Paylaş
Musul’dan kasıt, Osmanlı Musul vilayetidir. Sınırları bugünkü Irak’ta Musul şehrinin merkez olduğu Ninova vilayetinin çok ötesine geçer. Bugünün, Erbil’i, Süleymaniye’si ve en önemlisi Kerkük’ü, hatta Bağdat’ın çok yakınındaki Diyala vilayetinin bir bölümüne, Hanekin ve Mendeli kasabalarını içine alacak ölçüde uzanır.
Bugün Irak’ta Kürtlerle Bağdat’taki merkezi yönetim arasındaki “ihtilaflı topraklar” konusu, aşağı yukarı Osmanlı Musul vilayetinin tümüne yakınını kapsar. Kürtler, o topraklardaki nüfus çoğunluğunun Kürt olduğundan hareketle, söz konusu alanı günümüzün “federal Irak’ı”nda “Kürdistan Bölge Yönetimi”ne dahil etmeye uğraşıyorlar.
Bundan 90 yıl önce de o bölgenin yani Osmanlı Musul Vilayeti’nin nüfus kompozisyonu, esas itibarıyla, bugünden pek farklı değildi. Yani, Kürt çoğunluklu idi.
Cumhuriyetin kurucu kadroları –başta Mustafa Kemal- ısrarlı Musul Vilayeti’nin Osmanlı bakiyesi altında kurulacak “yeni devlet”in toprakları içinde olmasına çok uğraştılar. Lozan’da İsmet Paşa (İnönü) ile İngiltere’yi temsil eden Lord Curzon arasında Musul Vilayeti üzerinde cereyan etmiş ve zabıtlara geçmiş olan polemikler ibret vericidir.
Musul Vilayeti konusu çözülmeden imzalanmış olan Lozan Anlaşması’nın Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeki tartışmaları da zabıtlar okunduğu vakit, aynı derecede, ibret vericidir.
Musul Vilayeti sorunu, Türkiye ile İngiltere arasında çözülemeyince, İngiltere’nin bastırmasıyla Milletler Cemiyeti’ne havale edildi. Türkiye, mecburiyetten ama isteksizce durumu kabul etti. Milletler Cemiyeti’nin 1925 tarihli raporu, Musul Vilayeti’nin kurulması tasarlanan Irak devletine bırakılmasını öngördü. Ancak, bunu şartlara bağladı. O şartlar yerine gelmediği takdirde, söz konusu coğrafyanın Türkiye’ye iadesine açık kapı bırakıldı.
Türkiye’nin Musul Vilayeti’nden elini yıkaması, 1926’da Türkiye-İngiltere-Irak arasında imzalanmış Ankara Anlaşması’dır.
Yani, Cumhuriyet’in kuruluşundan 1926’ya dek bugünkü Irak topraklarının yüzde 30’undan fazlasını oluşturan bir toprak parçası, üzerindeki insanlarla birlikte, Türkiye’nin “kendi toprağı” ve “kendi halkı” olarak görmeye devam ettiği, en azından üzerinde “iddia” taşıdığı bir alan olmuştur.
Bu ne demektir?
Eğer, Musul Vilayeti, yeni Türkiye Cumhuriyeti toprakları içine alınabilse idi, muhtemelen “Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesi” farklı olacaktı demektir. Türkiye, kendi Doğu ve Güneydoğusu dışında, Bağdat yakınlarına kadar uzanan bir alanda, coğrafi devamlılığa sahip bir “Kürt nüfusa” sahip olarak, onlarca yıl boyunca “Kürt yoktur” anlamında bir “asimilasyonist politika”yı öngörebilir miydi?
Bu mümkün değildir. Mümkün olamazdı. İster istemez, 16. Yüzyıl’daki Sultan Selim-İdris Bitlisi mutabakatına benzer, onun “güncellenmiş” halini ifade eden bir “kontrat”a dayalı olarak yeni cumhuriyetin kurulması gerekecekti.
O zaman yapılması gerekecek olan döneme şimdilerde ulaşmışa benziyoruz.
*** *** ***
Abdullah Öcalan’ın PKK’ya yakın bilinen Fırat Haber Ajansı aracılığıyla dün gazetelere düşen görüşleri arasında yer alan “başlayan yeni süreç”in “Mustafa Kemal’in Cumhuriyet’i kurması kadar önemli olduğuna” işaret etmesi “Geç oldu ama iyi olacak, 1920’lerde başlayan işi şimdi tamamlayacağız” demesi ilginçtir. Ve önemlidir. Sırf Abdullah Öcalan dedi diye düşünmeden, “tarih şuuru” taşımadan bu yaklaşımı reddetmek doğru değildir.
Nitekim “Ben cumhuriyetin kazanımlarını göz ardı etmiyorum, ama cumhuriyet şimdi demokratikleşecek, tüm olumlu yanları, kazanımları yeni döneme taşırılacak” değerlendirmesi de, üzerinde durulmaya değerdir.
Dahası, “bağımsız devlet” ve “federasyon”a karşı çıkan değerlendirmeleri. “Eskiden devlet kurarsak, her şey hallolur diye düşünüyordum. Sonra devletin çözüm değil, sorun olduğu düşüncesine vardım. Devletin varlığı sorunu çözmüyor, daha da derinleştiriyor. Bu nedenle ben çözümü devlette görmüyorum. Bana, Amerika’nın Barzani’ye verdiği gibi bir federasyon deseler bunu kabul etmem” diyor. “Devlet”ten kastı tabii ki “bağımsız Kürt devleti”. Bu sözleriyle “bağımsız Kürt devleti” ve “federasyon”a kapıları kapatmış bir PKK lideri mevcut.
Herhangi bir Kürt talebini “üniter devlet” elden çıkarsa endişesiyle karşılayıp, tepki gösterenlerin elinden “argüman silahları”nı alıp silahsızlandırıcı bir değerlendirme Abdullah Öcalan’ınki.
Ne var ki, “çözüm yolu” olarak gördüğü son derece soyut ve bulanık. Şöyle diyor:
“Benim çözüm modelim şudur: Devlet olacak, diğer tarafta demokratik Kürt ulusu olacak. Kürtler devletin varlığını tanıyacak, kabul edecek. Devlet de Kürtlerin demokratik ulus olma hakkını kabul edecek. Böylece orta bir yerde buluşacak, uzlaşacaklar. Sonra devlet isterse yine her yerde bayrağı olacak isterse her yere hizmet götürecek, isterse her yerde Türkçe öğretecek.”
Yani, “tek bayrak”, “tek devlet” fikrini Abdullah Öcalan kabul ediyor ve Kürtlerin de kabul etmesi gerektiğini belirtiyor. “Devlet”in neler yapabileceklerine ilişkin söyledikleri ise, devletin ya zaten yaptıkları veya zaten yapması gerekenler. Bu noktada “yaratıcı” bir düşünce ortada yok.
Kürtlerin “demokratik ulus olma hakkı” ise bulanık, belirsiz. Ne demek “demokratik ulus”, ne demek böyle bir “hakkın kabulü” ile sağlanacak “uzlaşma” ya da bulunacak “orta yol”?
Şu sözleri bu bulanıklığın açılması sayılabilir mi?
“Kürtlerin her alanda örgütlenmesinin önü açılacak, Kürtler demokratik bir ulus olarak varlık kazanacak. Kendi sporunu, eğitimini, dini örgütlenmelerini, meclisini, belediyelerini yapabilirse kendisi yapacak, kuracak. Hatta kendi öz savunması bile olacak. Kendi ihtilaflarını çözecek bir savunma gücü olacak.”
Bu dedikleri daha önce söyledikleri ile çelişmeli. Bu dedikleri, “federal Irak” yapısı içinde ne kadar federal olduğu bile tartışmalı “Kürdistan Bölge Yönetimi”nin konumuna benziyor. Türkiye’nin idari yapısı, gelenekleri ve devlet kültürü içinde olabilecek bir şey değil Abdullah Öcalan’ın bu söylediği. Sadece kendi görüşleriyle “çelişkili” olması bir yana, uygulama şansı sıfır.
Herhangi bir çözümün, o ülkenin ve “sorun”un özgün şartlarından üremesi gerekiyor. Çeşitli örnekler ve tarihten elbette yararlanmak gerekir ama Türkiye’nin “Kürt sorunu”nun, bir “Türkiye modeli”ne göre çözümü kaçınılmaz.
En basitinden “Kürtler” sözcüğü bile belirsizlik içeriyor. Türkiye’de Kürtlerin yarısından çoğu “Fırat’ın Batı’sında” yaşıyor. Evet, Güneydoğu’da nüfusun büyük çoğunluğu ve üstelik “sınır aşan” bir coğrafi devamlılıkları var ama yarısından çoğu, nüfusun çoğunluğunu oluşturmadıkları ve üstelik Kürt olarak saptanmalarının bile anlamsız ve gereksiz olduğu bir alanda yaşarken, ne meclisi, ne öz savunması, ne kendi sporu?
*** *** ***
Abdullah Öcalan’ın bu “sorunun çözümü”ne yapabileceği asıl katkı, açıklayacağı “yol haritası”nın PKK’nın silahsızlanması, bir başka deyimle Kürt sorununun “şiddetten arındırılması” için bir “yol haritası” olmalı. Bunu duymadık. Duyduğumuz vakit, katkısının ne olabileceğini (ya da olamayacağını) anlayabileceğiz.
PKK’nın silahsızlanması da ilk bakıştaki kadar kolay bir iş değil. Çünkü mesele Kandil Dağı’ndakilerin Abdullah Öcalan’ın talimatıyla “ovaya indirilmesi” kadar basit değil. Eli silahlı PKK’lıların üçte birinden fazlası Türkiyeli değil Suriyeli. Ama Suriye’de vatandaş olduklarına dair belgeleri bile yok. Varsayalım ki, Öcalan talimat verdi ve PKK’lılar silahlarını bırakacaklar, peki Suriyeli PKK’lılar nereye gidecekler? Kuzey Irak’taki Kürt yönetimi, sayıları aileleriyle birlikte birkaç bin kişiyi bulan böyle bir topluluğu bağrına basmak istemiyor. Suriye rejimi varlıklarını kabul etmiyor.
Bir de PKK’nın lideri kadrosu var. Varsayalım ki, her şey yolunda gitti ve onlar da silah bırakmayı kabullendi. Şu aşamada Türkiye’ye dönecek halleri yok. Nereye gidecekler, nerede, hangi statüde kalacaklar?
Yani, “Türkiye modeli” ile çözülmesi gereken bir durumun, kaçınılmaz bir de “sınır aşan”, “dış boyutu” var. Bu işler bırakın çözümünün basit olmadığını, çok da girift.
O nedenle, çok hassas biçimde yürütülmesi gereken, “ince ayarlı”, çok yönlü bir süreç ile karşı karşıyayız. Ama en önemlisi –hep söylediğimiz gibi- çözüm iradesi. Ve çözüm iradesi gösterilirken kullanılacak dil ve uslûp.
Şu anda “iş”in çok başında, başlangıç aşamasındayız. Fena gitmiyor…
Paylaş