Paylaş
Prof. Dr. Asaf Savaş Akat’la konuşurken, askerin içinde “gözü kara” bir eğilimin dikkat çektiğinden söz etti ve bu eğilimin Cumhuriyet’in kurucu önderlerinin “Türkiye tasavvuru”yla çeliştiğine işaret etti.
Başta Mustafa Kemal –özellikle o, yani Atatürk- İmparatorluğun çöküşünün derslerinden yola çıkarak, Türkiye’nin “macera”dan uzak durmasını esas alan bir devlet kuruluşuna gittiler.
Mustafa Kemal için, İmparatorluğun, yani o dönemdeki “devletimiz”in çöküşüne yol açan “maceracılık” ile “İttihatçılık” ve Enver Paşa zihniyeti “eş anlamlı” idi.
Mustafa Kemal’in “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” şiarı, bir anlamda, “İttihatçı maceralığın” reddini ifade ediyordu. Nitekim, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ile birlikte, sınırları belirlenen “yeni ülkemiz”in üzerinde yükselen “yeni devletimiz”in, sınırlar dışında kalan Türk topluluklarına da ilgisi zayıflamıştı. Asla, “irredentist” bir politika gütmeyen Atatürk Türkiye’si, “Dış Türkler” kavramına da pek duyarlı olmamıştı.
Misak-ı Milli sınırları içinde mütalaa edilmesine rağmen, bugünkü Kuzey Irak’ın tümünü kapsayan “Musul vilayeti”ne, Batum’a ve hatta Batı Trakya’ya ilişkin olarak, Mustafa Kemal’in hiçbir talebi olmamasını bir yere kaydetmeliyiz.
Dahası, Mustafa Kemal, “İttihatçılık” ve “maceracılık”ı, genç Türkiye’nin varoluşu ve esenliği bakımından öylesine bir tehdit olarak görüyordu ki, “İzmir Suikastı”nın ardından kurulan “İstiklal Mahkemeleri”, İttihatçıların kalıntılarının temizlenmesi işlevini gördüler. Enver Paşa-Talat Paşa-Cemal Paşa üçlü lider kadrosu zaten sahneden çekilmişlerdi ama birkaç yıl sonra Atatürk adını alacak olan Mustafa Kemal, İttihatçıların “B” hatta “C takımı”nın bile siyaset sahnesinden silinmesini elzem görmüştü.
Bir “Realpolitik dehası” olan Mustafa Kemal, sadece uluslararası şartların el verdiği bir zaman diliminde, 1930’lu yılların sonlarında “İskenderun livası”nı, bizim tarihimize geçen adıyla “Hatay vilayeti”ni Türkiye sınırlarına dahil etmek ve Montreux Boğazlar Sözleşmesi’ni revize etmek için harekete geçmişti.
*** *** ***
Bugünlerde, adeta her ne pahasına olursa olsun, Kuzey Irak’a girmek ve “Irak bataklığı”na saplanmak, bunu yaparak Türkiye’nin Güneydoğu’sunu, dolayısıyla Türkiye’nin toprak bütünlüğünü tehlikeye atabilecek maceralara dalmak konusunda aşırı bir istek gösteren, ister askerin içinde bir eğilim olsun, ister CHP gibi siyasi partinin sorumluları olsun, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Kemal Atatürk’ün değil, onun temizlemeye uğraştığı “İttihatçılık”ın “genleri”ni taşıyorlar.
Atatürk’ün adını ağzından düşürmeyen “ulusalcı” cereyanın yandaşlarına ne demeli? Onlar, her konuda “içe kapanmacı” ama konu “Kuzey Irak macerası”na gelince, pek ateşliler.
Söylemlerine bakılırsa, pek “anti-emperyalist”, bu çerçevede “tam bağımsızlıkçı”, “anti-Amerikan”, herşeyden önce “anti-AB” onlar. Gelgelelim, İsrail aşırı-sağı ile örtüşen Amerikan aşırı-sağının, “Türkiye projesi”nin taşıyıcısı da, yine onlar.
Yüzlerine ayna tutulmasından, haliyle hoşlanmıyor ve asabiyete kapılıp, tehdit ve hakaret savurmaya yöneliyorlar ama yapılacak bir şey yok; çünkü “gerçeğin bir gün mutlaka ortaya çıkması gibi kötü bir huyu” vardır.
*** *** ***
Türkiye’deki “ulusalcılık” cereyanının, Amerika’da kimlerin “cephanesi” olduğunu, bizzat Amerikalıların kendileri ortaya koydu. Bu isimlerin başında, Richard Perle geliyor. Bir dönemde, “Karanlıklar Prensi” lakabıyla adıyla anılan Richard Perle.
Washington’da yıllardır ciddiyeti ve dikkate değer yorumlarıyla temayüz eden Türk gazeteci Ali Aslan, “Today’s Zaman” adlı İngilizce gazetede yayınlanan “Hating old Europe, Loving old Turkey” (Eski Avrupa’dan nefret, Eski Türkiye’ye aşk) başlıklı yazısında, AB’nin mi yoksa, Perle’in ve Amerika’da temasta olduklarının mı pusulayı şaşırdığından emin olamadığını belirtiyor.
Ali Aslan’ın “ironisi”, Richard Perle’ün başını çektiği neo-con’ların belirli bir kanadının, yönetim kademesinde, Başkan Yardımcısı Dick Cheney’in yanısıra “Godfather”ı ya da “kirvesi” sayılan eski Savunma Bakanı Donald Rumsfeld’in “eski Avrupa” diye tanımladığı AB’ye kızgınlığına karşılık, bu ekibin, Türkiye’de tedavülden çoktan kalkması gerekenlere duydukları muhabbete işaret etmesi.
Zira, Perle, Türkiye’nin AB hedeflerine, “sivillerin asker üzerinde üstünlüğü”nü beraberinde getireceği için soğuk bakarken, AB’yi bir yandan da, Kuzey Irak’a müdahale etmemesi için Türkiye üzerinde baskı uyguladığı iddiasıyla eleştiriyor.
Richard Perle’ün, Türkiye’nin Kuzey Irak’a askeri müdahalesinin ateşli bir savunucusu olduğunu, kısa süre önce bir toplantıda kendi kulaklarımla işitmeseydim, Ali Aslan’dan okuduklarımın isabetinden belki bir kuşkuya kapılırdım. O da zaten şöyle yazmış: “Şimdi Perle’ün ve Michael Rubin gibi ahbaplarının Türk askeri içindeki şahin unsurlar nezdinde niçin bu kadar popüler oldukları için bir neden daha olduğunu görebiliyorum.”
Washington’da ciddi hiçbir çevrenin ciddiye almadığı Michael Rubin’in kısa bir süre önce İstanbul’daHarp Akademileri’ne davet edilip, konuşma yaptırıldığını, bu vesileyle not edelim.
Ve, Ali Aslan’ın yazısının, bence, en ilginç şu satırlarını aktaralım:
“Perle’ün Türk yönetici laik establishment’ı içindeki dostları kendisine şunu söylüyor olabilirler, ‘İslam ve Kürtleri kendi bildiğimiz yoldan halledelim ve AB sürecini durduralım ki, Ankara her zaman ABD’nin ve NATO’nun bir kalesi olarak kalsın.’ Eminim ki, bunlar kendi aralarındaki özel konuşmalarında, AB üyelik seçeneği ortadan kalktıktan sonra Çin ve Rusya gibi ülkelerle ittifaka gitmeyi ciddi ciddi tartışıyorlar. Perle’ün kendisi, ya fena halde aldanıyor veya Washingtonluları aldatmaya çalışıyor.”
Nitekim, Atatürkçü Düşünce Derneği Başkanı, eski Jandarma Genel Komutanı Şener Eruygur ile eski MGK Genel Sekreteri, emekli Orgeneral Tuncer Kılınç’ın birkaç hafta önce Berlin ve Londra’da yaptıkları “AB-karşıtı”, “Rusya ile ittifak yanlısı” konuşmaları hatırlarsak, yukarıdaki değerlendirmenin hiçte boş ve haksız olmadığı sonucuna kolayca varabiliriz.
*** *** ***
Amerika’da bir çevre var ki, İran’a askeri saldırı planları peşinde. Bu çevre, Türkiye’yi Kuzey Irak’a girmeye de teşvik ediyor, AB’den uzak durmaya da. Onların bazıları –örneğin Michael Rubin- için AKP’liler, “İslamofaşistler”. Bunlar, kendi hesapları doğrultusunda, Türkiye’nin demokratik olması gibi bir “öncelik” de taşımıyorlar.
Türkiye’deki müttefikleri ise, “neo-İttihatçılar”. Amerikalı neo-con’ların aşırı sağ unsurlarının Türk müttefiklerinin, kendilerine “ulusalcı” ve “Atatürkçü” etiketi yapıştırmasına aldanmamak gerek. Öylelerine, en başta Atatürk karşıydı.
Niye, nasıl diye soracaksanız şayet...
Yazının sonu için, başına dönebilirsiniz...
Paylaş