29 Temmuz 2011
BELFAST - “Eğer birarada yaşama umudu varsa, ancak bir budala savaşır.” (Only a fool would fight if there is a hope of accodomation)Bu satırın altındaki imza Sir Edward Carson’a ait. Geçen yüzyılın başlarında Kuzey İrlanda’nın Birleşik Krallık ile birleşmesi için mücadele eden Protestan lider. Bu satır, Kuzey ve Kuzeybatı Belfast’ın işçi sınıfı mahallelerinden Shankill ile Falls arasında yükselen duvarlardan birinin üzerine koskocaman yazılmış. Shankill, Londra’ya bağlılıktan yana Protestanların, Falls ise İrlanda milliyetçisi, Cumhuriyetçilerin kalesi.
Her iki bölge arasında geçişler hala kapalı. 1969-1998 arası süren, hatta İrlanda Cumhuriyetçi Ordusu (IRA)’nın silahlarını gömdüğü ve dolayısıyla misyonunu tamamladığı 2007 yılına dek süren kanlı çatışmalarda, şehrin o bölümünü bölen duvarlar hala ayakta.
Londra’nın ardından Kuzey İrlanda’nın merkezi Belfast’da başdöndürücü bir toplantı ve brifing trafiği sayesinde, zihinlerini eşsiz bir bilgi deposu haline dönüştüren, 8’i milletvekili bizim Türkiye heyeti, Shankill ve Falls’u gezince, Kuzey İrlanda sorununun nasıl bir şey olduğunu, bir anda, daha iyi kavradı.
Zihinlerde oluşmakta olan bilgi deposu, birdenbire bir “algı”ya dönüştü.
Kuzey İrlanda sorunu, elbette siyasi bir sorun ama daha da önemlisi bir “toplumlararası çatışma”. Türkiye’de tüm can sıkıcı bazı olaylara ve tehlikeli sinyallere rağmen, bir “toplumlararası çatışma”dan söz etmemiz mümkün değil.
Aksini söyleyeni, durumu anlaması için Belfast’ta Shankill ile Falls’dan şöyle bir geçirmek yeterli. On cilt kitap okusa anlamayacağını, hiç konuşmadan, bakarak 10 dakika içinde anlayabilir.
IRA’dan Sinn Fein’e ve Parlamento’ya
Stormont Kalesi, Belfast’ın doğusunda, bir tepe üzerinde, son derece geniş, yemyeşil bir alan üzerinde yükseliyor. Barış görüşmeleri onun salonlarında yapıldı. Biz, Türkiye heyeti de, iki gün boyunca “karargahımızı” orada kurduk. Şimdi iktidar paylaşan, dünün düşmanlarının uzlaşmaya nasıl vardıklarını, deneyimlerini birinci ağızdan dinledik.
İlk konuşmacımız, Kuzey İrlanda Parlamentosu’nun Sinn Fein üyesi Başkan Yardımcısı idi. Yakın geçmişin anılarının ne kadar taze olduğunu ilk lahzadaki tavrı ile ortaya koydu; “IRA ile Sinn Fein ilişkileri”ne ilişkin bir soruya cevap vermeden önce, Başkan Yardımcısı olduğu parlamento binasının tavanlarında gözlerini gezdirdi, gülerek, “Dikkatli olmalıyız” dedi, “dinleme cihazı filan olabilir burada!”
Yeraltından gelen bir hareketin temsilcileri, ülkeyi yönetmeye başlasalar da, yılların refleksleri kaybolmuyor.
Ama herkesi başka dünyalara, paha biçilmez tecrübelerin derslerine taşıyan, ondan sonraki konuşmacıydı. Gerry Kelly.
IRA’nın Londra’daki can kaybına yol açan ilk bombalı eylemlerini gerçekleştiren ekibin elebaşısı. 1953 doğumlu. 19 yaşındayken hapishaneyle tanışmış. Ömrünün 15 yılını hapishanede bırakmış. İki kez müebbet hapse mahkum olmuş. 20. Yüzyıl’ın ikinci yarısının en büyük hapishaneden kaçış olayı olan 1983’teki ünlü Maze hapishanesinden 37 arkadaşıyla kaçışın lideri. Sonra yine yeraltı. Hollanda’dan IRA’ya silah kaçırırken yakalanma ve üç yıl daha demir parmaklıkların ardı. Bu arada, 170 gün İngilizlerin kendisini zorla beslemeleriyle hayatta kalabildiği 205 günlük müthiş bir açlık grevi öyküsü de var.
IRA’da kural, cezaevine girenin örgütle ilişkisinin kesilmesiymiş. Gerry Kelly, IRA’nın efsanevi isimlerinden. Her çıkıştan sonra IRA’ya dönmek için başvurmuş ve dönmüş. Ve, hapishaneden son çıkışında IRA’ya dönmek yerine, IRA’nın siyasi kolu olarak bilinen ve “silah kullanmak dışında tümüyle aynı amaçları paylaşan” Sinn Fein’e girmeye karar vermiş.
Ondan sonrası, barış müzakerelerinde Gerry Adams ve Martin McGuinness ile birlikte başı çekiş. Sinn Fein’in üç numarası. Beş yıllık bir yasağın ardından şimdi milletvekili.
1.90’lık boyu, kırlaşmış saçları, açık yürekliliği, inancından milim sapmamış hali, buna karşılık “artık 1969’da, 1983’te değil 2011’deyiz. 21. Yüzyıl. İdeallerimize buna uygun yollarla mücadele ederek varmalıyız” düsturuna sahip olarak gösterdiği esnekliği çarpıyor dinleyenleri.
Dört ders
Gerry Kelly, “Müzakere dediğiniz, asıl kendi halkınızla yaptığınız müzakeredir. Yaptığınıza onu ikna edemezseniz, zaten yol alamazsınız. Müzakereler ve başarısının tek garantörü vardır; o da halktır” diyor.Milletvekili maaşının işçi ücreti kadarını alıp, gerisini Sinn Fein’e bırakıyor.
Herkesi, hepimizi çok etkiledi Gerry Kelly. Stormont Kalesi’nin bahçesinde hatıra fotoğrafı çektirdikten sonra birden ortadan kayboldu. Yanında korumaları filan da yoktu. Birden küçük bir kırmızı Toyota’nın direksiyonunda gördüm onu. Bastı gaza gitti.
Müzakere yoluyla barışa varmak için başlıca “dört ders” sıraladı:
1. Güçlü hükümet gerekir. Zayıf bir hükümetle müzakere edip barışa ulaşamazsınız. Hasmınızın, rakibinizin güçlü olması, çözüme ulaşmak istiyorsanız, sizin yararınızadır.
2. Soruna ilişkin zihin kalıplarınızı değiştirmeniz gerekir. Güvenlik sorunundan çıkarıp, siyasi olarak görmeniz ve düşünmeniz halinde, müzakereler çözüme doğru yol alır.
3. “Arka yol”, “gizli kanallar” (back track), çözüme varmak için şarttır. Ne kadar savaşsanız, bir gün oturup konuşacaksınız. Biz başından beri “arka yol” temasları, “gizli kanalları” ihmal etmedik. Bir gün açık müzakerelere de oradan geçersiniz.
4. Sadece yasal değişiklik yaparak sorunu çözemezsiniz. Onun uygulanması daha önemlidir. Bu da ancak diyalogla olur. Kendinizi düşmanızın yerine koyarak düşünmelisiniz. Onun gözünden de duruma bakmayı denemelisiniz.
Bu “dersleri”, Londra’da Jonathan Powell’dan dinlediklerimiz üzerine yazdık.
Stormont’ta bir öğle yemeğinde Presbyterian Rahibi (Protestan) Norman Hamilton, bana Protestan ile Katoliklerin ilişkilerinin bundan beş yıl öncesine oranla daha zayıf olduğunu söylediğinde, “Çatışmalar tekrar canlanabilir mi yani?” diye sorduğumda, “O büyük çatışmalara artık geri dönmeyiz” cevabını verdi.
Derin tarihi kökleri bulunan Kuzey İrlanda sorunu tarihte kaldı. Birbirlerinin kanına girmiş olan eski düşmanlar, şimdi iktidarı paylaşıyorlar.
Tek ders
Türkiye’nin “Kürt sorunu”nun çözümü için, Kuzey İrlanda tecrübesini dinleyince daha da umutlu olmak için çok sebep var.
En az Türkiye’nin Kürt sorunu kadar çetrefil olan, Kuzey İrlanda sorunu, kanlı geçitlerden yol aldıktan sonra, konuşarak çözüldü.
Konuşuldu, konuşuldu ve nihayetinde silahlar susturuldu ve gömüldü. Konuşmalar ise sürüyor.
Benim, günler ve saatler süren dinleme, soru-cevap seanslarından sonra aldığım “Londra+Belfast dersim” tek sözcüğe indirgenebilir:
Diyalog! Ya da gizli-açık, her yolla, her şartta karşılıklı konuşmak.
Konuşmak, konuşmak, konuşmak...
Yazının Devamını Oku 27 Temmuz 2011
Londra’da Thames Nehri’nin üzerindeki Waterloo Köprüsü’nün yanıbaşındaki King’s College’dan, şehrin merkezindeki Piccadilly ile Mayfair arasında kurulu Legatum Institute’a geçen, 8’i milletvekili 16 Türk’ten hiçbirimiz, bir “deneyim ziyafeti” ile karşılacağımızı düşünmemiştik. Kuzey İrlanda sorununu çözmek amacıyla yürütülen barış görüşmelerindeki ve özellikle 1998 tarihli Hayırlı Cuma (Good Friday) Anlaşması’ndaki unutulmaz rolü ile tarihe geçen, Tony Blair’in sağ kolu, kendisine ilişkin ironik tanımıyla “demokrasi tarihinin en uzun Başbakan Müsteşarı”Jonathan Powell ile Kofi Annan’ın Birinci Siyasi Yardımcısı ve kıdemli bir Birleşik Krallık diplomatı olarak nice uluslararası krizin çözüm çalışmalarında rol oynamış İrlanda asıllı Sir Kieran Prendergast, bizleri bekliyordu.
Kuzey İrlanda dersleri
Türkiye’nin iktidar ve muhalefet partilerinin milletvekillerinin yarımızı oluşturduğu gruba tam bir “sorun çözümünde bilgi ve deneyim şöleni” sundu Jonathan Powell ile Sir Kieran Prendergast. Adeta, “Belfast’a ayak basmadan önce, bunları iyice bir sindirin” der gibiydiler. Tabii ki, hepimiz, yine zihnimizde “Kürt sorunu”, anlatılanları ona nasıl uygulanır dürtüsüyle dinledik.
Jonathan Powell, “Kuzey İrlanda, Güney Afrika deneyiminden öğrendi” diye girdi sözüne, “Türkiye-Kürt sorunu, Kuzey İrlanda’dan öğrenebilir” imasıyla. Ve, hemen ekledi zaten: “Bizim hatalarımızdan ders çıkarabilirsiniz. Eğer yanlış yapmak istiyorsanız, kendi yanlışlarınızı yapın. Orijinal olsun. Bizimkileri tekrarlamanıza gerek yok...”
Yakın tarihin en büyük sorun çözme başarılarının biri olan kendi deneyimini aktarırken, benim özellikle not ettiğim noktaların başında şu sözleri geldi:
“Eğer bir süreç yoksa, yerini şiddetle doldurulacak bir boşluk alır. Sürecin varlığı, en azından, umut demektir. Ama, bir sürece sahipseniz, bunu devam ettirmek zorundasınız. Bisiklet sürmeye benzer. Pedalden ayağınızı çektiğiniz anda bisiklet devrilir çünkü...”
Benim aklıma, muhtemelen düşünmeyi ve hatırlamayı seçen herkesin olabileceği gibi, “Açılım süreci ve Habur” geldi, Powell’ın bu değerlendirmesini duyduğum anda.
Sir Kieran, aynı konuya farklı sözcükler yaklaştı, kendi anlatımında; “Momentum (ivme) bir tepeyi tırmanmaya benzer. Tırmanırken yarı yolda durursanız, aşağı öyle bir yuvarlanmaya başlarsınız ki, tırmanmaya başladığınız noktanın gerisine düşersiniz.”
Devam etti, “Bir süreçte geri dönüşler sizi süreci sürdürmekten caydırmamalıdır...”
Benim aklıma, sanırım, Legatum Institute’un o geniş masasının çevresindeki birçok kişinin aklına da gelmiş olabileceği gibi, Silvan’da iki hafta önce hayatını kaybeden 13 asker olayının, sorunun siyasi-barışçıl çözümü çabalarını aksatmamak gerektiği geldi.
Sir Kieran, 13 askerin ölümü olayına değinmişti birkaç dakika önce. O sözleri, aklından Silvan’ı geçirerek söylediğinden eminim.
Ateşkes olmadan olmaz
Jonathan Powell, kendilerinden önce gizli kanallardan IRA ile temasları başlatmış olan muhafazakar John Major hükümetinin temel yanlışını “müzakerelerin yürümesi için IRA’nın silahsızlanmasını ön şart olarak ileri sürmesi” olarak ifade etti. Ama “tek bir ön şartın söz konusu olabileceğini” söylemeyi de ihmal etmedi.
“Demokratik bir hükümet için, ateşkes, konuşmaya, müzakereye başlamanın ön şartıdır. İsyancılar adamlarınızı öldürürken, bir demokratik hükümet olarak, seçilmiş hükümet olarak, öyleleriyle konuşamazsınız.”
Aklımıza Türkiye’deki ateşkesler ya da “eylemsizlik” ilanlarının gelmemiş olması mümkün mü?
Jonathan Powell, bu konudaki açıklaması şöyle sürdürdü: “Sinn Fein bizim müzakerelere girişmemizi kolaylaştırdı. Aracı rolünü üstlendi. Zira, silahlı bir hareketle görüşemezdik.”
Yan gözle, masadaki BDP ve aynı zamanda Ak Parti milletvekillerine göz attım. Birarada karmaşık düzende oturuyorlardı. Benim ve bu sözleri dikkatle dinleyenlerin kafalarından geçenin onların da kafasından geçmemesi mümkün olamazdı. Harıl harıl not tutuyorlardı. İyiyi alamet.
“İrlanda milliyetçileri” sıfatıyla, daha çok “Cumhuriyetçiler” diye nitelediği IRA-Sinn Fein hattının iki en önde gelen lideri Gerry Adams ve Martin McGuinness ile ilgili çok özel anekdotlarla süslendi ve renklendi anlatılanlar.
Çok kişinin zihninden İmralı ve Kandil’in geçtiğini sanıyorum.
Kuzey İrlanda sorunu, çözülene dek 1969’dan beri 3600 kişinin –çoğu masum siviller- canına mal olmuş. Powell, “yılda 300 kişi idi” diyor. 1.7 milyon nüfusu düşünerek hesaplayın. Kökleri tarihin derinliklerine uzanan sorunu çözmek kolay değildi.
Askeri çözüm hayaldir
Sir Kieran, “askeri çözüm bu tür sorunlar için bir hayaldir” dedikten sonra, şaşırtıcı bir bilgi aktardı; “IRA’nın en sıkı zamanında elinde silah taşıyan militan sayısı 125 kadardı. Biz, tam donanımlı koca Britanya ordusu, yine de sorunu askeri yoldan, silahla çözemedik...”
Bir de “müzakereler yoluyla çözüme yönelmek” için bir ipucu verdi: “Hasmınızı asla şeytanlaştırmayın; gayrı insani bir tanıma oturtmayın (do not dehumanize). Aksi halde, onlarla nasıl müzakere edebilir, kendi taraftarlarınıza bunu nasıl anlatabilirsiniz?”
Bir de doğrudan BDP’lileri ilgilendirecek nitelikte bir-iki göndermede bulundu. “Taraflardan biri için nevraljik, asap bozucu konular vardır. Örneğin, demokratik özerkliğin ne olduğunu ben bilmiyorum. Ama, bunun taraflardan birine acı veren, duyarlık yaratan konulardan biri olduğunun farkındayım. Terimleri sona bırakmakta yarar var.”
Neyin sonuna?
Müzakerelerin tabii ki.
Bir de kendi Kenya Büyükelçiliği döneminden bir anekdotla bir “ders”e değindi. “Boykot ederek mi, katılarak mı daha çok kazanabilirsinizş bunun hesabını iyi yapmak gerek. Muhalefet, Kenya parlamentosunda 200 kişi arasında 88 sandalye kazanmıştı. Boykota gittiklerinde, kendilerine ‘Niçin, birkaç şart sıralayıp, kararı yani kendinizi Cumhurbaşkanı Moi’nin eline, onun iki dudağı arasından çıkacak karara teslim ediyorsunuz.”
Bunu dedikten hemen sonra “Her çatışma” diye tamamladı açıklamalarını, “sui generis’dir; kendine özgüdür. Ama hepsinin arasında ortak yönler vardır.”
Hepimizin ortak kanısı, olağanüstü öğretici bir Londra öğledensonrasıydı.
Sıra, bir sonraki durakta; Kuzey İrlanda’da. Belfast...
Yazının Devamını Oku 26 Temmuz 2011
Londra’da güneşin kendini gösterdiği bir gökyüzü, bahar havası ısısı.
Türkiye’yi kavuran bunaltıcı sıcaklardan, hem de “Kürt sorunu”nun tekrar içinde düştüğü “yakıcı ortam”dan uzaklaşıp gelen bizler için pek rahatlatıcı bir atmosfer.
Ama bizler, yani Türkiye’den gelmiş olan 16 kişi, Londra havasından pek yararlanabilir durumda değiliz, çünkü tüm günü King’s College’ın tarihi, yüksek tavanlı binasında dörtgen bir masa çevresinde geçiriyoruz. Gerçi, kocaman ve tavana kadar yükselen pencerelerden Londra gökyüzü ve ufku gözüküyor ama buna takılamayacak haldeyiz. Son derece ilginç deneyimleri, ehil konuşmacılardan dinliyor ve soru-cevaplarla günü, zihnimizi zenginleştirerek geçirmekle meşgulüz.
O son derece ilginç deneyimler, Güney Afrika ile başladı ve Birleşik Krallık’ın (bizim İngiltere diye genellediğimiz ülke, Birleşik Krallık’ın dört parçasından sadece biri; Birleşik Krallık, İngiltere, İskoçya, Kuzey İrlanda ve Galler’den oluşuyor) “parçalara yetki devri”nin (devolution of powers) arka planı ve uygulamasını kapsıyor.
Bunu, “Kuzey İrlanda sorunu” izleyecek.
3 Parti-8 milletvekili
Türkiye’den bu “yerinde gözlem ve öğrenme eksersizi”nde yer alan 16 kişinin 8’i Türkiye’nin üç siyasi partisinin milletvekilleri. Ak Parti, CHP ve BDP’den 3’er milletvekili (biri ani sağlık sorunu nedeniyle gelemedi). BDP’liler, Van’daki toplantılarından ayrılıp geldiler Londra’ya.
Geri kalan 8’inin 4’ü, bu toplantı dizisini düzenleyen, merkezi Londra’da bulunan “Democratic Progress Institute”un (Demokratik Gelişim Enstitüsü) adlı kuruluşun “Uzmanlar Konseyi”nden. Prof. Mithat Sancar, Prof. Sevtap Yokuş, Yılmaz Ensaroğlu ve Cengiz Çandar. Diğer 4’ü ise “Kürt sorunu” konusuyla yakından ilgili isimler; Hasan Cemal, Ali Bayramoğlu, Ayhan Bilgen ve Bejan Matur.
Parlamentoda temsil edilen dört siyasi partiden üçünün milletvekillerinin, “Kürt sorununun müzakereler yoluyla çözümü” amacına yarar sağlayacak bir “bilgi edinme eksersizi” içinde yer alması, yöneticilerinin bilgisi altında Londra-Belfast (Kuzey İrlanda)- Edinburgh (İskoçya) üçgeninde, Temmuz 2011’in son haftasının sıcak günlerini geçirmesi, mütevazı, anlamlı ama Türkiye’nin “sorun çözümü ufukları” açısından değerli ve önemli bir çaba.
Yazının Devamını Oku 23 Temmuz 2011
Geçen yıl, yani 2010’da Washington’a uçarken öğrendim Tony Blair’ın “A Journey-My Political Life” (Bir Yolculuk-Siyasi Yaşamım” adlı siyasi hatıratının yayımlandığını.
Washington’da ilk işim bir kitabevine gidip, kitabı almak oldu.
Birkaç gün sonra Atlantik’i geçerken elimde kitap, “Peace in Northern Ireland” (Kuzey İrlanda’da Barış” bölümünü okumaktaydım uykuya boşverip. İstanbul’a indiğimizde 45 sayfalık bölümü bitirmiştim.
Zaten kitabı edinme isteğimin, hatıralarının diğer bölümlerinin önüne geçen özellikle iki nedeni vardı: Kuzey İrlanda bölümü ve Irak’taki savaşa ilişkin anlatacakları.
TESEV için “Dağdan İniş-PKK Nasıl Silah Bırakır? Kürt Sorununun Şiddetten Arındırılması” adlı Rapor’u yazmadan önce yine göz attım Tony Blair’in “Bir Yolculuk”ta anlattığı “Kuzey İrlanda’da Barış” bölümüne. Silvan’dan sonra bir kez daha.
Kürt sorununa Kuzey İrlanda emsali
Bir ay önce İstanbul’ta Galatasaray Üniversitesi’nde bütün bir gün süren “Çatışma Çözümü açısından Kürt Sorunu” başlıklı panelde, Tony Blair’in Kuzey İrlanda barış görüşmelerinde Tony Blair’in sağ kolu olarak çok önemli bir rol oynayan Jonathan Powell ile aynı kürsüyü paylaştık. Jonathan Powell, uzun müzakerelerden sonra IRA’in silah bırakmasıyla sonuçtan çıkan “dersleri” mükemmel biçimde özetledi.
Powell’ın arkasından söz aldığımda, onun anlattıklarından yola çıkarak, “IRA-Sinn Fein; PKK-BDP” denklemi arasındaki farklılıklara vurgu yapan bir konuşma yaptım.
Toplantıdan sonra, Tony Blair’in “Bir Yolculuk”una bir kez daha göz attım. “Kuzey İrlanda’da Barış” bölümünde çıkarttığı dersler, Jonathan Powell’ın anlattıkları ile büyük ölçüde paralellik gösteriyordu.
Yazının Devamını Oku 22 Temmuz 2011
İçinden geçtiğimiz günlerin başdöndürücü gündeminde, ilk günlerdeki ivmesini kaybetmiş gibi gözükse de, yine canlanmaya aday “şike soruşturması” da var.
Eyüp Can, önceki gün üzerinde fırtınalar kopması gereken önemde bir yazı yazdı; anlaşılan o başdöndürücü gündem içinde kaynadı gitti, ya da öyle olması istendi.
Yazısının son bölümünde “Şimdi gelelim soruşturmanın derinleşmesi için ‘Türkiye’de futbolun 13 yılını anlatacağını’ avukatı aracılığıyla açıklayan Aziz Yıldırım’ın geçen hafta kim için ‘en başta yanar’ dediğine... Milli Takım. Yanlış duymadınız... Aziz Yıldırım ‘Konuşursam herkes yanar... En başta da Federasyon ve Milli Takım’ derken ne kastetti” diyordu.
Sanırım, Eyüp Can, ‘ne kastettiğini” biliyordur. Futbol dünyasına aşina olanlar zaten, Milli Takım’ın 2008 Avrupa Şampiyonası’na nasıl gittiğine ilişkin spekülasyonları duymuşlardı.
Soruşturma baştan yanlış başladı
Burada duralım ve Eyüp Can’ın daha önceki şu satırlarına bakalım:
“... Aziz Yıldırım konuşsun ama...’ birçok soruşturma gibi bu soruşturmada da başından beri yanlış giden çok önemli iki şey var.
Bir, suçlamanın niteliği inandırıcılıktan uzak. Çünkü Aziz Yıldırım sadece şike yapmakla suçlanmıyor, ‘şike maksadıyla silahlı örgüt kurmak ve bu örgütün lideri’ olmakla suçlanıyor. Tipik bir Soğuk Savaş yargı mantığı...
Her türlü teşekkül hemen örgütlü suç kapsamına sokuluyor.
Yazının Devamını Oku 20 Temmuz 2011
Öcalan’dan bağımsız hareket edebilen bir örgüt dinamiği var ama Öcalan’a rağmen hareket edebilecek bir örgüt dinamiği yok.
Silvan’daki kanlı gelişmeden hemen sonra medyanın birçok kalemi, bir süredir, güvenlik bürokrasisinden yayılan klişe tahlile kendini kaptırdı ve “derin devlet” ile “işbirliği” halindeki “derin PKK”yi, kendi deyimleriyle “PKK’nin şahinleri”ni keşfetti.
Sanki İmralı ile Kandil arasında bir “çatlak” varmış gibi yorumlar birbirinin ardına geliyor ve hatta PKK’nın Abdullah Öcalan’ı “dışladığı”, Öcalan’ı artık dinlemediği ileri sürülüyor.
Türk kamuoyu, devleti ve medyasıyla Kürt sorununu uzun yıllar anlamamakta, böyle bir sorunun bulunduğunu reddetmekle kalmadı, şimdi de PKK’yi bilmemekte, anlamamakta hayret verici bir görüntü ortaya koyuyor.
PKK’de çatlak var mı?
“Dağdan İniş-PKK Nasıl Bırakır?” başlıklı TESEV Raporu’nu dikkatle okuma zahmetine katlansalar, “PKK’deki çatlak” ya da “İmralı-Kandil çelişkisi” üzerine hesap yapmanın silahlı çatışmayı tırmandırmaktan başka bir işe yaramadığını öğrenebilirlerdi.
Rapor’un 28. ve 29. sayfalarındaki şu bölümleri izleyelim:
Yazının Devamını Oku 19 Temmuz 2011
Silvan’daki kanlı gelişmeye doğru teşhis koymak öyle kolay değil. Ne olduğu, nelere yol açtığını görerek, ileride, ileriden geriye bakarak anlaşılabilecek cinsten bir olay. Tıpkı 1993 Mayıs’ında, Turgut Özal’ın ölümünden bir ay kadar sonra Elazığ-Bingöl karayolunda meydana gelen “33 asker” olayı gibi. O olay, PKK’nın Abdullah Öcalan ve Murat Karayılan gibi en üst yöneticilerinin şimdilerde “tarihi dönüm noktası” diye değerlendirdikleri ama pamuk ipliğine bağlı “ilk ateşkes”i sona erdirmiş ve 1993-1999 arasında tam anlamıyla bir “kan banyosu” yaşanmıştı.
Kürt sorunu da, zaten 0 1990’lı yıllarda kangren haline dönüşmüş, mevcut düğümlerin üzerine adeta gemici düğümleri atılarak, çözümü çok zor bir hale dönüşmüştü.
Bugün bile 1993’teki o olayın “arka planı”na ilişkin üzerinde herkesin ittifak ettiği bir tespit yok. Birçok PKK’lı birbirinden farklı değerlendirmeler yapıyor. Olayın arkasında, savaşın devamından yana olduğu öne sürülen “derin devlet” parmağını işaret edenler de var; PKK’nın savaş yanlısı çizgisiyle ilintisini kuranlar da. Başka değerlendirmeler de.
O olayın arkasında İran ya da Suriye veya her ikisinin “gizli servisleri”nin etkisi olup olmadığı da, halen askıda duran bir soru işareti.
Ama üzerinde hiç kimsenin ihtilafta olmadığı değerlendirme, o olaydan sonra Kürt sorununa ilişkin gelişmelerin başka bir mecrada yol alması, 1990’larda “düşük yoğunluklu bir savaş”ı başlatmış olduğu.
Sorunun çözümü doğrultusunda bir “tarihi fırsat”ın kaçırılmış olduğu, bir başka değerlendirme.
“33 asker” ile “13 şehit” analojisi
1993’teki “33 asker” olayı hatırlanarak, 2011’de Silvan’daki “13 asker” olayına anlam verilmek isteniyor.
Yani, sanki “tam çözümün eşiğinde” dolaşırken, “barış umutları” yeşermişken Silvan’daki olay ile, “savaş baltaları” tekrar gömüldüğü yerden çıkarılmış görünüyor.
Bunun gerekçesine ilişkin, kestirmeci yorumları birkaç gündür ardarda okuyoruz. Olayı, “derin PKK”nin işi olarak yorumlayanlar, yani PKK’nın Kandil’deki “şahinleri”nin, İmralı’daki Abdullah Öcalan’ın “devlet heyeti” ile “uzlaşma”ya yakın verimli görüşmeler yaptığı sırada bu “hamle” ile PKK liderini boşa çıkarttığını anlatıyorlar.
“Zamanlama” da hatırlatılıyor. Tam “yeni ve demokratik anayasa” hazırlığına girişildiği sırada ve bu amaçla Ak Parti-BDP arasında temaslar başlamışken, böyle bir eyleme girişilmesinin, “demokratikleşme”yi baltalama amacı taşıdığı öne sürülüyor.
Buradan yola çıkarak, PKK’nın Ergenekon’un “yedek gücü” haline dönüştüğü, “Ergenekon-PKK işbirliği” iddiası ortaya atılıyor.
Silvan olayında “askerler”in Ak Parti’yi zora düşürecek, “Ergenekoncu eğilimleri”nin de payı olduğunu öne sürenler varsa da, söz konusu yaklaşım, “derin devlet” ile PKK arasında kesin bir sınır çizmediği için, böyle bir “tahlil” geçerliliğini korumuş oluyor.
Bu, Ak Parti iktidarını olumsuz herhangi bir gelişmeden “bağışık” kılmak için aşırı gayretlilerin bildik yaklaşımlarının, basmakalıp şablonlarını Silvan’a oturtma gayreti gibi anlaşılmalıdır.
Kimi yorumcular ise, Öcalan’ın PKK ve “silahlı güç” kartlarını asla terketmemiş olduğuna dikkati çekerek,Silvan’daki gelişmeye ilişkin Abdullah Öcalan’ın sorumluluğunu öne çıkarıyorlar. Bunlara göre, Öcalan ile “derin PKK” farkına ilişkin vurgular, yanıltıcı ve gerçeği yansıtmıyor.
Çözümcü “devlet aklı” var mı?
Geldiğimiz noktada, asıl sorunun, belki de “en büyük” sorunun, Türkiye’nin “devlet aklı”nın henüz Kürt sorununu –PKK sorunu başta olmak üzere- çözmeye hazır olmamasından kaynaklandığı üzerinde pek durulmuyor.
Oysa, asıl sorun bu ve burada. Kürt sorununu çözmek için ciddi ve esaslı bir siyasi irade oluşmadıkça, “PKK sorunu”nu çözmek için “ezber bozan” cinsten “siyasi cesaret” sahibi olunmadıkça, Silvan benzeri gelişmeleri yaşamaya, maalesef, hazır olmalıyız.
1993’te durum, aslında, bugünkünden özünde pek farklı değildi. Koca devlet sistemi içinde çözüm için kafa yoran ve bu konuda gerekli siyasi cesarete sahip olan Turgut Özal’dan başka hiç kimse yoktu.
Turgut Özal da, Çankaya’da bir “yalnız adam”dı; ömrü uzasaydı bile 1993’ün şartlarında, “33 asker olayı”nın yaşanmayacağını hiç kimse garanti edemezdi.
Sadece Turgut Özal’ın yaşamına devam etmesi halinde, “33 asker olayı”nın daha sonra olduğu gibi bir “düşük yoğunluklu iç savaş”a dönüşmeyebileceği söylenebilirdi ki, yaşanmamış bir tarih için bu bir spekülasyondan öteye değer taşımaz.
Gelelim bugüne... Başbakan, “Kürt sorunu bitmiştir” görüşünü tekrarlıyor. “Kürt kardeşlerimizin sorunları”ndan söz ediyor ki, bunu da “Türk, Laz, Çerkes, Gürcü, Roman vs.” ile eşitliyor. Bu yaklaşım, Kürtlerin, Türkiye ötesinde bir “ulusal kimlik” elde ettiği bir “tarih dilimi”nde ortaya konuyor.
1990’lara geri dönüş
Bu durumda, elimizde kala kala bir “PKK sorunu” kalıyor ki, bu da netice itibarıyla bir “güvenlik sorunu” olarak ele alınmaktan başka bir imkan bırakmıyor.
Konuya böyle yaklaşmak ise, ister istemez, 1990’lardaki “birinci kareye geri dönüş” sonucunu doğuruyor.
İmralı’daki “görüşmeler” ise, “sorunu çözme”, hatta “PKK sorunu”nu çözmeye elverecek bir nitelik kazanmıyor, kazanamaz da. İkide bir, siyasi olduğu besbelli “koster arızası” ile Abdullah Öcalan’a ve böyle yaparak örgütüne bir “mesaj” veriliyor. Bir “güvenlik başağrısı” olarak algılanan PKK ile mücadele, özü itibarıyla, bunca yıldır nasıl sürdürülmüşse öyle sürdürülmeye devam ediyor.
Daha önce de belirttim; Türkiye’de iktidar, ekonomiden dış politikaya, Türkiye’nin yükselen uluslararası profiline, oradan seçimlerdeki yüzde 50’lik desteğe uzanan zeminde haklı olarak artan bir “özgüven”e sahip.
Ve yine bu köşede defalarca, “Türkiye’nin Suriye’ye benzer bir fotoğraf vermesi” endişesini dile getirdim. Bu, ancak, Kürt sorunu üzerinden, PKK eylemlerinin yaygınlaşması ve buna karşı yanlış teşhisten doğan karşılıklar verilmesiyle mümkün olabilirdi. Haklı olarak yükselen “özgüven”in tedrici “erozyon”u da öyle sağlanabilirdi.
Bunun böyle olmasında çıkarı bulunan komşu ülkeler ve hatta müttefiklerimizi de unutmayalım.
İktidar doğru yerde mi?
İşte tam da bu nedenlerle, hükümetin, PKK-BDP hattına ilişkin olarak seçim sonuçlarının ve onunla birlikte bilinen krizin ortaya çıkmasında akıllı, esnek ve hatta “yüce gönüllü” davranması gerekirdi.
Tam tersini yaptılar.
Bütün bu yazdıklarımız, BDP’nin –ve DTK’nın- siyasi pozisyonlarındaki hamlığı ve yanlışları mazur göstermez ve ortadan kaldırmaz.
Ama, bugün gelinen noktada, “çıkmaz yollar”ın zorlanmamasında, Silvan’ların tekrarlanmamasında ana sorumluluk iktidarın sırtında duruyor.
Tayyip Erdoğan hükümeti, indirgemeci tahlillerle kafa karıştırmaktan öteye bir sonuç üretmeyen, pratik ve yararlı hiçbir öneri getirmeyen çeşitli renklerdeki “yandaş korosu”na kulaklarını tıkamalıdır.
Kürt sorunu var mı, yok mu; nasıl ele alınmalı, bu çerçevede “PKK sorunu”na nasıl yaklaşmalı, bir kez daha düşünmeli, “ezber bozucu” ve yaratıcı olmalıdır.
En önemlisi, Aynur Doğan’a gösterilen “beyaz Türk” tepkisini ve Ege’de başgösteren “toplumlararası çatışma” ihtimalini gözönüne alarak, “popülizm”e asla sapmamalı; “siyasi cesaret” göstermelidir.
Yazının Devamını Oku 16 Temmuz 2011
Habur, “Açılım”ı rayından çıkartmıştı; şimdi de Silvan, seçim sonrası “Açılım”ı yakmışa benziyor. Silvan’da yanarak hayatını kaybeden 13 askere (7 de PKK’lı ölmüş) ilişkin, çok yakında 31 yıllık bir ayrılıktan sonra Türkiye’ye dönmesi beklenen Kemal Burkay, yazılı bir açıklama yaptı. Bana da göndermiş. Şöyle diyor:
“Biz elbet, kısa ya da uzun bir gelecekte özgür ve demokratik bir ülke kurmayı ve orada uygar insanlar gibi yan yana, elbet eşit koşullarda yaşamayı başaracağız. Ama toprağa düşen bu canlar artık yaşamayacaklar. Onların hayatı gençliklerinin baharında söndü.
Onların ana babalarının, sevdiklerinin acısını hiçbirşey dindiremeyecek.
Seçimlerden sonra yer alan bir dizi şiddet eylemi, özellikle toplumda geniş tepkilere yol açabilecek son eylem, yeni ve demokratik bir anayasa yapılması ve Kürt sorununun çözümü yönünde adım atılmasını engellemeye yönelik bir tuzaktır. Zaten böylesi bahaneler arayan çevreler şimdiden açılım sürecini ve demokratikleşme adımlarını suçlamaya, hükümeti kuşatma altına almaya başladılar.
Bu tuzağı boşa çıkarmak için sorumluluk duyan herkese, en başta da hükümete görev düşüyor.
Başbakan, son eylemin ardındaki elden söz etti. Bu eli, ya da acımasız odakları uzakta aramaya gerek yok. Onların bu ülkede, devletin derinliklerinde olduğunu ve elerinin bizzat PKK’nin içine uzandığını biliyoruz. Hükümet bu tuzağı deşifre etmek, kamuoyunu aydınlatmak için daha cesur olmalı.
Silvan’daki olay her bakımdan aydınlatılmalı. Neden tam da yeni bir anayasa, demokratikleşme ve Kürt sorununun çözümü yönünde ciddi gelişmelerin beklendiği bir aşamada bu kanlı operasyonda ısrar?
BDP bu tuzağın boşa çıkarılması için kendi payına düşeni yapmalı; gerilim ve kaos yanlılarına yarayacak tutumlardan uzak durmalı, boykota son vermeli, değişim ve demokratikleşme yönünde çaba göstermeli...”
Başbakan’dan BDP’ye...
Peki, Başbakan’ın “olay”a ilişkin değerlendirmesi ne? Şöyle:
“13 tane şehidimizin olması şüphesiz yüreklerimizi yaralamıştır, dağlamıştır, ama terör örgütü ve uzantıları şunu çok iyi bilmelidir ki.. bu kötü niyetli davranışlar bizden hiçbir yerde, asla iyi niyet beklemesin. Onlar da, siyasi uzantıları da. Biz onların siyasi uzantılarına da çok iyi niyet gösterdik. Ve bütün iyi niyetlerimizle yaklaşımlarımızı yaptık ve demokratik alanda mücadelelerini sürdürmeleri için her türlü zemini hazırladık. Ama bunların her zaman ortaya koydukları teklifler, dünyanın hiçbir yerinde görülmeyen, bir dedikleri bir dediklerini tutmayan yaklaşım tarzlarıdır. Ve hiçbir zaman Ak Parti ve Ak Parti iktidarı onların bu gayrı samimi teklifleriyle bir masaya oturacak değiliz.”
“Terör örgütü”nin “siyasi uzantıları”ndan kasıt? BDP! Başbakan, onlara çok iyi niyet gösterdiklerini, demokratik alanda mücadelelerini sürdürmeleri için her türlü zemini hazırladıklarını söylüyor.
İyi de, 3000’e yakın BDP üyesi KCK davasından hapiste. Çok zor şartlar altında girdikleri seçimden sonra başlarına neler geldiğini bilmeyen yok. Seçtikleri adayın durumu tartışmalıyken, Ak Parti’nin seçim kazanamamış, 6. sıra adayına alelacele mazbata aldırıp, pek de “şık” bir “jest” yapmadığını da herkes gördü.
Açıkçası, “siyasi uzantılar”a “çok iyi niyet gösterildiği” pek inandırıcı gelmiyor.
Başbakan’ın bu yukarıdaki sözlerinin, sadece PKK’ye değil, BDP’ye de bir “savaş ilanı” ve Ak Parti-BDP diyalogunun kesileceği açıklaması olarak algılanacağı açık.
DTK’dan BDP’ye darbe
Buna karşılık, BDP de, DTK üzerinden kanlı olay ile eş zamanlı olarak, Diyarbakır’da 850 kişinin katıldığı, müsamereye benzeyen bir toplantıda ilan edilen “demokratik özerklik” baskısı altına kendisini soktu.
Ya da şöyle söyleyelim: Başbakan’ın salvolarından daha da önce, DTK, Diyarbakır’daki “demokratik özerklik” ilanı ile, kendi bünyesindeki BDP’nin TBMM eksenli rolüne ağır bir darbe indirdi.
DTK’nın “demokratik özerklik” açıklamasını okuduğunuzda, ne olduğu anlaşılmayan, “ne deve, ne kuş” cinsi bir laf salatası. “TBMM boykotu” sürerken, Diyarbakır’da “demokratik özerklik” ilanının tek bir siyasi sonucu olur: “Şiddetin azması, kan dökülmesine, yeni can kayıplarına devam”...
Bir başka deyimle, BDP’nin işlevsizleşmesi ve inisyatifin tümüyle PKK’ya bırakılması.
Böyle bir durum, Başbakan’ın dünkü şu sözleriyle örtüşüyor:
“Eğer bunlar barış istiyorlarsa, talep ediyorlarsa yapacakları tek şey vardır, o da şudur: Bir defa terör örgütü silah bırakacaktır. Silahı bırakmadıkları müddetçe ne operasyonlar durur ne de bu süreç daha farklı bir noktaya gider... Bu ülkede artık Kürt sorunu yoktur, bu ülkede PKK sorunu vardır, Kürt kökenli vatandaşlarımızın da sorunları vardır... Benim Türk kardeşimin de sorunu var. Laz’ın da, Boşnak’ın da, Arnavut’un da, Gürcü’nün de, Roman’ın da, hepsinin sorunları var...”
1990’lara geri dönüş mü?
Bunun, 1990’ların söyleminden pek az farkı var. Temel fark, “psikolojik”. 2011’de özgüveni çok yüksek, ekonomisi iyi durumda, uluslararası profili düzgün bir Türkiye var. Başbakan, belki de, “savaşsa savaş” yoluyla “PKK sorunu”nun üstesinden geleceğini düşünüyor. Nasıl olsa, artık “Kürt sorunu” da kalmadığına göre...
Benim açımdan, olan-bitenlerde ve gelinen noktada şaşırtıcı bir şey yok. Zira, dokuz ay boyunca, devlet yetkililerinden, Kandil’deki PKK liderlerine, PKK’dan kopmuş eski yöneticilerine, PKK muhalifi Kürt şahsiyetlere, BDP’lilere, onlarca kişiyle günlerce konuştum; binlerce sayfa metin okudum ve TESEV tarafından üç hafta önce açıklanan “Dağdan İniş-PKK Nasıl Silah Bırakır? – Kürt Sorunu’nun Şiddetten Arındırılması” başlıklı 100 sayfalık bir raporu kaleme aldım.
Bugün geldiğimiz noktaya defalarca gelinmiş olduğunu, bu çalışma vesilesiyle gördüm. Sorunun temel aktörlerinin zihniyet kalıplarını, sorunun arka planını, soruna taraf olan Kürtlerin psikolojisini, PKK’nın yapısını vs. bundan önceki 40 yıl boyunca öğrenmediğim ölçüde öğrendim.
Rapor, kamuoyunda ilgi uyandırdı ve tartışılması devam ediyor. 1990’ların Kürtleri sindirme politikalarından yana olan emekli askerler ve anti-Kürt aşırı milliyetçilerden gayrı pek eleştiri gelmedi. Tek istisnası, PKK’nın “ideologu” diye adı çıkan ve kimilerince “şahin çizgi”nin temsilcilerinden olduğu ileri sürülen Mustafa Karasu, beni “AKP perspektifi” ile rapor yazmak ve “AKP’ye diyet ödemek”le suçladı.
İmralı’dan Abdullah Öcalan’ın ismimi anarak selam gönderdiği, bir hafta sonra da Rapor’a olumlu atıfta bulunmasıyla eş zamanlı olarak.
İsteyen istediği gibi yorumlayabilir.
Biliyorum ki, Türkiye’nin devlet sistemi içinde de, PKK içinde de, “taraflar” arasında çözüm doğrultusunda yakınlaşma ihtimali belirdiğinde, bunu torpillemeye hazır olan ve “savaş seçeneği”ni sürekli gündemde tutmak isteyenler var.
PKK’nın bazı “bölgesel dış dayanakları” dışında, Kemal Burkay’ın dediği gibi “derin Türkiye”nin de PKK içinde yer aldığı pek sır değil. Böyle “aktörler”in her an Türkiye’nin yoluna “tuzak” kurdukları da.
13+7 genç insanın nasıl yanarak öldüğünün aydınlatılması, bu “tuzak”ın nasıl kurulduğunu anlamak bakımından özellikle önemli.
Siyaset gereği, bu “tuzaklara” bile bile düşmek isteyenleri engelleyebilecek hiçbir güç de olamaz.
Böyle umutsuz durumlarda ve savaş istenmemesi halinde, ne yapılabileceğini merak edenlere, TESEV Raporu’nu dikkatli okumalarını tavsiye ederim.
Hükümete de.
Yazının Devamını Oku