü”nü hafife de alamayız, almamalıyız ve yapılmamış sayamayız. Başbakan’ın Dersim özürüne “evet”; “yetmez ama evet”.
Dersim: CHP değil devlet
Tek tek bireyler ile toplumlar ve devletlerin yaşamının benzer özellikleri bulunur. Bir birey, nasıl “suç”u ve “günahı”yla yaşamakta zorlanırsa, toplumlar ve devletler de öyledir. Bir birey, nasıl bir dizi iyi ve kötü yanını içinde birlikte barındırırsa, toplumlar ve devletler için de öyledir.
Hatasızlık, yanlışsızlık ve günahsızlık gibi bir özelliği yoktur toplumların da, devletlerin de. Bireylerin suç itirafı, günah çıkartması gibi, toplumlar ve devletler de, önlerine bakabilmeleri ve ilerleyebilmeleri için tarihi bagajlarından kurtulmak isterler.
Dersim katliamı ile yüzleşmek böyle bir şeydir.
Bu noktada doğru değerlendirme yapılması gerekiyor; Dersim’de Atatürk’ten Fevzi Çakmak’a, İsmet İnönü’den Celal Bayar’a, General Abdullah Alpdoğan’dan Cumhuriyet’in ilk kadın pilotu Sabiha Gökçen’e uzanan, değişik ölçülerde değişik düzeylerde sorumluluk söz konusu.
Buradan çıkartacağımız sonuç şudur: Dersim, bir devlet politikasının eseri olan katliam olmuştur. Dolayısıyla, günahı tek başına CHP’nin üzerine yıkılamaz.
Dönem, tek parti dönemidir. Tek parti CHP’dir. CHP ise o günün devletidir. Eğer bugünün CHP’si, o günün CHP’sinin devamı iddiasındaysa, o dönemin sorumluluklarını da miras alıp yüzleşmek durumundadır. Kemal Kılıçdaroğlu’nun kaçtığı, görmezden geldiği de budur. Dersimli olmasaydı bile, CHP Genel Başkanı olarak Dersim yüzleşmesinen kaçamaz.
Ama devlet de devamlılık söz konusuysa, devlet de kaçamaz. “Ak Parti’nin geçmişinde böyle bir şey yoktur; Bu, CHP’nin geçmişidir” demek doğru değildir. Başbakan’ın Dersim’den ötürü özür dilemesi doğrudur, Dersim’den ötürü adeta bugünkü CHP’yi sorumlu tutması doğru değildir. Dersim, parti işi değil devlet işidir.
Tarihin tozlu sayfalarını niçin karıştırırız? Dersim’in üzerine bunca yıl sonra gitmek, olan-biteni geri getirmeyecek. “Dersim’in kayıp kızları” geri gelmeyecekler. Dersim’in ölüleri dirilmeyecekler.
Burada önemli olan, olan-biteni sıfırlamak, yitirilenleri geri getirmek, diriltmek değil, Dersim’e yol açan “zihniyet”i gömmek ve tekrarını önlemek için topluma ve devlete “aşı” yapmaktır.
Katliam savunan zihniyet
Çünkü, Dersim zihniyeti yaşıyor. Bunun en mükemmel örneği dün İsmet İnönü’nün torunu, CHP Milletvekili Gülsüm Bilgehan’ın Milliyet gazetesine gayet içten açıklamasında görülüyor. Dersim’de bir “sorun” olduğuna dikkati çeken Gülsüm Bilgehan şöyle söylüyor:
“Bu sorunun çözülme yöntemi bugünkü insan haklarını uymuyor ama o dönemde başka çare yokmuş zaten. Bence soruna bakmak lazım. Sonuçta bugün Tunceli bölgesi en görgülü, en eğitimli, demokrasiye inanan insanlardan oluşuyor. Mesela sürgünlerden söz ediliyor. O sürgünlerde çok iyi yetişmiş kızlar var. Belki o bölgede, ortaçağ şartlarında kalsalardı o aileleri kuramayacaklardı.”
Bu zihniyet, Fransızların “mission civilisatrice” dediği, sömürgeciliğin “geri” diye niteledikleri halkları “modernleştirme” gerekçesinin ta kendisi. Bu mantıkla, Nazilerin 6 milyon Yahudi’yi katlettikleri “Holocaust”tun 6 milyon Yahudi’nin yüzyıllar sonra ilk kez İsrail adına bağımsız bir devlete kavuşmasına yol açarak hayırlı bir sonuç verdiğine de hükmedebilirsiniz.
Hangisi daha iyi idi “Dersim’in kayıp kızları” için? Sersefil biçimde Dersim’in köylerinde mi yaşamak; yoksa çatal-bıçak tutmasını bilerek Ankara’da, İstanbul’da paşa karıları olarak mı yaşamak?
Kemal Kılıçdaroğlu’nun “Dersim acıyı bal eyledi” sözüyle kastettiği de bu mu acaba?
Bu mantıktan 1915’e ilişkin Ermeniler için de “anlamlı” sonuçlar üretilebilir. Ermeniler “Tehcir” yollarına düşürülmeseler, Yozgat’ın, Sivas’ın köylerinde yaşıyor olacaklardı; oysa şimdi ABD’de, Fransa’da, Arjantin’de zengin iş adamları çıktı aralarından.
Buna mı hükmedeceğiz?
Dersim konusunu, giderek düzeysizleşecek bir iktidar-muhalefet, Ak Parti-CHP polemiğinden çıkartıp, tarihimizle yüzleşme vesilesi haline getirmek, tarihimizin benzer kirli, karanlık sayfalarını açmak zorundayız.
Tarih, hiçbir ülke ve toplum için şanlı sayfalardan oluşmaz. Kanlı sayfalar da vardır. Tarihin günahlarından arınmak, toplumlar ve devletler için, aynı günahları işlemeden yola devam imkanı verir. Toplumun ve devletin sağlığı ve geleceği için önemlidir.
Buysa, günahları örterek yapılamaz. Tarihle yüzleşerek ve “yalan dünya”da yaşamaktan kurtularak yapılabilir.
Paylaş