Cengiz Çandar

Kandil’i “söndürelim” derken...

14 Eylül 2011
Çatışmaların çözümünde çözümden zarar göreceğini düşünenler de vardır. İşi bozmak isteyenler açısından, çözüm için en iyi ortam, kendileri için en kötü ortamdır. Çözüm iradesi varsa, bunu bilmeli ve işi bozmak isteyenlerin yaptıklarından etkilenmeden sürece devam etmelidirler.

Bu da, dünkü yazıda gönderme yaptığım Temmuz sonundaki İngiltere, Kuzey İrlanda, İskoçya gezisinin temel derslerinden biriydi. Sir Kieran Prendergast bu sözcüklerle ifade etti.
Gelelim, bizim “Açılım Koordinatörü” ve Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay’ın son gelişmeler üzerine yaptığı açıklamadaki sözlerine. “Nihai çözüm konusunda dosyalarımız hazırlıyoruz. Güvenliği tam olarak sağladığımızda diğer konularda başarıya ulaşacaktır. Güvenlik ve demokratik açılımlar paralel yürür. Ama sabote edilince durgunluğa uğruyor.”
Bu cümleleri tanıyorum. Turgut Özal da bu yaklaşımla girişmişti işe. Sonra işlemediğini gördü ve bir daha böyle konuşmadı. Bu sözler, bir “siyasi sorun”a “güvenlik öncelikli” yaklaşımı ifade eder. Ve, dolayısıyla, sorunun çözülemezliğinin tipik örneğidir.
İşin paradoksu şu ki, güvenlik öncelikli yaklaşımla ne güvenliği sağlayabilirsiniz, ne da açılım yapabilirsiniz. İşte bakın, “sabote edilince, duruyor”muş. Oysa, duran sizsiniz. Yukarıdaki dersi içselleştirimiş olsanız, çözüm iradeniz olsa, çözümü sabote etmekten çıkarı olanları bilip, çözüm yolunda sebatla yürürsünüz.
Saptığınız ve güvenlik öncelikli siyasete döndüğünüz anda, savaş davullarını çalmaya başlarsınız, çareniz yok. Kazanamayacağınız bir savaşa girersiniz.
Eleştiride öncelik
Alper Görmüş’le devam edelim. Taraf’ta dünkü yazısında, “’Kürt sorunu şiddet yoluyla çözülmez derken sadece devlet şiddetinden mi söz ediyorsunuz? Öyle değilse neden PKK şiddetini de eleştirmiyorsunuz? türünden eleştirilerle karşılaşıyorsunuz... Basitçe söyleleyim: Ben, çözümcü iradenin ancak devletten ve Türk halkından kaynaklandığında anlamlı ve etkili olabileceğine inandığım için öncelikle devletin, Türk halkının ve Türk aydınlarının eleştirilmesi gerektiğine inanıyorum” diye yazdı.

Yazının Devamını Oku

Kandil’e karşı Türkiye-İran-Barzani işbirliği mümkün mü?

13 Eylül 2011
Yaklaşım bir buçuk ay önce, İngiltere, Kuzey İrlanda ve İskoçya’yı kapsayan “çatışma çözümü için karşılaştırmalı örnekler”i inceleme gezimiz önemli dersler öğrenilerek geçti. Geziyle ilgili bilgilere ve değerlendirmeye, bu köşede yer vermitim. BM’nin eski genel sekreter yardımcısı, İngiltere’nin 1990’lardaki Türkiye Büyükelçisi Sir Kieran Prendergast Londra’da bizlere konuşurken dikkate değer bir tespit yapmıştı. Şöyle demişti:
“Çatışma doğaldır ve birçok toplumda kaçınılmazdır. Kaygı verici olan çatışmanın şiddete dönüşmesidir ki, bu da çok çözümü için hiçbir demokratik araç kalmadığı vakit ortaya çıkar... Çatışmayı durdurmak için hiçbir araç kalmaması; hiçbir siyasi iradenin ortaya olmaması sorun yaratır. Çok kez sorulan soru şudur: Çatışmaya ilişkin kendi görüşünüzü ve aynı zamanda karşı tarafın görüşünü anlıyor musunuz? Sadece kendi görüşünüzü anlar, onu doğru görürseniz, çözüm olmaz. İki geçerli görüş olabilir. Bunlar (soruna dair) sadece farklı perspektiflerdir.
Çok kez şunu sorarım, taraflar sorunu çözmeye hazırlar mı? Yoksa, çözüm için olgunlaşmadığı için çatışmayla birlikte mi yaşamak zorundayız? Eğer çatışma çözüm için olgunlaşmamışsa, bir çözüme ulaşabilmek çok zordur.”
Bu tespit kayda geçtiği sırada, Silvan olmuş bitmişti. Silvan’dan on gün sonra, işler bugün geldiği noktaya gelmeden önce yapılmış bir tespit. Şimdi, “durum”abakınca, bu tespit ışığında ne görüyoruz?
Ak Parti iktidarının ve PKK’nın dağdaki yönetiminin (muhtemelen 48 gündür kendisinden herhangi bir şey işitilmeyen Abdullah Öcalan’ın da), “çatışma”yı ve mevcut durumu çok farklı tanımlamaları söz konusu. Bir “perspektif uçurumu”ndan söz edebiliriz.
PKK’nın dağdaki yönetimi, -eğri oturup doğru konuşalım- “devrimci halk savaşı”nı 12 Haziran seçimlerinden çok önce tasarlamıştı. Yani, PKK’nın şiddet tırmanışına girmesi, 12 Haziran seçimleri sonrasında iktidarın tutumundan duyulan hayal kırıklığının sonucu değil. O “hayal kırıklığı”nı PKK çok önceden “satın almıştı”.
Aynı şekilde, Ak Parti iktidarının, Kürt sorununun çözümü için seçimleri beklediği ve seçimlerden sonra sorunun esaslı çözümüne ilişkin düşünsel ve siyasal bir hazırlığı tamamladığı da söylenemez. Dahası, Ak Parti iktidarı, yüzde 50’lik seçim desteğini, PKK’yı tasfiye edebileceği bir “avans” olarak değerlendirmiş,Öcalan ile dış dünya arasındaki bağlantıyı kesmiş, dağ yönetimine yönelik yaygın ve kapsamlı bir psikolojik savaşa girişmiş, BDP’yi tümüyle marjinalize etmeye yönelmiş ve “askeri çözüm”ü denemeye değer bulmuş bir görüntü veriyor.
İktidarın“Arap baharı” ve özellikle Suriye konusunda Amerika’dan sağladığı “siyasi sermaye”yi, PKK üzerinde ve Kuzey Irak’ta “nakde çevirme” yolunu tuttuğu anlaşılıyor.
Geldiğimiz nokta, PKK’nın yüzünden midir; Ak Parti iktidarının bunda payı nedir tartışmasının fazla anlamı ve gereği yok; zira bu, bir tür “tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan çıkar” tartışması gibi.
Ankara-Erbil-Tahran ittifakı mümkün mü?
Kandil’e yönelik hava akınları, sınır boyunun sürekli top atışına ve hava bombardımanına tutulması ve bunların ardından Dışişleri Müsteşarı Büyükelçi Feridun Sinirlioğlu’nun Bağdat-Erbil çıkartması, bu arada basına sızan “Türkiye, Kandil’i kıskaç altına almak için Kuzey Irak’ta iki üs istiyor” ve “Mesut Barzani, PKK’ya İran KDP’si modeli önererek bastırıyor” cinsinden isabetli olduğu izlenimi veren haberler, iktidarın konuya ilişkin önceliklerine ışık tutuyor.
Bütün bunlar –karşılıklı olarak- çatışmayı “şiddet dışında” çözme konusunda şu an için bir “irade” bulunmadığını ortaya koyuyor. Taraflar, “silahlı kavga”ya öncelik veriyor ve bunu tercih ediyorsa, “barış ve uzlaşma” seslerinin serpilip gelişmesine uygun bir “iklim” yok demektir. En azından, bu “iklim”, o iklim değildir.
Eğer, Türkiye, Irak’taki Kürt yönetiminin ve Irak Kürt hareketinin hem Barzani, hem Talabani tarafının desteğini tümüyle sağlar ve buna İran’ı da dahil ederse, bu “üçlü ittifak” sızıntısız işlerse, gerçekten de PKK Kandil’de ve çevresinde nefes alamaz.
Şu dönemde “merkezi halka”nın Erbil’deki Kürt yönetimi olduğu belli oluyor. Türkiye’ye Kandil yakınında üs verecek ya da vermeyecek olan da odur, PKK’ya “İran KDP’si modeli” için bastıracak olan da odur.
Türkiye’nin Barzani üzerindeki yabana atılmayacak müthiş kozu, Irak Kürdistanı’nın petrol ve doğal gaz zenginliğine ilişkin Türkiye’nin sunduğu ve sunabileceği yatırım, ortak işletme ve dış pazarlara çıkış potansiyeli.
Bununla birlikte, Barzani’nin Kandil’e yönelik bir Türkiye askeri harekatının alt yapısını sağlayacak şekilde iki üs vermeye ayak süremesi beklenebilir. “İran KDP modeli”ni PKK’ya önermesi akla yakın görünüyor ama bunu da PKK’nın kabul edeceğini sanmam.
İran KDP’si, Kandil’deki karargahından İran’a karşı mücadele ediyordu. Barzani, 1993’te İran baskısı üzerine, “genel Kürt çıkarları” namına İran KDP’sinden silahlı mücadeleye son vermesini istedi , ve bunun karşılığında İran KDP’si, Erbil-Süleymaniye arasındaki Köysancak şehrine yerleşerek varlıklarını devam ettirdiler.
Bu “zoraki uzlaşma”nın iki KDP arasında büyük bir yara olduğunu bilenler biliyor. Benzeri bir formüle, İran KDP’si tecrübesini bilen PKK’nın razı olması beklenemez. Ayrıca, PKK, bugün, o günkü İran KDP’sinden çok daha güçlü.
Bir de tabii İran faktörü var. Füze kalkanı nedeniyle Türkiye’ye karşı sesini yükselten İran’ın, Türkiye ile tam bir işbirliği halinde, PKK-PJAK’ı bitirme eylemine girmesi şüpheli gözüküyor.
Karayılan’dan Barzani’ye
Murat Karayılan, dün bir açıklama yayımladı ve üstü kapalı biçimde Mesut Barzani’ye, Ak Parti politikasına uymama çağrısı yaptı. Şu sözleri ilginç:
“AKP şiddeti yaygınlaştırarak.. Güney Kürdistan içlerine kadar yaymak istiyor. Saldırı yapabilirler. Ama sonuç alamayacakları kesindir. Bu konuda daha fazla bir şey söylemek istemiyorum. Biz kendimize güveniyor ve şiddet içerikli her türlü saldırının sonuçsuz kalacağını söylüyoruz. Buna inanmayla varsa İran’ın Kandil saldırısına bakabilirler. İran askeri güçlerinin daha fedai karakteri olmasına rağmen, günlerce top yağdırdı, defalarca saldırılar yaptı ama sonuç alamadı...
Aslında İran devleti de bize tek amacın biz olmadığını söyledi. Amaç, biraz da Kürdistan bölge hükümetine mesaj vermek ve onu etkilemekti. Hatta onun için Kandil’i vurmadan, Hac Umran ve Çoman’ı vurdular. Sonra da Kandil’e yöneldiler.”
Bu son paragrafı “Tahran-Şam arasında Kandil durağı” yazımın teyidi olarak görüyorum.
Eğer, hükümet, “rota değişikliği” yapmazsa, yakın gelecek kanlı ve kaotik olma ihtimali barındırıyor. PKK, zaten “silahlı tırmanış”ı taktik gerekçelerle aylardır tasarlıyor ve istiyordu. Hükümetin de aynı rotaya girmesi, Türkiye”de Kürt sorununa ilişkin söylemi de, eylemi de askerileştirecek, milliyetçiliği pompalayacak, Kürtlerin çok önemli bir kesiminin daha PKK nüfuzu altına girmesi sonucunu verecektir.
PKK’nın birkaç ay içinde Sri Lanka’da “Tamil Kaplanları”nın akıbetine uğrayacağını düşünen varsa, bir Sri Lanka haritasına ve bir de Türkiye’yi, İran, Irak ve Suriye ile birlikte gösteren Ortadoğu haritasını yanyana koyup, bakıversin.
Yazının Devamını Oku

“Kürtler” niçin “içerden” konuşmuyor?

10 Eylül 2011
PKK’nın Temmuz ortasından itibaren şiddeti tırmandırmasıyla birlikte, Kürtlere ve bu arada BDP’ye yönelik çağrılar artmaya başladı.

BDP’ye alışageldik ve bilinen çağrı (ya da davet) yapılıyor; “terörü kına”, “PKK’ye karşı tavır al, eleştir”...  Spesifik PKK eylemlerini, örneğin Tunceli’de bir polis ile eşinin hayatını kaybettikleri, düpedüz cinayet kategorisine giren eylemi, herhangi bir genellemeye başvurmadan kınaması isteniyor.

Bu tür çağrı ve davet, genel olarak “Kürtlere” de yapılıyor. “İçerden konuşmaları” isteniyor.

Bu çağrı ve davetleri yapanlar, kendilerince “ahlaken üst konumda” oldukları duygusundan hareket ediyorlar. “Bakın, biz, bizim ‘derin devlet”i, askeri nasıl eleştirdik; siz de aynısını sizinkine yapmalısın” demeye getiriyorlar.

“Eleştiri”, “özeleştiri” veya “iç muhasebe” gibi birbirinin aynı olmayan kavramlar, eş anlamlı olarak kullanılmaya başlanıyor ve “Kürtlere” yönelik olmanın da ötesine geçerek, Mavi Marmara için de önerilir oluyor.

Mavi Marmara’nın güvertesindekilerin geminin demirlerini eğip büküp, silah haline getirmelerinin ve bunlarla İsrail askerlerine karşı koymalarının ölümlerde payı olduğu ifade ediliyor ve bir tür “özeleştiri” gereği dillendiriliyor.

Özeleştiri kavramı, Türkiye’nin entelektüel dağarcığına Marksistler üzerinden girdi. Marksizm’e ise Katolik Kilisesi’nin “günah çıkarma” uygulaması üzerinden, yani Hristiyan kültür kodlarından girmişti. Bizim ahalinin kültür kodları farklıdır. Bizde “tövbe” ya da “pişmanlık” gibi kavramlar söz konusudur, bunlar ise “özeleştiri” değildir.

Bireylerin “vicdani” nedenlerden ötürü yaptıklarından “pişmanlık” duyması veya “tövbe etmesi” ile, örgütlerin, kurumların, kuruluşların, ya da devlet gibi “cihazlar”ın “özeleştirisi” arasında da devasa farklar vardır.

Örgütler ya da devlet gibi “cihazlar”ın “özeleştiri” kapsamına girecek davranışları, siyaset değişikliğini ifade eder. Marksist örgütlerdeki “özeleştiri” de öyledir. İzlenmiş olan bir siyasetin pratikte sonuç vermemesi ve yapılmış olan yanlışlardan ötürü, yeni bir siyasetin benimsenmesi gereği, “özeleştiri” ile ortaya konur.

Yazının Devamını Oku

Fenerbahçe’yi sırtından vurmak

9 Eylül 2011
Fransa’da 1984 yılında onu izlemek büyük zevkti. O yılki turnuvayı kazanarak “1984 Avrupa Şampiyonu” unvanını ele geçiren Fransa milli futbol takımı nerede oynuyorsa, trene atlayıp, Paris, Lyon, Marsilya arasında koşuşturmamın ödülüydü, takımın kaptanı, turnuvanın gol kralı, dünya futbolunun yeni yıldızı Michel Platini’yi stadyumlarda seyretmek. Hayranıydım.

Büyük futbolcuydu Michel Platini. O büyük futbolcudan küçük bir adam çıktı. UEFA Başkanı Michel Platini. Küçük adam. Onun yanında daha da küçülmüş görüntü veren Türkiye Futbol Federasyonu (TFF) yetkililerinin önünde, Fenerbahçe’yi tehdit etti. “UEFA’ya karşı gelmekle” suçladı.

Fenerbahçe’nin “suçu”, TFF ve UEFA tarafından elbirliğiyle Avrupa Şampiyonlar Ligi’ne katılmasının engellenmesi üzerine, Uluslararası Spor Tahkim Mahkemesi’ne (CAS) başvurarak “tazminat davası” açmış olması. Platini için, Fenerbahçe’nin UEFA’ya karşı meşru yollardan hakkını aramaya kalkması bile kabul edilemez.

UEFA Başkanı sıfatıyla iktidarını kötüye kullanarak Fenerbahçe’den intikam alabileceği imasıyla tehdit ediyor. Yanında, TFF’nin yetkilileri. Onlar da Fenerbahçe’nin CAS’ta açtığı davanın muhatapları oldukları için, kendi ülkelerinin hakkını hukukunu korumak yükümlülüğünde olmaları gelen bir numaralı kulübüne, Fenerbahçe’ye değil, önünde boyun eğerek “kader ortağı” haline geldikleri Platini’ye yakınlar. Fenerbahçe karşısında eleleler. Ve, dolayısıyla, Türkiye’de futbolu yönetseler de, yönetmeye ehil olduklarına kimseyi inandıramazlar.

Futbol konuşalım, hukuk konuşmayalım

Yarın Türkiye Süperligi başlayacağı için, başta TFF, ve maç naklen yayınları sayesinde büyük paralar peşinde -anlaşılır nedenlerle- koşan “yayıncı kuruluş”, bir kampanya pompalıyor: “Artık futbol konuşulacak”!

Yaz boyu, “şike soruşturması” ve Fenerbahçe’nin maruz kaldığı durumdan ötürü, futbol konuşmaya ara vermiştik ya; şimdi bazılarının kendilerini aldatma kodu haline gelen sözcüklerle “güzel oyun”u konuşacağız bundan sonra. Daha doğrusu, yaz aylarında olan-biteni unutturmak için “artık futbol konuşmalıyız”.

“Artık futbol konuşmalıyız” ne demek? Şu da demek:

“Yapılan adaletsizliği konuşmayalım”!

Yazının Devamını Oku

Tahran-Şam yolunda Kandil durağı

7 Eylül 2011
Temmuz ortasında İran, Kandil’de PJAK’a, yani PKK’nın İranlı koluna karşı saldırıya geçti. Saldırı zamanlaması ile, Türkiye’deki Silvan saldırısı örtüşüyordu. Zaten, Silvan’dan sonra, Türkiye’de, şu anda da süren bir şiddet tırmanışı başladı.
İran’ın PJAK’a karşı Kandil’de ve güneyi ile kuzeyinde, Zele, Kala Diza, Xinere adları taşıyan sınır boylarındaki saldırıları da kesilmedi. Bayramda daha da şiddetlendi. 5 Eylül’de, yani önceki gün PJAK ateşkes çağrısında bulundu. İran, PJAK, İran topraklarından çekilmeden bunu kabul etmeyeceğini duyurdu. Ateşkes, dünden itibaren başladı.
Buraya kadarından ne anlayabiliriz?
1. PJAK’ın İran topraklarında silahlı unsurları var;
2. Ateşkes dün itibarıyla uygulanmaya başladığına göre, bunlar İran topraklarından ya ayrıldılar ya eylemlerini durdurdular.
Türkiye’de bazı yorumcular, PJAK’ın İran’a yönelik ateşkes çağrısını, örgütün askeri olarak tasfiye noktasına geldiği iddiasından hareketle “teslim olma” girişimi olarak değerlendirdiler.
PKK’nın yolun sonuna geldiği ve askeri olarak sona ermek üzere olduğu değerlendirmelerini yapanlar da aynı çevreler.
Türkiye’nin Kandil ve çevresinde giriştiği yoğun hava harekatı ve topçu ateşi, kara harekatı hazırlıklarına bakarak, bir yandan da İran’ın esas olarak yoğun top ateşi ve Devrim Muhafızları’nın kara savaşına giriştiğini göz önüne alarak, Türkiye ile İran arasında PKK-PJAK’ın bitirilmesi konusunda işbirliği yapıldığını düşünenler ve bunu böyle kamuoyuna sunup yayanlar da aynı çevreler.
Hayal dünyasında gezinti notları
Türkiye, PKK’ya “demir yumruk” indirip, Kürtlere “kadife eldiven” ile uzanacak, PKK askeri olarak ortadan kaldırılırken, Kürt sorunu denilen de Ak Parti’nin anayasal çalışmalarıyla “Kürt kardeşlerimiz” kazanılarak elde edilecek.
Bütün bunlar yapılırken, İran’da PJAK’ı, daha doğrusu PKK’yı Kandil’de bertaraf edecek.
Erbil’deki Kürt yönetimi ile müttefikimiz Amerikalılar da, Türkiye ile Irak Kürdistanı arasındaki sınır boyunda devriye çıkartarak, PKK’nın etkisizleşmesinde görev alacaklar.
Bunların neredeyse tüm yanlış.
Gerçeklerle palamarı çözmüş, tam bir “hayal dünyasında gezinti notları” gibi geliyor kulağa.
İşin ilginç tarafı, PKK liderlerinin tahlilleri de, kendilerinin tasfiyesinin eşiğinde olduğuna inanan bu tür karşıtlarının değerlendirmelerinden çok farklı değil. Aylardır, Türkiye ile ABD’nin “Kürtlerin kellesi” üzerinden anlaştıklarını yazıp çizip söylüyorlar. Suriye üzerinde Türkiye ile ABD arasındaki “işbirliği”nin bedeli, Türkiye’nin “Sri Lanka çözümü”ne, bir başka deyimle “Tamil Kaplanları’nı tasfiye yöntemi”ne ABD’nin “yeşil ışık” yakması olacak. Türkiye’nin Suriye’de Baas rejiminin tedricen tasfiyesi rolünü üstlenmesine karşılık, ABD, Türkiye’yi PKK ve yandaşı Kürtleri tasfiyede serbest bırakacak, hatta destek verecek.
Bu yüzden, “2011 yılı Kürtler tarafından kaybedilemez; devrimci halk savaşı ile bu uluslararası komploya karşı koyulmalıdır” şeklinde kabaca özetlenecek tutum, PKK’nın “dağdaki önderleri” tarafından açıklanıyordu.
Abdullah Öcalan da 12 Haziran seçimlerinin hemen ertesine kadar dışarı yansıtılan görüşme notlarında “devrimci halk savaşı”na bir alternatif olarak vurgu yapıyordu.
Son bir ay içinde çok önemli gelişmeler oldu. Abdullah Öcalan tecrite alınmış olduğu için, son haftaların gelişmelerine ilişkin bakış açısını bilebilir durumda değiliz. Ancak, “dağdaki PKK”,  Kürtlere yönelik uluslararası komplo tahlillerinde Amerika-Türkiye işbirliğine bir de İran’ı eklemişti.  Buna göre, ABD-İran-Türkiye, hep birlikte Kürtlere ilişkin bir tasarıyı uygulamaktaydı. Bu “komplo”ya “devrimci halk savaşı” ile karşı konacaktı.
Ak Parti hükümetinin Silvan sonrasında, Kandil’in amansız bombardımanı ile damgalanan yaklaşımına sonsuz kredi açanlar, nasıl bizlere günlerdir “hayal aleminden notlar” sunuyorlarsa; “dağdaki PKK yöneticileri”nin benzer “teorileri” de pek “fantastik” görünüyor.
Şimdi İran-PJAK ateşkesi yürürlükte olduğuna göre, yeni bir “teori” bulmak gerekecek. Hem, İran ile PJAK’ın arasını bulduğu ifade edilen “dost çevreler” kim acaba? Suriye olabilir mi?
İran’ın gerçek amacı ne?
İran’ı doğru okumadan ve bölgedeki “modus operandi”sini anlamadan, isabetli sonuçlara varmak mümkün değildir.
İran’ın Temmuz ortasında Kandil’de, görüntüde PJAK’ı hedef alan saldırısının gerçek adresi kimdi acaba? Zamanlaması niçin öyleydi? PJAK, Temmuz ortası itibarıyla İran için gerçekten, önceleriyle kıyaslanmayacak ölçüde, çok ciddi bir güvenlik tehdidi haline mi gelmişti?
Bana kalırsa, İran’ın Kandil saldırısının, Türkiye’nin özellikle ABD ile yakınlaşarak, Suriye’den uzaklaşması ve Şam rejimine kesin tavır almaya başlayarak, Türkiye’de Suriye muhalefet toplantılarına ev sahipliği etmesiyle doğrudan ilişkisi var.
İran ile başlıca destekçisi olduğu ve bölgede bir “stratejik eksen” oluşturduğu Suriye arasındaki kara bağlantısı Türkiye ve Irak, özellikle Irak’ın kuzeyi, yani Irak Kürdistanı.
İran’ın Kandil’e yönelik askeri harekatı, İran-Suriye arasındaki “Kuzey Irak koridoru”nu açık tutmak, bu amaçla Erbil’deki Kürt yönetimine “Türkiye ile fazla oynaşmayın, uzak durun; biz buradayız ve Kürdistan istikrarını allak bulak edebiliriz” mesajını iletmek gibi bir amaç taşıyordu. Başta, Neçirvan Barzani, Irak Kürt liderlerinin apar topar Tahran’a gitmesini nasıl anlamalıyız?
PKK-PJAK’ın bu mesajın iletileceği “Kandil’deki posta kutusu” olmasının ötesinde, İran’ın gerçekten askeri hedefi olduğunu düşünmek bir nebze saflık olur. Unutmayalım, Kandil dağ kütlesinin batı yönü Irak, doğu yönü zaten İran toprağı. İran-PJAK çatışması tümüyle sınır hattı üzerindeydi.
Ortadoğu sahnesinde geniş açı
Kaldı ki, Kandil ve çevresindeki saldırı ile İran’ın PKK’yi daha sağlam bir “kart” olarak elindeki “kartlar destesi”ne katmayı tasarlamış olması da pekala mümkündür. PJAK ateşkesi ile, bu amaca varılması daha da kolaylaşmıştır.
PKK konusunda 1990’ların söylemini ve mücadele yöntemini benimsemek ve bu yolla sonuç alınacağını sanmak, 2011 yılında bölgesel Kürt ortamının nereye ulaştığını hiç anlamamak ve Ortadoğu’ya görememek ile eş değerlidir.
Türkiye ile İsrail ilişkilerinin en azından uzunca bir süre gergin kalacağı bir Ortadoğu sahnesinde, Irak’ın kuzeyinde PKK’nin askeri olarak imha edileceğini sanmak ve buna göre oyun kurmak, Türkiye’nin yakın geleceğini heba etme riski taşıyor.
Yazının Devamını Oku

İsrail ile “boşanma davası”...

6 Eylül 2011
Karşımdaki televizyon ekranında, Tayyip Erdoğan’ın o meşhur “one minute”ını işittiğim anda, bilgisayarın başına geçip, ertesi günkü yazımı yazmaya girişmiştim. “Arap dünyasının yetimleri Nasır’ın ölümünden bu yana ilk kez Tayyip Erdoğan’da seslerini buldular” mealinde bir cümleyle girişmiştim yazıya.
Davos’ta Türkiye Başbakanı’nın, İsrail siyasi elitinin Türkiye’ye en müzahir ismi, Cumhurbaşkanı Şimon Peres ile giriştiği polemik, anlık bir öfkeyle açıklanamazdı; sonuçları da İsviçre dağlarındaki o panel ile sınırlı kalamazdı.
Nitekim, Davos atışmasını Mavi Marmara baskını izledi ve nihayet, BM Palmer Raporu ile birlikte, Türkiye-İsrail ilişkilerinde diplomatik ilişki düzeyinde 1980’e geri döndük.
Varılan noktanın anlamı, 1980’in çok ötesinde. Türkiye-İsrail ilişkileri tamiri son derece zor bir noktada. Çünkü, 2011 yılındayız. 1990’ların ikinci yarısıyla birlikte ve iki ülkenin istihbarat ve özellikle askeri işbirliğiyle süslenen, ilişkilerindeki “balayı”, 2000’lerin ikinci on yılında “boşanma davası”na ulaştı.
Türkiye, şimdilerde Ortadoğu’da, 1960’ların Mısır’ını, Tayyip Erdoğan’da Nasır’ı andırıyor.
Türkiye ile İsrail’in kucaklaştığı 1990’larda, önce Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin’in, daha sonra Başbakan Tansu Çiller’in ve nihayetinde Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in İsrail gezilerinin tümünde vardım ve İsrail yöneticilerinin Türkiye’ye yaptığı ziyaretlerin neredeyse tümünü de çok yakından izledim.
Ta o zaman, İsrail televizyonuna çıkıp, Türkiye-İsrail ilişkilerindeki manzaranın “aldatıcı”, çünkü “konjonktürel” olduğunu söylemiştim ve İsrail’in Türkiye’deki “askeri otorite”nin siyaset üzerindeki ağırlığını esas alarak, ilişkileri geliştirmeyi düşünmesinin “yanlış” olduğunu, İsraillilerin bu gözlemden rahatsız olduğunu göre göre söylemiştim.
Yakınlaşma “konjonktürel” idi
Türkiye-İsrail ilişkilerinin düzelmesini, Filistinlilerle (FKÖ) girilen Oslo Süreci mümkün kılmıştı. FKÖ, İsrail ile yüzyüze anlaşma imzalar, Arap ülkeleri İsrail’i tanımak için kuyruğa girerken, Türkiye’nin ilişkiyi 1980’deki düzeyinde tutmasının hiçbir rasyoneli kalmamıştı. Yakınlaşma, eğer, Oslo hedefine yürüyebilse, sürdürülebilir olacak; aksi halde “konjonktürel” kalacaktı.
Ancak, bir yandan da, Türkiye, demokratikleştikçe ve AB yoluna oturdukça, ekonomik gelişmeyle birlikte “sivilleşecek” ve “sivilleştiği” oranda İsrail ile yakınlaşma sürdürülebilir olamayacaktı.
Zira, Türkiye halkı, Ankara’daki “vesayet rejimi”ni temsil eden “siyasi-bürokratik elit”in yaklaşımının aksine, İsrail’den ve İsrail ile yakın ilişkilerden hazzetmiyordu ve Filistin halkı ile çok güçlü dayanışma duygularına sahipti.
Filistin sorunu çözümsüz durdukça, İsrail politikalarında radikal bir değişime gitmedikçe ve Türkiye’nin İsrail ile yakın ilişkileri, Türkiye’ye bölgede İsrail’in “yedek gücü” gibi tutmanın ötesinde bir anlam taşımayacaktı ve bu da Türk bilinçaltında rahatsızlık biriktirecekti.
“Bölgesel güç”e İsrail meydan okuması
Türkiye’nin G-20 üyesi olabilecek bir ekonomik performans ile “bölgesel güç” olarak yükselmesinin üreteceği dinamiklerin, bir vesilede, Türkiye ile İsrail’i karşı karşıya getirmesi kaçınılmazdı.
Türkiye, Ortadoğu’da “bölgesel güç” olarak yükselirken, adı konmadan ve ilan edilmeden, İran ile rekabet etmek durumundaydı ve rekabetin ölçüleri ve sınırlarını İsrail ile ilişkiler belirliyordu.
İsrail’in, kendisiyle Suriye arasında Türkiye arabuluculuğunun sonuç vermesine ramak kala, 2009’da giriştiği Gazze saldırısı, Türkiye’ye “bölgesel güç” konumuna ve işlevine İsrail’in koyacağı sınırları gösterdi.
Davos’taki “one minute”, Türkiye-İsrail ilişkilerindeki bozulmanın başlangıcı değil, İsrail’in Gazze saldırısı ve Türkiye’nin arabuluculuk rolünün boşa çıkarılmasıyla, Türkiye’nin “bölgesel güç” konumuna meydan okumasının sonucudur.
Mavi Marmara, siyasi-stratejik mesajıyla İsrail’in “Doğu Akdeniz’in jandarması” olduğunun deklarasyonudur.
Bu nedenle, Türkiye’nin “özür”de ısrar etmesi, hukuki ve ahlaki meşruiyeti bir yana, bir bakıma, İsrail’in Türkiye önünde siyasi olarak eğilmesini ifade edecekti.
Netanyahu hükümetinin güçlü İsrail’li eleştirmenlerinin, bu arada, Haaretz gazetesinin, İsrail’in stratejik kazancı için “Türkiye’den özür dilenmesini” savunmaları ya da “taktik zafer için stratejik işbirliğini feda ettiğini”  öne sürmelere bana pek isabetli görünmüyor. İsrail’in “özür”e direnmesinin ardında, tersine, “stratejik hesaplar” yatıyor. Türkiye’yi “stratejik dostu” görmemek yatıyor ki, bunda yanılmıyor.
Türkiye, mevcut “Ortadoğu denklemi”nde, İsrail’in “stratejik dostu” değildir ve olamaz.
İsrail gibi Amerika’nın başını çektiği uluslararası sistemin “kutsal ineği”ne Türkiye’nin, Doğu Akdeniz’de askeri çatışma tehdidi içeren sertlikte bir tavır alabilmesi için ya çok çılgınca ve maceraperest bir politikaya sapmış olması veya bunu yapabilecek sağlam kartları elinde toplamış olması gerekiyor.
Ahmedinejad’ı, Sudan lideri Ömer el-Beşir’i kucaklamasıyla, Kaddafi’den ödül almakla, Başşar Esad’la “kanka” olmakla Batı’da kaşları havaya kaldıran Tayyip Erdoğan, bugün, sadece “Arap sokağı”nın değil, Arap ayaklanmalarına kol-kanat gerdiği için Arap demokratlarını da heyecanlandıran, İran’a karşı bölgede “moral üstünlük” elde etmiş olan ve “füze kalkanı radarı”nın Türkiye’ye yerleştirilmesiyle ve Libya’da oynadığı rol ile NATO’nun desteğini almış etkili bir ülke konumunda.
Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de İsrail’in yüksek teknolojili deniz gücü ve hava kuvvetlerine karşı çatışmaya girebilecek bir askeri gücünün olmadığına ilişkin Washington’da teknik analizler yapılmaktaysa da, konu bu değil.
Eli kulağında bir silahlı çatışma beklenmesi mantıksız. Önemli olan, Türkiye’nin İsrail’e karşı tüm Ortadoğu’nun “siyasi liderliği”ni ele geçirme doğrultusu ve bunu yaparken ABD ve Batı’yı kendisine karşı “silahsızlandırmaya” nasıl, hangi diplomatik adımlar atarak baktığı.
Türkiye’nin “Aşil Topuğu”
Gelinen noktada Türkiye’nin “Aşil Topuğu”,  İsrail ile tamiri –eğer o da olabilirse- çok uzun bir süre sonuna ertelenmiş kötü ve gerginleşen ilişkileri değil. Kendi Kürt sorununu, İsrail’e meydan okuyacak kadar kendisini güçlü ve özgüven sahibi hissederek, bildik, denenmiş yöntemlerle artık şimdi çözebileceğini düşünmeye başlaması.
Buradaki hata, tüm uluslararası-stratejik hesapları da bozabilir.
Burada duralım. Arkası gelecek. (Bir ay önce izne başlarken olduğu gibi değil, gerçekten gelecek...)
Yazının Devamını Oku

Askeri siyasetin ve askerle siyasetin sonu

2 Ağustos 2011
Cuma günü akşamüstü Londra-İstanbul uçağı Heathrow havaalanının pistinde havalanmak için yürümeye başlamışken, cep telefonunu kapatma işlemine giriştiğim sırada geldi mesaj: Genelkurmay Başkanı Orgeneral Işık Koşaner istifa etti!

Geceyarısına doğru İstanbul Atatürk havalimanına indiğimizde telefonları açtık ve Işık Koşaner’le birlikte üç kuvvet komutanının istifa ettiğini, Orgeneral Necdet Özel’in Kara Kuvvetleri Komutanı olarak atandığını öğrendik.

Londra-İstanbul arasında üç buçuk saatlik uçuş süresi boyunca başka bir tarih döneminde olsa ülkenin altını üstünü getirebilecek gelişmeler olup bitmişti bile.

Saat 12’de, yani geceyarısı haberlerine evimde yetiştim. Sürekli haber kanallarını dolaşıyordum, alt yazı geçerek son gelişmeleri aktarıyorlardı ama olağan haber akışlarını değiştirmemişlerdi. Bir haber kanalında, bir manken-şarkıcı ile, bir diğerinde bir erkek ses sanatçısı ile söyleşiler yapılıyordu.

Şunun şurasında iki yıl önce bir albay ile ilgili soruşturma başlatıldığında, bütün televizyon kanallarının normal haber akışını kesip, sabahın ilk saatlerine kadar Genelkurmay’da kaç ışığın yanmakta olduğunu gerilim efektleriyle bildirdikleri hatırlanırsa, gelinen nokta kendi başına anlam yüklü.

Bu kez, hiç kimsenin “Genelkurmay’daki ışıklar”a takıldığı yoktu. Zaten, ışıklar Cuma günü mesai saati sonunda sönmüştü. Gece boyunca yakılmasının gereği kalmamıştı; zira o binada ışıkları yakacak kimseler kalmamıştı.

Ertesi sabah, yani Cumartesi sabahı saat 05’te yine havaalanı yolunu tuttum. Saat 9’da Diyarbakır’daydım. Çok geçmeden, Ankara’daki “istifa depremi” üzerine apartopar Beyrut’tan İstanbul’a geçen New York Times’ın ünlü muhabiri Anthony Shadid’in telefonu geldi.

Ne oluyordu? Durum nasıl “okunmalıydı”?

Yazının Devamını Oku

‘Kürt sorunu’na İskoçya dersi: Hem ‘ayrılıkçı’ hem de ‘şiddet karşıtı’

30 Temmuz 2011
EDINBURGH - Binanın tam girişinde ‘The Scottish Parliament’ yazısını görmekte şaşırtacak bir taraf yok. Çünkü ‘İskoçya Parlamentosu’nun önündeyiz. Ama ‘The Scottish Parliament’ yazısının hemen altındaki yazı beklenmiyordu. ‘Parlamaid na h-Alba’...
O da ‘İskoçya Parlamentosu’ demek. Ama, İskoçça. Daha doğrusu İskoçların etnik kökeninin dayandığı Keltlerin dili olan Gaelic (geylik diye okunuyor). İskoç Gaelic’i, İrlandalıların anadili olan Gaelic’ten birbirlerini karşılıklı anlamalarına imkân vermeyecek kadar uzakmış üstelik.
Köken itibariyle İskoçların İngilizlerle hiç ilgisi yok. İngilizlerin ‘Anglosakson’ kökenli olmasına karşılık. İskoçlar, İrlandalılar ve Gallerliler, Kelt (Celtic) kökenli. Ayrı kökenler, apayrı diller.
‘Çift dil’ sadece İskoçya Parlamentosu’nun dış girişinde değil, binanın içinde de her yerde. Toplantı odalarından birinin önünde bu anlama gelen, İngilizce ‘Debating Chamber’ yazıyor ve hemen altında ‘Seomar Choinneamhan Naidheachd’...
Ama Gaelic konuşanlar, İskoçya’nın 5 milyon dolayındaki nüfusunun yüzde 10’undan biraz fazlaymış. Genellikle ülkenin en üst bölümünde yaşayan 800 bin dolayında İskoç, günlük hayatında da Gaelic konuşuyormuş (Bu arada ülke nüfusunun yarısının Edinburgh-Glasgow arasında ve bu iki şehirde yaşadığını öğrendik). Gaelic’in yeri İskoçya’da o kadarcık ama bir ulusal kimlik ifadesi olarak ‘simgesel değeri’ İskoçya Parlamentosu’nda anlaşılıyor.
Gaelic, bildik Birleşik Krallık bayrağından farklı, mavi zemin üzerine iki beyaz çapraz çizgiden oluşan İskoçya bayrağı kadar, İskoçya kimliğinin bir ifadesi şimdi.
İskoçya Parlamentosu’nun 1707’de lağvedilmesinden sonra 300 yıla yakın bir aranın ardından, ‘yetki devri’ ile İskoçya’nın ‘hükümranlığı’nın önemli bir bölümünü geri almış olması, ulusal gururunu da okşuyor İskoçların besbelli ki. ‘Yetki devri’ ile İskoçya, Birleşik Krallık içinde bir tür ‘özerklik’ konumu.
‘Ayrılıkçılar’ iktidarda
‘Kürt sorununun çözümü’ne katkı ufku ile Demokratik Gelişme Enstitüsü’nün gerçekleştirdiği 8 milletvekilinin de yer aldığı ‘dünya deneyimlerinden öğrenmek’ diye nitelendirilebilecek Birleşik Krallık turunun son ayağı İskoçya’dayız.
1 Mayıs 2011’de, yani şunun şurasında üç ay önce yapılan seçimleri, ‘ayrılıkçı’, bir başka deyişle ‘Bağımsız İskoçya’ yanlısı İskoçya Ulusal Partisi, mutlak çoğunlukla kazandı. 129 sandalyeli İskoçya Parlamentosu’nda 67 sandalyeleri var.
Birkaç yıl içinde ayrılıkçı Ulusal Partisi referanduma gidecek ve İskoçya, referandum sonucuna göre ya ‘yetki devri yapılmış’ bir Birleşik Krallık parçası olarak kalacak veya ‘bağımsız’ olacak.
Yeni iktidar partisinin ateşli ayrılıkçı milletvekili Bayan Christine Graham’ı ‘bağımsız İskoçya’dan gayrısı kesmiyor. “Ulus statüsü istiyoruz. Bu, bağımsızlık demektir. Ulus-devletimize sahip olmalıyız” diye konuşuyor.
Beyaz saçlı Bayan Graham, militan mı militan. “Eğer bir halk bağımsızlığa karar vermişse, Allah onu önleyeceklere yardım etsin” sözüyle Londra’ya alaycı bir gönderme yapıyor.
İskoçya Parlamentosu’nda bizimle konuşan ayrılıkçı yeni iktidar partisinin milletvekili Christine Graham ile Liberal Demokrat Parti’den milletvekili Jim Hume, İskoçya, geçmişinin yorumlanması ve gelecek beklentisi konusunda, önümüzde, hararetli bir tartışmaya tutuştular. Jim Hume, “İskoçların durumu ezilmiş bir halk konumu değildir. İskoçlar üzerindeki en son baskı 1745’lerdeydi. Ondan sonra hiçbir şey olmadı” diyor.
Ayrılıkçı Ulusal Parti’nin (milliyetçi demek ne kadar belli değil, zira kendisini orta-sol sayıyor) militan bayan milletvekili, “Türkiye’de demokrasi geliştiği ölçüde ayrılıkçılık olmaz şeklindeki yerleşik düşünceyi sarstınız” saptamasına çok ilginç bir açıklamayla karşılık veriyor:
“Birleşik Krallık bir ulus değildir. Krallıkların birliğidir. İskoçya’nın bir ulus olduğunu söylüyorsanız, pekâlâ, o takdirde İskoçya, bir ulusun sahip olması gereken yetkilere sahip olmayan bir ulustur.”
Şiddet asla
Ak saçlı Bayan Graham’a göre, buna sahip olmak demek, ‘ulus-devlet’ kurmak, yani ‘bağımsız’ olmak demek. “Petrolümüzü, doğalgazımızı, rüzgârlarımızı, sularımızı alıp, çıkıp gideceğiz Birleşik Krallık’tan, ayrılacağız İngiltere’den” demeyi de ihmal etmiyor ama bunun olabileceğine de pek ihtimal vermiyor doğrusu. Sadece istiyor.
İstediğini elde edemezse ‘şiddete başvurulması’ ihtimali var mı? Söz konusu bile değil. İskoçya, şiddete tümüyle kapalı.
Her şeye rağmen İskoçya’nın Kuzey İrlanda’dan temel farkı, ayrılıkçı-bağımsızlıkçıların kesinlikle ‘şiddete karşı’ olmaları. İngiltere ile İskoçya, İskoçya Krallığı ve İngiltere Krallığı’nın birleştiği 1603’e dek sürekli savaşmışlar, sonrası yok. 1707’de İskoçya Parlamentosu lağvedilip, Londra’daki Westminster’e bağlandığı vakit bile şiddet söz konusu olmamış. O nedenle, bizim ‘şiddet’e ilişkin sorularımızı boş bakışlarla dinleyip, ne kastettiğimizi anlamaya çalışıyorlardı.
Çünkü İskoçya, 1998’den itibaren ‘yetki devri’ ile bir tür ‘özerk’ olmadan önce bile, ‘ayrılıkçı bağımsızcılık’ çalışmasının yasağı yokmuş. Hiç olmamış. Şiddet olmadıkça, sorun yok yani.
Kuzey İrlanda’dan sonra, benzer konu başlıklarına ilişkin çok farklı usuller, farklı dersler söz konusuydu İskoçya’da.
Bir hafta boyunca ciltler dolusu kitap okusak edinemeyeceğimiz gözlemleri, izlenimleri, birinci elden bilgileri edinmiş ve düşünce için aşırı derecede gıdayı almış olarak dönüyoruz Türkiye’ye.
Hep hatırlanacak bir ilk
Türkiye’nin şu döneminde AK Parti, CHP ve BDP’den, yöneticilerinin bilgisi altında böyle bir geziye katılımın en anlamlı yönü ‘simgesel’ yanıydı. 8 milletvekili, sanırım, Londra-Belfast-Edinburgh hattındaki varlıklarıyla Türkiye’de milyonlarca kişinin umutlarını beslemekte olduklarının bilincindeydiler.
Bildiğim kadarıyla, böyle bir katılımla, böyle bir dış gezi, Kürt sorunuyla ilişkili olarak bir ‘ilk’ti.
Aralarında gayet dostane, kimi durumlarda sevecen, en azından saygılı ve medeni ilişkiler oluştuğuna, hafta boyu birinci elden tanıklık ettim.
Türkiye’de kimse bu Londra-Belfast-Edinburgh turundan acele sonuçlara sıçramayı düşünmesin. Bir hafta boyunca ne kendi aramızda Kürt sorununu tartıştık ne de dinlediklerimizi.
Ama her dinlediğimiz ve yeni öğrendiğimizi hepimiz anında kafalarımızın içinde Türkiye’deki duruma tercüme etmeye çalışıyor, bu öğrenilenlerin Kürt sorununa çözüm açısından da geçerli olabilecek ve hiç olmayacak veçheleri üzerinde, beynimizi harekete geçiriyorduk..
Bu, sadece, bir tanıma, tanışma, dinleme, öğrenme gezisiydi.
Yerinde, tanışarak, dinlenerek öğrenilen deneyim, önce bir güzel sindirilecektir. Ve sonra, bir gün, şimdiden görünmeyen, bilinmeyen yararlı ürünlerini Türkiye’ye sunacaktır.
Londra-Belfast-Edinburgh hattında yer alan 18 kişinin her birinin hayatında hep hatırlayacağı bir 6 gün geçti.
Umarım, çok uzak olmayan bir gelecekte, sonuçlarını Türkiye’ye de hatırlatacaklar.
Yazının Devamını Oku