Cengiz Çandar

BDP, Meclis’e dönsün; ama...

27 Eylül 2011
BDP’liler bugün 1 Ekim’de TBMM’ye girip girmeyecekleri konusunda karar alacaklardı; yarına kaldı. Her kesimden yoğun baskı altındalar, TBMM’ye dönmeleri için. Büyük çoğunluğundaki eğilim de o yönde.
TBMM boykotuna gittiklerinde, buna ilişkin “meşru” bir zeminleri vardı. Devam ettirmelerinin doğru olmadığına işaret ettik. Şartlar değiştiği vakit, siyasi taktik adımlar da değişmek zorundadır.
Nitekim, TBMM’ye dönme eğilimi gösterdiler. TBMM Başkanı ve Ak Parti yetkilileriyle bir geri dönüş protokolü üzerinde çalışıldı. Pekala aşılabilir bir-iki anlaşmazlık noktası kalmıştı ki, ipler koptu.
Onun üzerine, yaz aylarının 1 Ekim’e yani TBMM’nin yasama dönemi başlayana dek “sıcak” geçeceğini tahmin ettik. Yaz aylarının sıcak geçmesi demek, “kanlı” geçmesi anlamına geliyordu. Maalesef, öyle oldu.
Şimdi 1 Ekim’e günler sayılıyor. BDP’nin TBMM’ye dönüp dönmemesi meselesi geldi gündemin tepesine oturdu. Madem kendilerindeki eğilim bu, ayrıca kamuoyu adeta söz birliği etmişscesine, “Ankara’ya gidin; sizin yeriniz orası” diyor, ayak sürümenin anlamı yok gibi gözüküyor.
Niçin bugüne dek dönecekleri açıklamadılar. Niçin karar günü bir gün daha ertelendi?
Çünkü, BDP’liler sadece Türk kamuoyunun “TBMM’ye dönün” baskısı altında değiller. KCK tutuklama dalgaları altında son bir-iki hafta içinde tutuklanan BDP üyeleri, bu arada Şırnak, Silopi ve İdil belediye başkanlarıyla birlikte 400’e yaklaştı. BDP çevrelerinde uzun süredir 1400 kişilik bir liste olduğu söylentisi yaygındı. Söz konusu tutuklama dalgaları sonucunda şimdi toplama-çıkarma hesap yapıyorlar. Ülkenin doğu ve güneydoğusunda BDP üzerindeki baskı öyle boyutlardaki, BDP seçmen kitlesinin hatırı sayılır bir bölümü, “Gitmeyin, gideceksiniz de ne olacak!” cinsinden, ters yönden bir baskı yapıyorlar.
Kandil’den yeşil ışık
BDP üzerinde etkisi olacağı kesin olan Abdullah Öcalan’dan iki aydır haber alınmıyor. BDP üzerinde etkisi olan bir de Kandil var. Kandil, BDP’lileri kararlarında serbest bıraktı. KCK Yürütme Kurulu Başkanı Murat Karayılan dün yaptığı açıklamada, kararı seçilen milletvekillerin vereceklerini, konuya olumsuz yaklaşmadıklarını söyledi. BDP’nin boykot tavrı için, “Haksız bir egemenlikçi anlayışa ve siyasete karşı gerekli tutum ve tavrı almışlardır. Dolayısıyla bundan sonra farklı bir tutum pekala olabilir. Değişik ve sonuç alıcı taktiklerle hedefe yürümek, bir siyaset sanatıdır. Bizce bunu kendileri düşünmelidir” dedi.
Bu sözler, Kandil’in BDP’ye TBMM’ye dönmesi için “yeşil ışığı” olarak anlaşılmaya uygundur.
Ama, Karayılan şu sözleri de ekledi, “Ancak AKP hükümetinin uygulamaları ve uslubu Meclis’e gitme ortamını oldukça zorlamaktadır.”
Dönüşün de bir adabı var
BDP’nin zorlandığı nokta da burası. Bir yandan tutuklama dalgaları, diğer yandan iktidar partisinin kaba açıklamaları BDP’yi zorluyor. BDP ile iki ay önce protokol görüşmelerine katılmış olan Ak Parti Grup Başkanvekili’nin şu diline dikkat: “Terör örgütünün yanında onun siyasi uzantılarına, siyasi uzantısı olduğunu iddia edenlere, yetkiyi milletten alıp kıblesini İmralı’ya çevirenlere sesleniyorum, terör örgütüne destek veren, terör örgütünün yanında olduğunu söyleyen, hal ve hareketleriyle konuşmalarıyla bunu destekleyen herkesle mücadelemizi sonuna kadar devam ettireceğiz.”
BDP’lilerin bir şekilde başlarını önlerine eğip, Meclis’e tıpış tıpış gelmeleri beklenir gibi. “Tükürdüklerini yalayarak” yani.
Diyeceksiniz ki, kolayı var; BDP, PKK’den mesafe alsın, PKK’yi kınasın, bitsin gitsin.
Zaten bu talep aylardır Türk kamuoyunun liberal-demokrat algılanan kalemleri tarafından da dillendirilir oldu. Başbakan Tayyip Erdoğan, “Terörle mücadele, siyasetle ise müzakere edeceğiz” derken de, BDP’ye PKK’dan uzaklaşın, belki sizinle görüşebilir demeye getiriyor.
BDP ve öncesindeki DTP, HADEP, DEHAP, DEP, ÖZDEP, HEP, aklınıza ne geliyorsa, yasal alandaki Kürt yapıda ve tabandaki tüm siyasi partiler için aynı talep dile getirildi. İşlemedi. Hayal görmenin gereği ve eski yemeği ısıtıp masaya getirmenin getirebileceği bir sonuç yok.
BDP’yi işlevsel kılacak olan PKK’yi reddetmesi olmayacak. Tersine, PKK ile siyasi akrabalığı onu işlevsel kılacak. Hükümet çok uzun süre bu malumu ilam etmekten kaçındığı oranda, Türkiye gereksiz ölçüde zaman yitirdi ve iç kanama devam etti.
Hala olmayacak talepleri yüksek sesle seslendirerek BDP’yi baskı altına almak, Kürt sorununun çözüm sürecinde olsun, şiddet ortamının yatıştırılmasında ve kan dökülüşünün önlenmesinde olsun, bir milim rol aldırmayacak.
Terörün Türkiye’de tırmanmasına imkan veren bir iklim, Kürt siyasi hareketinde “bölünme” üzerinde oynamak ve Kürt siyasi hareketinde “böl-yönet” algılamasına yol açmaktır.
Abdullah Öcalan ile PKK arasında çok derin uçurumlar varmış gibi davranmak, bu teze uygun bir siyaset benimsemek veya PKK ile BDP arasında BDP’nin PKK’yı reddi için bastırmak, istenenin tam tersine sonuçlar verdi bugüne dek. Terörün tırmanmasına yol açtı. “Dağdan İniş” adlı TESEV Raporu’nda bunun ampirik örnekleri mevcut.
Savaş nizamı, Kürtlerde farklı eğilimleri birbirine yapıştıracak tutkal işlevi görüyor. “Böl-yönet” algılamasına karşı, PKK’nın silahlı güçleri harekete geçince, BDP tümüyle işlevsizleşiyor. PKK’yı kınaması istendiğinde, işlevsizleşmesinin yanısıra varoluşu anlamsız hale dönüşecek oluyor.
BDP’nin dönüşünün anahtarı kimde?
İktidar, hiçbir vakit BDP’yi (daha önce DTP’yi) işlevsel kılacak bir tavırda olmadı. Anlı-şanlı “Açılım”da Başbakan’ın o dönem DTP Genel Başkanı olan Ahmet Türk’e ayırdığı toplam 40 dakikadır. Bir de 12 Eylül (2010) referandumu sonrası, Cemil Çiçek ile Adalet Bakanı Sadullah Ergin BDP eşbaşkanları Selahattin Demirteş ve Gültan Kışanak’la bir kez biraraya geldiler. Hepsi bu.
Böyle diyalog olur mu?
Şerafettin Elçi (BDP’li değil, KADEP Genel Başkanı) Başbakan’ın siyasi risk alıp Öcalan dışında Kandil ile de görüşmesine ilişkinbir soruya “12 Haziran’dan sonra ayrı bir süreç başladı. (Başbakan) Seçimden sonra herkese tepeden bakmaya başladı ve diyalog kapılarını kapattı. Eğer Başbakan yemin merasiminden önce taleplerimizi dikkate alsaydı, bizimle görüşseydi, olaylar bu mecrada akmazdı. Biz o zaman sivil kanalları işletirdik. Ama ‘sorunu biz çözeceğiz’ deme ve harekete geçme imkanı tanımadı Başbakan bize. Biz bu imkanları kullansaydık, PKK’nin durup dururken çatışma kararını ilan etmesinin bir nedeni olmazdı” diyor. (Neşe Düzel’in dünkü Taraf röportajı)
Yani, anahtar aslında Başbakan’ın elinde.
Kanı durduracak olan bir yandan İmralı ile temaslar tekrar canlandırılırken, BDP’nin Meclis’e dönmesi, Anayasa çalışmalarına katılması ve bununla eş zamanlı olarak Kandil’in tekrar eylemsizliğe geçmesi. BDP, bu konuda bir işlev görür. BDP’ye işlevsellik kazandıracak şekilde davranılması gerekiyor ki, TBMM’ye dönmesinin bir anlamı ve yararı olsun.
TBMM, BDP’nin aşağılanma ve baskı altına sokulma platformu haline sokulursa, dönmesinin bir anlamı ve yararı kalmaz.
Kadri Gürsel’in dünkü Milliyet’te ifade ettiği gibi “BDP milletvekillerinin Meclis sıralarında yerlerini almamaları halinde ülkenin batısında ve dünyada doğacak izlenim, Kürt hareketinin legal parlamenter siyaset alanını terkettiği şeklinde olacaktır. Söz konusu izlenimin tematiğinde parlamenter siyaseti terk etmenin anlamı, silahlı harekete doldurulacak alan açmaktır. Barışa angaje olmak, böyle bir izlenimin doğmasının önüne geçmeyi de gerektirir.”
Doğru. BDP, Meclis’e dönmelidir; ama...
Yazının Devamını Oku

Tuzağa düşmemek zamanı

24 Eylül 2011
Suriye’de olaylar Mart ayı ortalarında başladı. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Başşar Esad ile başbaşa üç saat görüştüğü ve Türkiye’nin “reform yap” önerisini götürdüğü görüşmede Şam’daki Başkanlık Sarayı’nda yandaki odada görüşmenin sona ermesini bekleyenler arasında ben de vardım. Olayların o sırada sadece iki haftalık ömrü vardı ve en güneyde, Ürdün sınırındaki Deraa’nın dışına pek taşmamıştı.

Suriye halk ayaklanması Nisan ayında genişledi. Başbakan Tayyip Erdoğan bir konuşmasında 1982 Hama’yı, Irak Kürdistanı’nda 1988’deki Halepçe’yi hatırlattı ve “benzeri katliamlara izin verilmeyeceğini” söyledi.
O konuşmasının Türkiye ile Suriye, en önemlisi özel bir ailevi yakınlığa sahip bulunan Tayyip Erdoğan ile Başşar Esad arasında “kırılma noktası” olduğu söylenebilir. Hama, Suriye rejimi için “tabu” sözcük idi. 1982’de Başşar’ın babasının bulunduğu rejim tarafından birkaç gün içinde 10-20 bin Sünni Müslümanın öldürüldüğü büyük Hama katliamını Suriye halkı –tabii ki başta nüfusun yüzde 75-80 arasındaki oranını oluşturan Sünniler- hiç unutmadı ama hiç kimse de hatırlamamayı seçti. Telaffuzu bile yasaktı. Rejim istikrarını böyle sağlamıştı onca yıldır.
Tayyip Erdoğan’ın Hama’yı 2011 yılında telaffuz etmesi demek, Suriye için Pandorra’nın kutusunu, bölgenin en güçlü liderinin, üstelik en zor zamanlarında Suriye’ye koruyucu kalkan gibi davranmış en popüler liderinin bizzat kendi elleriyle açması demekti, ki bu, Şam’ın gözünde Türkiye ile Suriye arasındaki “kod”un bozulması anlamına geliyordu.
Başbakan’ın sözlerinin “etik” hiçbir yanlışı yoktu ama bu, Suriye rejimine “elektrik şoku” uygulamaktan farkı da yoktu.
Suriye’nin (ve İran’ın) kozu ve karşı-hamlesi
Nisan ayı içinde, Erbil’de görüştüğüm Irak Kürt yönetiminin en üst düzeydeki ve Suriye hükümeti ile temas halindeki yetkililerinden biri, “Suriye rejimi Başbakan Erdoğan’ın sözlerine çıldırmış vaziyetteler. Bunun faturasını çıkartma peşindeler. ‘Kürt kartını kullanmak bize yabancı bir konu değil’ diye konuşuyorlar. PKK’yı çok iyi tanıdıklarını, PKK’nın lider kadrosuyla Suriye’de yirmi yıla yakın bir süre kaldığını unutmamak gerekir” diye konuşmuştu.
Birkaç gün önce Başşar Esad’ın çekirdek aile kadrosundan önemli bir şahsiyetin bir yabancı gazeteciye, “Türkiye bizim canımızı acıtıyor ama biz de onların canını acıtmayı biliyoruz ve acıtacağız” diyerek PKK’ya atıf yaptığını, bizzat o yabancı gazeteciden dinledim.

Yazının Devamını Oku

“Sıfır sorun”dan “herkesle sorun”a geçerken...

23 Eylül 2011
Türkiye’nin yeni ve aktivist dış politikasının hareket alanı ve görüş ufkunun “360 derece” olduğunu söylemekten bu politikanın mimarları özellikle hoşlanıyorlar.

Gelin, Türkiye’nin çevresinde 360 derecelik bir tur atalım.
Güneyde, Kıbrıs Adası var. Fiilen bölünmüş bir ada. Adanın güney yönünde, AB üyesi ve AB nezdinde Kıbrıs’ın tümünü temsil ediyor muamelesi gören “Kıbrıs Cumhuriyeti” var. “Münhasır ekonomik bölge” ilan ettiği bölgede gaz aramalarına başladı. İsrail ile bu konuda işbirliğine hazır. Türkiye, bunu kabul etmedi. Kendisinden başka kimsenin tanımadığı KKTC ile gösterişli bir kıta sahanlığı anlaşması imzaladı. Buna göre, aynı ihtilaflı alanda kendisi araştırmalara girişebileceği, Kıbrıs Rum tarafını önlemek ya da caydırmak için donanmasını ve hava kuvvetlerini harekete geçireceğini ilan etti.
Buna karşılık, Rusya Dışişleri Bakanlığı “Kıbrıs Cumhuriyeti”nin Doğu Akdeniz’de denizaltı gaz kaynaklarını değerlendirme hakkı olduğunu savunan bir açıklama yapmakla kalmadı, Rusya’ı “Türkiye’den gelecek tehditlere karşı Kıbrıs’ın kalkanı” olarak tanımladı. Rus gemilerinin Doğu Akdeniz’e gönderileceği spekülasyonu yapılıyor.
Rusya’nın bu tavrını, Türkiye’nin “güç merkezi” olarak Moskova’nın tahammül sınırlarının ötesinde yükselişi olarak gerekçelendiren yorumcular var. Geçen Cuma günü Pravda gazetesi “Türkiye, Osmanlı İmparatorluğunu canlandırmak istiyor” diye yazdı. Bunun doğru ya da saçma olup olmaması önemli değil. Rusya’nın alerjisini yansıttığını göstermesi açısından değerlendirmeye alınmalı.
Rusya ile mesafenin açılması, Türkiye’yi Kafkasya’da hareketsizliğe itme tehlikesi içeriyor. Yukarı Karabağ’ın ve oradan yola çıkarak, Azerbaycan ve Ermenistan’ın ipleri büyük ölçüde Rusya’nın elinde. Rusya’nın Karabağ’da çözüm yönünde bir gelişme için şu sıra hiçbir nedeni yok. Karabağ’da hiçbir ilerleme olmadan, Türkiye-Ermenistan ilişkilerinde milim ilerleme kaydetme şansı da gözükmüyor.
Bu arada gözükmeyen bir başka şey, Nabucco. Onun musluğu Azerbaycan ve o musluğu tutan İlham Aliyev’in bileğini de Ruslar tutuyor.
360 derecelik turumuzu atarken, kuzeyimiz ve kuzeydoğumuzda Türkiye’nin yolunda ciddi engeller olduğunu görebiliyoruz.

Yazının Devamını Oku

Ankara’daki patlama-İmralı’daki görüşme odası

21 Eylül 2011
Başkent Ankara’nın göbeğinde, Başbakanlığa yakın bir noktada büyük bir patlama oldu. Ben bu satırları yazdığım sırada, ölü ve yaralı sayısı da, olayın mahiyeti de belli değildi. “Bomba şüphesi” vardı.

“Bomba şüphesi” olduğu andan itibaren, herkesin aklına “PKK eylemi” geliyor. Siyasi mahiyette olmayan bir olay olsa bile, sözgelimi tüpgaz patlaması olsa bile, herkesin aklına önce “PKK mı?” sorusu derhal geliyor.

Kaldı ki, Ankara’daki patlamanın arkasından PKK da çıkabilir. Bir “terör eylemi” olabilir. Öyle bir durumda, “teröre taviz yok” sloganıyla “şiddet kısır döngüsü”ne geri dönüşü ifade edecek bir politika mı izlenmelidir?

İçinde çok büyük ölçüde “patlayıcı madde” barındıran bir soruna “ateşle yaklaşma” politikası izlediğiniz takdirde, ülkenin şehir merkezlerindeki her patlama aynı kuşkuyu ve tedirginliği uyandıracaktır.

Türkiye, Orta Doğu politikasına, İran rekabetinin ve Suriye’de rejim muhalifi pozisyona kaymasının üzerine, bir de İsrail’le gerilim tırmandırılması üzerinden aktif biçimde dahil olduğu ölçüde, büyük şehirlerinin Ankara’da dünkü patlama benzeri ve gerçekten “bomba eylemi” cinsinden gelişmelere açık hale gelecektir.
Türkiye’nin “bölgesel güç” olarak uluslararası sahnede yükselmesinin, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın “Arap sokağındaki müthiş popülaritesi”nin, Türkiye şehirlerine “terör ihracı” biçiminde  maliyeti de olacaktır. En azından, ihtimal dahilindedir. Bunlara hazırlıklı olmalıyız.

İç kanamayı durdurmak

Yazının Devamını Oku

PKK konusunu gerçekten çözmek istiyor musunuz?

20 Eylül 2011
MİT-PKK görüşme kaydı ortaya döküleli beri anlamsız bir tartışma ortalığı kapladı. Son derece önemli ve aslında Kürt sorununun silahlı boyutunun sona erdirilmesi ve nihai çözüm sürecinin önünün açılmasına imkan verecek bir konu, bildik iktidar-muhalefet çekişmesi çerçevesinde heba edilme tehlikesi taşıyor.

Aslına bakarsanız, görüşme kaydına öyle aman aman bir muhalefet yapılmadı. MHP, günler sonra, genel başkanı aracılığıyla, artık kamuoyunda pek karşılığı olmayan basmakalıp cümlelerle tepkisini verdi. CHP ise ucuz polemik yolunu seçti. CHP Genel Başkanı, “Görüştüğünüzü söylediğimizde bize şerefsiz demiştiniz, kimmiş şerefsiz!” sözlerini öne çıkaran bir dille polemiğe çanak tuttu.
Başbakan ve çevresi, “devlet görüşür, biz asla görüşmeyiz” diye ancak Türkiye’ye özgü anlamsız bir söylemle polemiğe karşılık verdi. Her geçen gün, bir iktidar sözcüsü, yapılan MİT’in görev tanımı içinde olduğunu söylüyor ve görüşme kaydında “Başbakan adına” katıldığını ifade eden şu anki MİT Müsteşarı Hakan Fidan’a sahip çıkıyor.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül bile topa girdi ve Fidan’ı ve MİT’in görüşmelerdeki işlevini savundu.
“Devlet görüşür, biz görüşmeyiz” ne demek?
Şu “devlet-hükümet ayrımı” kadar saçma bir ayrımı Türkiye’den başka bir yerde bulabilmek mümkün değil. Bir yanıyla gerçekçi de. Çünkü, neredeyse Cumhuriyet’in kuruluşundan beri devlet demek asker ve asker eksenli rejimin bürokrasisi demek. O anlamda hükümetten farklı. Hükümet ise bütçeyi hazırlamak, ihale hazırlamak, bayındıklık, sağlık ve ulaşım hizmeti gibi işleri yapmaktan ve rant üretmek ve dağıtmaktan sorumlu mekanizma gibi algılanageldi. Büyük konularda, ana davalarda karar, hükümete değil “devlet”e ait oldu. “Hükümet oldu ama iktidar olamadı” sözü, Türkiye’de pek sık tekrarlanan söz oldu. Bu söz, “Hükümet, devlete hükmetmiyor, askere ve bürokrasiye söz geçiremiyor”dan başka bir anlama gelmiyor.
Oysa, dünyanın her yerinde, rejim yapısı ne olursa olsun, hükümet demek, devlet denilen büyük aygıtın yönetim organıdır. O nedenle, devlet-hükümet ayrımı yapılmaz. Artık, Türkiye’de de yapılmasının gereği kalkmıştır. Şayet bu ayrımı iktidar çevreleri yaparlarsa, bu, hükümetin devlete hükmedemediğinin, tam anlamıyla iktidar olamadığının itirafından başka bir anlam taşımaz.
Oysa, Ak Parti, Ergenekon ve Balyoz soruşturmaları, geçen yılki Anayasa değişikliği referandumu ve HSYK’nın ve Anayasa’nın yapısının değişmesinden sonra, devlete olması gerektiği gibi hükmeden bir yürütme gücü haline gelmiştir.

Yazının Devamını Oku

Başbakan’a: Hrant için, Adalet için...

17 Eylül 2011
Önceki gün Hrant Dink’in doğum günüydü. Yaşasaydı 57 yaşını arkasında bırakmış olacaktı.

Dört yıl önce onun bugünlere ulaşmasını engellediler. Devletle irtibatlı, en azından devletin kabul edilmez ihmali sonucunda utanç verici bir cinayet sonucu öldürüldü.

Hrant’ın her doğum gününde Uluslararası Hrant Dink Vakfı onun doğum gününü, onun yaşam ideallerine uygun biçimde “ayrımcılıktan ve şiddetten arınmış, özgür, adil ve temiz bir dünya için çalışan, bu uğurda risk alan, ezber bozan” bir yabancı ve bir Türkiyeliye ödül vererek kutluyor.

Bu yılki, ödül töreni de, bir başka deyimle doğum günü kutlaması bundan önce olduğu gibi tanımı güç bir sevgi ortamı ve güzellikle yapıldı. Meksikalı gazeteci Lydia Cacho ile Ahmet Altan bu yılın ödül sahipleri oldular. Ahmet Altan, unutulmaz bir konuşma yaptı.

Bu arada, dört buçuk yıldır ciddi bir mahkemeden ziyade bir tiyatro izlenimini veren duruşması sürüyor. Yarından sonra 20. duruşma var. Savcının esas hakkında mütalaasının okunması bekleniyor. Yani, davada son perdeye yaklaşılıyor. Gelgelelim, davada son yaklaşmak, adaletin tecellisine yaklaşmak anlamına gelmiyor.  Tersine, davanın üzerindeki sis perdesi kalkmıyor.

Öyle ki, Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı (TİB), cinayet gününe ilişkin telefon görüşmelerini ısrarla mahkemeye sunmuyor. Bunu yaparken “özel hayat gizliliğin ihlali” gibi komik bir gerekçenin arkasına saklanıyor. MİT’in PKK ile görüşmelerinin bile internete düştüğü, sayısız telefon dinleme kayıtlarının medyaya servis edilip yargısız infazlar yapıldığı bir ülkede, Hrant Dink cinayetini aydınlatacak olan cinayet gününe ilişkin telefon görüşmeleri TİB tarafından mahkemeden esirgeniyor.

Hrant’ın gazetesi Agos dün yayımlanan son sayısında “Dink suikastı, bu ülkede üstü örtülmeye çalışılan ne ilk dava olacak, korkarız ne de sonuncusu. Ancak bu davanın bu şekilde biteceğini sananlar varsa, sadece son bir yıl içinde tekrar açılan 20-30 yıllık dava dosyalarını hatırlatmak isteriz” diye yazdı.

İş yargıda bitmiyor

Hrant Dink suikastında iş sadece yargıya dayanmıyor. Dönüp dolaşım yürütmeye dayanıyor aslında. Çünkü davanın “sis perdesi” ardında gizlenmesi, yürütmenin sorumluluğunda.

Yazının Devamını Oku

Başbakan’ın zafer turu ve laiklik mesajının adresi

16 Eylül 2011
Başbakan Tayyip Erdoğan, hafta başından beri “Arap Devrimi”nin başladığı ve zafer kazandığı topraklarda bir “zafer turu” atıyor.

Batı medyasının diliyle “Arap baharı”nı arkalayan “bölgesel güç”ün bölgede yükselişini simgeliyor Tayyip Erdoğan’ın “zafer turu”.

Bir gece yarısı, Kahire Havaalanında en 20 bin kişiyi şu dönemde Tayyip Erdoğan’dan başka kimse toplayamazdı. Tayyip Erdoğan, çizdiği “profil” ile, ta Nasır yıllarıdan bu yana, “Arap sokağı”nın “yükselen yıldızı”. Arapların Arap olmayan lideri.

Aradaki ortak bağ, tarih –ki, Arap milliyetçileri açısından da, milliyetçi-ulusalcı Türkler açısından da iyi bir referans değil bu- ve din bağı; yani İslam. Ne de olsa, Tayyip Erdoğan, Arap dünyasının da, Batı dünyasının da önemli bir bölümü nezdinde “İslamcı” bir siyasi lider.

Laiklik konusunda Mısır televizyonuna söyledikleri ve dün Tunus’ta tekrar ettikleri tam da bu nedenle çok önemli. Türkiye’nin laikliğine vurgu yapan ve “Arap baharı” ile açacak çiçeklere, yani yeni oluşacak rejimlere “laiklik” önerisinde bulunan Türk Başbakanı’nın bu önerisinden Mısır’ın Müslüman Kardeşleri’nin pek hazzetmediği sezilebiliyor.

Aynı öneriyi, dün Tunus’ta Nahda hareketi ile ilgili bir soru üzerine yaptı. Raşid Gannuşi liderliğindeki Tunus’un İslamcı Nahda (Yeniden Doğuş-Rönesans), Tunus’un en güçlü siyasi hareketi olarak kabul ediliyor. Ayrıca, tüm İslam dünyasında “en liberal” ve Türkiye’nin Ak Partisi’ne en yakın “İslamcı” hareket olduğuna dair uzun süredir varolan bir üne sahip. Raşid Gannuşi, Türkiye’deki Ak Parti örneğine sempati duyduklarına ilişkin görüşlerini gizlememişti. Çeşitli vesilelerle bunu ortaya koydu.

Türkiye’ye en benzeyen ülke

Tunus’un diğer Arap ülkelerinden farklı bir özelliği var. Tunus’un kurucu lideri Habip Burgiba, tam bir “Arap Kemalisti” idi ve onun ilham kaynağı Kemal Atatürk’tü. Bu yönüyle, Mısır, Türkiye usülü bir laikliği  zaten benimsemişti.

“Arap baharı”nı başlatan Tunus’ta 23 Ekim’de seçimler yapılacak ve Nahda’nın iktidara gelme ihtimali güçlü. Dolayısıyla, Tayyip Erdoğan’ın “laiklik” konusunda Tunus’ta söyledikleri, en az Kahire’de söyledikleri kadar önemli. Şöyle dedi:

Yazının Devamını Oku

Başbakan’a ve PKK’ya “barış desteği”

15 Eylül 2011
MİT-PKK görüşmesine dair kayıtların ortaya çıkmasını gayet olumlu karşıladım.

Bunun için kendi kişisel gerekçelerim var. Ortaya çıkan metin, Haziran ayında TESEV tarafından yayımlanan “Dağdan İniş-PKK Nasıl Silah Bırakır?-Kürt Sorunu’nun Şiddetten Arındırılması” adlı benim kaleme aldığım 117 sayfalık raporu, içeriği, vardığı sonuçlar ve önerileriyle, neredeyse tümüyle doğrulamış ve teyid etmiş oluyor.

Raporda, zaten “Devlet-Öcalan Görüşmeleri” başlığı altında bu görüşmelerin tarihçesi vardı ve bu tarihçede, MİT-PKK kaydıyla ortaya çıkan görüşme zincirinden de söz ediliyordu. Raporun hazırlanmasında kendileriyle görüşülen 40 dolayındaki kişi arasında, ses kaydındaki isimleri bir bölümü de söz konusuydu.

Benim açımdan “eğlenceli” olan bir hususa değinmeliyim: Rapor’un yayımlanmasından bir süre sonra Rapor’u “AKP perspektifli” ve “AKP’ye diyet ödemek için yazılmış” iddiasıyla eleştirmiş olan PKK yöneticilerinden Mustafa Karasu’nun, Rapor’un yayım tarihinden bir buçuk önce AKP Genel Başkanı’nın bilgisi ve iradesiyle yürütülen görüşmelere yer almış ve Rapor’da yer verilen hususları dile getirmiş olmasının bu sayede ortaya çıkması. Mustafa Karasu’nun Rapor’la ilişkili bana yönelik eleştirisi hükümsüz hale gelmiştir. Mustafa Karasu’nun görüşmelerdeki konumu ve söylemi ise doğrudur. Çelişkiyi izah ona düşer.

Bu arada, PKK çevresinin, bir yıldır Tayyip Erdoğan’a yönelik, her olumsuz şeyin sorumlusu olarak onu gösteren ve ağır sıfatlar yükleyen kampanyası da, aslında ortaya çıkan bu kasetle hükümsüz kalmıştır. Kaset, Tayyip Erdoğan’ın –hiç değilse yakın geçmişte- kendisinden önceki hiçbir siyasi liderde olmadığı ölçüde, Kürt sorununa ilişkin çözüm iradesine sahip olduğunun bir kanıtı niteliğinde.

Kasetin dökümünde, görüşmenin PKK yöneticileri ile görüşmenin bizzat Başbakan Tayyip Erdoğan’ın bilgisi altında yapıldığı anlaşılıyor. Üstelik, o görüşmenin evveliyatı da var ve içerikli biçimde devamının da olduğu anlaşılıyor. Bu durumda, iktidara yakın kimi çevrelerin Kürt sorunu söz konusu olunca kaçak dövüşmeleri, daha önemlisi son dönemde “savaş dilini seslendiriyor” olmaları  da hükümsüz olmuştur. İşin içinde ve başında Başbakan bulunuyor.

Kaset, savaş mantığını yok ediyor

Görüşmenin içeriğine bakıldığında, Başbakan’ın hemen herşeyin görüşülmesine ve PKK ile müzakerelerin yürütülmesine onay verdiği de görülebiliyor.

Böyle de olması gerekiyor. Başbakan’da sorunun çözümü için riskleri göze alan bir siyasi irade görmek de, PKK’nın Kandil’den gelerek görüşmelerde yer alan yöneticilerinin de işin çözümünü yıllara yaymayı değil, bir an önce gerçekleşmesinden yana olduklarını görmek de çok olumludur.

Yazının Devamını Oku