Paylaş
Çölün ortasında Bayram’a böyle girdik. Nefes kesici güzelliklerin arasında, granit tepeler, kimi yerde kırmızı, kimisinde pembe, kimisinde beyaza çalan rengiyle zaman zaman serap sunan, hafif bir rüzgarda oynaşan kumlarda.
Ürdün’ün en güneyinde, Suudi Arabistan sınırına yakın, turistik broşürlerde Wadi Rum diye yazılı, Arapça telaffuzu Türkçe harflere döküldüğünde Vadi Ram sesi veren, kimilerinin topoğrafyasına bakarak “Ay Vadisi” diye nitelediği eşsiz güzellikteki bu ilahi toprakların benim için bir başka özelliği daha vardı; Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlılara karşı Arap ayaklanmasına yardımcı olan ve Arap kabilelerle Mısır-Filistin hattındaki İngiliz birlikleri arasında eşgüdümü sağlayan Lawrence’in karargahıydı burası.
Kayaların üzerine çıkıp, çölü ve vadiyi daha geniş boyutlarda göreceğim yerler seçiyordum; tarihimizdeki yaygın kanaate göre,“Arapların arkamızdan vurdukları” karargah alanını gözlerimle tarıyor ve Lawrence’i gözümün önünde canlandırmaya çalışıyordum. Hicaz demiryolu az öteden geçiyor. Katar sesi, sadece sabaha karşı erken öten horozların yardığı çöl sessizliğini bozuyor.
Bayramın ikinci günü ise Akabe’deydim. Kızıldeniz’in ucunda. İşte, Lawrence ve onunla birlikte hareket eden Arap bedevi kuvvetleri Vadi Ram’dan inerek, Akabe’yi ele geçirmişlerdi.
Bayramın üçüncü günü ise, Ölü Deniz’in kıyısından, karşı kıyıyı, Filistin’in Ürdün’e bakan çırılçıplak topraklarını seyrediyordum. Karşıdaki tepenin ardından Kudüs var. Zeytindağı. Orada. Birinci Dünya Savaşı’nda Cemal Paşa karargahını kurmuştu. İngilizler, Kudüs’e girdikleri vakit, binbir meşakketle benim bulunduğum yönde çekilmeye çalışan birliklerimize Ali Fuat Cebesoy kumanda ediyordu. Gözümün önüne Ali Fuat Paşa’yı getirmeye çalışıyorum. Ne de olsa, karşımdaki topoğrafya Kitab-ı Mukaddes’te anlatıldığı haliyle aynen duruyor. Bir değişiklik yok...
*** *** ***
Bir yandan da teknolojinin sağladığı imkanlarla, Türkiye’den haberdar oluyoruz. Ülkemiz öfkeli. Yedi düvele posta koymakla meşgul. “Türk hükümeti ve kamuoyu”nun sabrının artık taştığını öğreniyoruz. Milli futbol takımımız bile Moldova’da asker selamı çakıyor. Topçumuzun, Kuzey Irak’ta bazı bölgeleri dövdüğü haberleri geliyor. “Tezkere”, TBMM’ye sunulacak. Ermeni tasarısının Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesi’nden geçmesi üzerine, Washington Büyükelçimiz, Bayram bitmeden Türkiye’ye geri çağrıldı.
Özellikle Amerika’ya çok kızgınız. Nitekim, Amerikalı yetkililer de birbiri ardından Ankara’ya koşuyorlar.
Türkiye’de “ulusalcı-milliyetçi dalga”, 22 Temmuz’la ağır bir yenilgiye uğradı sanmıştık ama işte yeniden kabarıyor. İşingarip yanı, altına alacağı ilk kişi Tayyip Erdoğan olacak gibi; ama bu kez bu dalgayı bizzat Başbakan kabartıyor sanki. Kendisine yakınlığı ile bilinen bir kalem “Erdoğan’ın şu cümleleri, muhalefetn ve hatta öteden bieri gündeme ağırlık koyan ‘sınır ötesi lobisi”nin söylemlerinin bile ötesine geçiyor” diyor. İşte “şu” cümleleri:
“Bu işin ama’sı yok, yaptırımı var... ABD onbinlerce kilometreden çıkıp Irak’ı vururken kimse kimseden izin almadı. Artık, birilerinin kalkıp da Kuzey Irak’la alakalı veya yapılacak sınırötesi operasyonla ilgili akıl vermesine ihtiyacımız da yok... Karar verdikten sonra faturası, bedeli neyse öderiz....”
Yani, iş “şahinliğe” gelirse, “herkesten daha şahin olurum ben” demeye getiriyor olmalı. Ankara Valisi Nevzat Tandoğan’ın 1940’lı yıllarda “Bu memlekete komünizm lazımsa, onu da biz yaparız” demesi misali.
Amerika’ya posta koymanın faturası da icabında ödenir. Hem ABD ile de artık kopacaksa, “ip inceldiği yerden kopsun”. Büyük bir tarihe, büyük bir uygarlığa sahip, buyük bir ülke olduğumuzu göstermenin zamanı geldi de geçti bile. Ayrıca, “Tezkere”yi de çıkarır, “Kuzey Irak’a da girip PKK’nın kellesini kopartırsak”, buna, terörizme gerçekten karşı olan kim “hayır’ diyebilir ki?
Yine de Bayram günlerinde aklımı kurcalayan birtakım sorular üredi. Örneğin, bugüne dek genellikle Başbakan’a karşı husumeti ile temayüz eden basın kesimi, bu kez, “Siyasi Başkomutan”ın boru-trampet takımı gibi hareket ederken, bugüne dek Başbakan’ı kollamış, hatta savunmuş olan kalemler, niçin sanki söz birliği etmiş gibi “sağduyulu davranmak” gerekliliği üzerine basarak, bu “söylem” ile aralarına mesafe koydular?
Yedi düvele karşı onurumuzu korumak için askeri-siyasi operasyonlara hazırlandığımız şu günlerde, Bayram günlerinde gördüklerimin ve okuduklarımın ilhamıyla olsa gerek- aklıma şu soru da takıldı: Nasıl olup da, “Cemal Paşa, Ali Fuat Paşa gibi komutanlara sahip bir İmparatorluk ordusu, Vadi Ram-Akabe hattında topu topu bir İngiliz yüzbaşısı olan Lawrence ile birlikte hareket eden, topu topu 5000 çöl bedevisi önünde madara olabildi?”.
Belki bunun cevabı, Cumhuriyet generallerinin, Osmanlı imparatorluk ordusundan daha iyi, günümüz siyasetçilerinin o dönemin İstanbul hükümetinden daha başarılı olduğundadır.
*** *** ***
Bu arada kafamı kurcalayan bir başka soru var ve bunun cevabı yukarıdaki kadar kolay da değil. Türkiye olarak, Amerikan Temsilciler Meclisi’ni ve diğerlerini, Türkiye’nin “soykırım tartışması”na yaklaşımının doğru olduğuna nasıl ikna edebiliriz? Soru bu. Türkiye, haklılığından emin biçimde Ermeni meselesi konusunda “Tarihçiler Komisyonu” kurulsun önerisinde bulunuyor. İlk bakışta pek makul gözüken bir öneri.
Gelgelelim, Bayram arifesinde, Tam da Ermeni tasarısının Dış İlişkiler Komitesi’nde görüşüldüğü sırada, Hrant Dink’in oğlu Arat Dink, 301’den mahkum oldu. Babasını ölüme götüren taşlar da 301 ile döşenmişti.
Bukonuyu Türkiye’de 301 altındaki bizler tartışamaz durumda iken, Türk ve Ermenistanlı tarihçilerin ortak çalışması olabilir mi? Yani, 301, Ermeni tarihçiler işlemez; Türklere ve Türkiyeli Ermenilere işler, böyle bir antidemokratik baskı ve üstelik“saçmalık fotoğrafı”yla kimi ikna edebiliriz ki?
ABD’nin kendi ayağına ateş ettiğini söylüyoruz da, biz kendimiz ayağımıza “yaylım ateşi” halinde değil miyiz?
Başbakan, bu Bayram’da, namlunun yönünü ayaktan başa doğru çevirdi sanki...
Paylaş