Paylaş
“Türkiye jeopolitiği”ndeki bir ülke için, bu, doğrudur da. Ne var ki, bu yaklaşım, her vakit, çok da isabetli sonuçlar vermez.
Türkiye’de “darbe” dendiğinde, geçmiş deneyimden de yola çıkılarak, “darbe”nin altından ya ABD çıkar; ya da arkasında ABD bulunur. 1960’taki ilk askeri darbe olan 27 Mayıs’tan bu yana, her darbe ile Amerika, belirli ölçülerde ilişkilendirilmiştir. Bunların tümünde gerçek payı bulmak da mümkündür.
27 Mayıs sabahına, bu ülke, darbecilerin sözcüsü Albay Alparslan Türkeş’in “NATO ve CENTO’ya bağlıyız” sözcükleriyle uyanmıştır. Daha sonraların 27 Mayıs için “dış bağlantı” arayanlar, dönemin başbakanı ve 27 Mayıs darbesi sonucunda idam edilen ilk ve tek Türk başbakanı olan Adnan Menderes’in Sovyetler Birliği’ne “ABD’nin çizdiği sınırların ötesinde yakınlaşma çabası” gösterdiğini öne sürerek, 27 Mayıs’ın arkasındaki “Amerikan bağlantısı”nı rasyonalize etmeye çalışmışlardır.
12 Mart’ı (1971) ise, Amerika’nın üzerinde çok önemle durduğu “haşhaş yasağı”nı Süleyman Demirel’in başkanlığındaki Adalet Partisi hükümetinin kaldırmamasıylaaçıklama eğilimi de yaygındır. Nitekim, “örtülü darbe”yi yaptıranların başa getirdiği Nihat Erim hükümetinin ilk işi “haşhaş yasağını kaldırmak” olmuş, böylece söz konusu iddia da doğrulanmış sayılmıştır.
Bugüne dek yaşanılanların en haşini olan 12 Eylül’e (1980) gelince, Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgal ettiği, İran’da İslam Devrimi ile ABD’nin Körfez’deki en önemli halkasının koptuğu bir uluslararası ortamda gerçekleşmiş olduğuna işaret edilir. O şartlar altında, Türkiye ile Yunanistan arasında Kıbrıs sorununun tetiklediği Ege ihtilafları öyle ön plândaydı ki, Türkiye, Yunanistan’ın NATO’nun Güneydoğu kanadına karşı koyduğu için, NATO’nun Güneydoğu kanadı işlemez durumdaydı.
12 Eylül darbecileri, iktidara el koymalarından çok kısa bir sonra, Yunanistan’ın NATO’nun Güneydoğu kanadına dönmesini, “Rogers Plânı” namıyla bilinen ve Türkiye açısından Ege’de büyük taviz sayılan bir “uzlaşma” sonucunda kabul ettiler.
Yani, 12 Eylül’ün arkasında ABD’nin geniş çaplı “küresel” ve “bölgesel” çıkarlarının yattığı kanıtlanmış oldu!
28 Şubat süreci (1997), daha karmaşık ama “İslamcı” Necmettin Erbakan başkanlığındaki koalisyon hükümetinin görevden uzaklaştırılmasına, ABD’nin yaktığı “yeşil ışık” sayesinde mümkün oldu.
28 Şubat’a ilişkin, genel kanı budur.
*** *** ***
Demokrasiyle yönetildiği kabul edilen ülkeler arasında, parti kapatmalarda neredeyse “dünya rekoru”na sahip Türkiye’de iktidar partileri sadece iki kez kapatıldı ve yasaklandı. 27 Mayıs (Demokrat Parti) ve 12 Eylül (Adalet Partisi). Cumhuriyet tarihinin 26’yı bulan parti kapatma sicilinde, bu rakamın 18’i, 12 Eylül askeri darbesinin ürünü olan 1982 Anayasası ve yan ürünü Siyasi Partiler Kanunu’na dayanılarak gerçekleşti.
Ak Parti’nin kapatılma talebiyle Yargıtay Başsavcısı tarafından Anayasa Mahkemesi’ne başvurulması, bir ilk.
Neyin ilki?
İktidardaki partinin, bir “askeri darbe” gerçekleşmeden kapatılma tehdidiyle yüz yüze kalması. Bu nedenle, 14 Mart (2008), gerek Türkiye’de gerekse AB çevrelerinde bir “yargı darbesi” nitelemesiyle karşılaştı. Dünyanın gözü önünde yapılan seçimlerde yüzde 47 oyla siyasi iktidar tazeledikten yarım yıl sonra, bilinen yol ve yöntemlerle bir iktidar partisinin kapatılmaya kalkışılmasını hiçbir havsala almıyor.
AB, kestirmeden, böyle bir gelişmenin Türkiye’ye “AB kapılarını kapatacağını” ilân etti. Amerikan Dışişleri ise, 27 Nisan (2007) ertesindeki ayıplı haline tekrarlamadı ve “seçimle iş başına gelenin seçimle gitmesi”nin gerekliliğini vurgulayan bir açıklamayı zaman geçirmeden yaparak, tavrını “resmen” belli etti.
Türkiye’de “Amerika’sız darbe olamayacağı”na inanmışlar, bu son “darbe” ya da belki daha doğru bir deyimle “darbe girişimi”nin ardındaki Amerika’yı bulup, Türkiye’deki gelişmelerle bir “rasyonel” bağlantı kurmak ihtiyacındalar.
Bu “inanmışlar”ın tezlerine göre, Amerika, bir yandan “lâf dinlemeyen” ve İran ve Suriye gibi Washington’un özellikle “duyarlı” olduğu alanlarda başına buyruk ve savruk davranan Tayyip Erdoğan’a “ölümü gösterip sıtmaya razı etmeye” çalışıyor; yani Ak Parti’yi kendisiyle, şartlarını dikte edeceği bir pazarlık masasına çekmeye çalışıyor; diğer yandan “Ergenekon soruşturması”yla Türk sivil-asker bürokrasisindeki “anti-Amerikan” unsurların, Türkiye’nin bağırsaklarından temizlenmesi yoluna gidiyor. Yani, tıpkı PKK’yı Türkiye’yi bazı konularda bazı davranışlara razı etmek için nasıl kullandıysa, Ergenekon’u da kullanmak istiyor.
Yani olan-bitenin arkasında da Amerika var. O olmazsa, zaten olmaz, olamaz.
*** *** ***
İşin içinden çıkılamadığı, olan-biten “rasyonel” biçimde açıklanamadığı vakit, böyle “dış bağlantı” tezleri, hele “Amerika bağlantısı”nı kabul edilebilecek argümanlarla zihinlere sokuyorsa, epey taraftar toplar. Bu tezlerin sahipleri de, “analizleri önemsenen” kişiler haline gelirler.
“Komplo teorileri”ne oldum olası prim vermemiş benim gibiler için, bu tür tezlere ilişkin iki temel sorun var:
“Soğuk Savaş”ın sona erdiği bir tarih dilimi içinde, ABD’nin Türkiye’de kendisiyle birçok konuda çelişse de, birçok ve en hayati konularda uyuşan bir siyasi iktidarı ortadan kaldırmaya kalkmasının ve Türkiye’yi, ABD’nin en çok istikrara ihtiyaç duyduğu bir coğrafyada “istikrarsızlığa” sürüklemesinin mantığı ne olabilir?
Bunun mantıklı bir cevabının olduğunu sanmıyorum.
Ayrıca, bugünkü yönetimin başı George W.Bush’un ve Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’ın ne Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve ne de Başbakan Tayyip Erdoğan ile, onların kellesini alacak ve Türkiye’yi sonu belirsiz bir “istikrarsızlığa” sokacak çapta bir alıp veremedikleri yok.
Dahası, “Ergenekoncular” ile aynı örgüt çatısını değilse bile, çok benzer bir düşünce iklimini paylaşanlar, bir an önce iktidardan uzaklaştırılmasını istedikleri Ak Parti’yi tam da bu Amerikan yönetiminin “ılımlı İslam” projesi olarak görüyorlar.
Kısacası, Türkiye’de sahip olunacak “duruş”a, zorlama bir “anti-emperyalist” gerekçe aranacağına, “demokrasi”nin vazgeçilmezleri üzerinde buluşmak, daha kolaydır.
Bugünün Türkiye’sinde, tahlil yapmaktan daha zor olan, “demokrat duruş” için gerekli “cesaret”e sahip olmak.
Paylaş