Suriye halk ayaklanması Nisan ayında genişledi. Başbakan Tayyip Erdoğan bir konuşmasında 1982 Hama’yı, Irak Kürdistanı’nda 1988’deki Halepçe’yi hatırlattı ve “benzeri katliamlara izin verilmeyeceğini” söyledi.
O konuşmasının Türkiye ile Suriye, en önemlisi özel bir ailevi yakınlığa sahip bulunan Tayyip Erdoğan ile Başşar Esad arasında “kırılma noktası” olduğu söylenebilir. Hama, Suriye rejimi için “tabu” sözcük idi. 1982’de Başşar’ın babasının bulunduğu rejim tarafından birkaç gün içinde 10-20 bin Sünni Müslümanın öldürüldüğü büyük Hama katliamını Suriye halkı –tabii ki başta nüfusun yüzde 75-80 arasındaki oranını oluşturan Sünniler- hiç unutmadı ama hiç kimse de hatırlamamayı seçti. Telaffuzu bile yasaktı. Rejim istikrarını böyle sağlamıştı onca yıldır.
Tayyip Erdoğan’ın Hama’yı 2011 yılında telaffuz etmesi demek, Suriye için Pandorra’nın kutusunu, bölgenin en güçlü liderinin, üstelik en zor zamanlarında Suriye’ye koruyucu kalkan gibi davranmış en popüler liderinin bizzat kendi elleriyle açması demekti, ki bu, Şam’ın gözünde Türkiye ile Suriye arasındaki “kod”un bozulması anlamına geliyordu.
Başbakan’ın sözlerinin “etik” hiçbir yanlışı yoktu ama bu, Suriye rejimine “elektrik şoku” uygulamaktan farkı da yoktu.
Suriye’nin (ve İran’ın) kozu ve karşı-hamlesi
Nisan ayı içinde, Erbil’de görüştüğüm Irak Kürt yönetiminin en üst düzeydeki ve Suriye hükümeti ile temas halindeki yetkililerinden biri, “Suriye rejimi Başbakan Erdoğan’ın sözlerine çıldırmış vaziyetteler. Bunun faturasını çıkartma peşindeler. ‘Kürt kartını kullanmak bize yabancı bir konu değil’ diye konuşuyorlar. PKK’yı çok iyi tanıdıklarını, PKK’nın lider kadrosuyla Suriye’de yirmi yıla yakın bir süre kaldığını unutmamak gerekir” diye konuşmuştu.
Birkaç gün önce Başşar Esad’ın çekirdek aile kadrosundan önemli bir şahsiyetin bir yabancı gazeteciye, “Türkiye bizim canımızı acıtıyor ama biz de onların canını acıtmayı biliyoruz ve acıtacağız” diyerek PKK’ya atıf yaptığını, bizzat o yabancı gazeteciden dinledim.
Gelin, Türkiye’nin çevresinde 360 derecelik bir tur atalım.
Güneyde, Kıbrıs Adası var. Fiilen bölünmüş bir ada. Adanın güney yönünde, AB üyesi ve AB nezdinde Kıbrıs’ın tümünü temsil ediyor muamelesi gören “Kıbrıs Cumhuriyeti” var. “Münhasır ekonomik bölge” ilan ettiği bölgede gaz aramalarına başladı. İsrail ile bu konuda işbirliğine hazır. Türkiye, bunu kabul etmedi. Kendisinden başka kimsenin tanımadığı KKTC ile gösterişli bir kıta sahanlığı anlaşması imzaladı. Buna göre, aynı ihtilaflı alanda kendisi araştırmalara girişebileceği, Kıbrıs Rum tarafını önlemek ya da caydırmak için donanmasını ve hava kuvvetlerini harekete geçireceğini ilan etti.
Buna karşılık, Rusya Dışişleri Bakanlığı “Kıbrıs Cumhuriyeti”nin Doğu Akdeniz’de denizaltı gaz kaynaklarını değerlendirme hakkı olduğunu savunan bir açıklama yapmakla kalmadı, Rusya’ı “Türkiye’den gelecek tehditlere karşı Kıbrıs’ın kalkanı” olarak tanımladı. Rus gemilerinin Doğu Akdeniz’e gönderileceği spekülasyonu yapılıyor.
Rusya’nın bu tavrını, Türkiye’nin “güç merkezi” olarak Moskova’nın tahammül sınırlarının ötesinde yükselişi olarak gerekçelendiren yorumcular var. Geçen Cuma günü Pravda gazetesi “Türkiye, Osmanlı İmparatorluğunu canlandırmak istiyor” diye yazdı. Bunun doğru ya da saçma olup olmaması önemli değil. Rusya’nın alerjisini yansıttığını göstermesi açısından değerlendirmeye alınmalı.
Rusya ile mesafenin açılması, Türkiye’yi Kafkasya’da hareketsizliğe itme tehlikesi içeriyor. Yukarı Karabağ’ın ve oradan yola çıkarak, Azerbaycan ve Ermenistan’ın ipleri büyük ölçüde Rusya’nın elinde. Rusya’nın Karabağ’da çözüm yönünde bir gelişme için şu sıra hiçbir nedeni yok. Karabağ’da hiçbir ilerleme olmadan, Türkiye-Ermenistan ilişkilerinde milim ilerleme kaydetme şansı da gözükmüyor.
Bu arada gözükmeyen bir başka şey, Nabucco. Onun musluğu Azerbaycan ve o musluğu tutan İlham Aliyev’in bileğini de Ruslar tutuyor.
360 derecelik turumuzu atarken, kuzeyimiz ve kuzeydoğumuzda Türkiye’nin yolunda ciddi engeller olduğunu görebiliyoruz.
“Bomba şüphesi” olduğu andan itibaren, herkesin aklına “PKK eylemi” geliyor. Siyasi mahiyette olmayan bir olay olsa bile, sözgelimi tüpgaz patlaması olsa bile, herkesin aklına önce “PKK mı?” sorusu derhal geliyor.
Kaldı ki, Ankara’daki patlamanın arkasından PKK da çıkabilir. Bir “terör eylemi” olabilir. Öyle bir durumda, “teröre taviz yok” sloganıyla “şiddet kısır döngüsü”ne geri dönüşü ifade edecek bir politika mı izlenmelidir?
İçinde çok büyük ölçüde “patlayıcı madde” barındıran bir soruna “ateşle yaklaşma” politikası izlediğiniz takdirde, ülkenin şehir merkezlerindeki her patlama aynı kuşkuyu ve tedirginliği uyandıracaktır.
Türkiye, Orta Doğu politikasına, İran rekabetinin ve Suriye’de rejim muhalifi pozisyona kaymasının üzerine, bir de İsrail’le gerilim tırmandırılması üzerinden aktif biçimde dahil olduğu ölçüde, büyük şehirlerinin Ankara’da dünkü patlama benzeri ve gerçekten “bomba eylemi” cinsinden gelişmelere açık hale gelecektir.
Türkiye’nin “bölgesel güç” olarak uluslararası sahnede yükselmesinin, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın “Arap sokağındaki müthiş popülaritesi”nin, Türkiye şehirlerine “terör ihracı” biçiminde maliyeti de olacaktır. En azından, ihtimal dahilindedir. Bunlara hazırlıklı olmalıyız.
İç kanamayı durdurmak
Aslına bakarsanız, görüşme kaydına öyle aman aman bir muhalefet yapılmadı. MHP, günler sonra, genel başkanı aracılığıyla, artık kamuoyunda pek karşılığı olmayan basmakalıp cümlelerle tepkisini verdi. CHP ise ucuz polemik yolunu seçti. CHP Genel Başkanı, “Görüştüğünüzü söylediğimizde bize şerefsiz demiştiniz, kimmiş şerefsiz!” sözlerini öne çıkaran bir dille polemiğe çanak tuttu.
Başbakan ve çevresi, “devlet görüşür, biz asla görüşmeyiz” diye ancak Türkiye’ye özgü anlamsız bir söylemle polemiğe karşılık verdi. Her geçen gün, bir iktidar sözcüsü, yapılan MİT’in görev tanımı içinde olduğunu söylüyor ve görüşme kaydında “Başbakan adına” katıldığını ifade eden şu anki MİT Müsteşarı Hakan Fidan’a sahip çıkıyor.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül bile topa girdi ve Fidan’ı ve MİT’in görüşmelerdeki işlevini savundu.
“Devlet görüşür, biz görüşmeyiz” ne demek?
Şu “devlet-hükümet ayrımı” kadar saçma bir ayrımı Türkiye’den başka bir yerde bulabilmek mümkün değil. Bir yanıyla gerçekçi de. Çünkü, neredeyse Cumhuriyet’in kuruluşundan beri devlet demek asker ve asker eksenli rejimin bürokrasisi demek. O anlamda hükümetten farklı. Hükümet ise bütçeyi hazırlamak, ihale hazırlamak, bayındıklık, sağlık ve ulaşım hizmeti gibi işleri yapmaktan ve rant üretmek ve dağıtmaktan sorumlu mekanizma gibi algılanageldi. Büyük konularda, ana davalarda karar, hükümete değil “devlet”e ait oldu. “Hükümet oldu ama iktidar olamadı” sözü, Türkiye’de pek sık tekrarlanan söz oldu. Bu söz, “Hükümet, devlete hükmetmiyor, askere ve bürokrasiye söz geçiremiyor”dan başka bir anlama gelmiyor.
Oysa, dünyanın her yerinde, rejim yapısı ne olursa olsun, hükümet demek, devlet denilen büyük aygıtın yönetim organıdır. O nedenle, devlet-hükümet ayrımı yapılmaz. Artık, Türkiye’de de yapılmasının gereği kalkmıştır. Şayet bu ayrımı iktidar çevreleri yaparlarsa, bu, hükümetin devlete hükmedemediğinin, tam anlamıyla iktidar olamadığının itirafından başka bir anlam taşımaz.
Oysa, Ak Parti, Ergenekon ve Balyoz soruşturmaları, geçen yılki Anayasa değişikliği referandumu ve HSYK’nın ve Anayasa’nın yapısının değişmesinden sonra, devlete olması gerektiği gibi hükmeden bir yürütme gücü haline gelmiştir.
Dört yıl önce onun bugünlere ulaşmasını engellediler. Devletle irtibatlı, en azından devletin kabul edilmez ihmali sonucunda utanç verici bir cinayet sonucu öldürüldü.
Hrant’ın her doğum gününde Uluslararası Hrant Dink Vakfı onun doğum gününü, onun yaşam ideallerine uygun biçimde “ayrımcılıktan ve şiddetten arınmış, özgür, adil ve temiz bir dünya için çalışan, bu uğurda risk alan, ezber bozan” bir yabancı ve bir Türkiyeliye ödül vererek kutluyor.
Bu yılki, ödül töreni de, bir başka deyimle doğum günü kutlaması bundan önce olduğu gibi tanımı güç bir sevgi ortamı ve güzellikle yapıldı. Meksikalı gazeteci Lydia Cacho ile Ahmet Altan bu yılın ödül sahipleri oldular. Ahmet Altan, unutulmaz bir konuşma yaptı.
Bu arada, dört buçuk yıldır ciddi bir mahkemeden ziyade bir tiyatro izlenimini veren duruşması sürüyor. Yarından sonra 20. duruşma var. Savcının esas hakkında mütalaasının okunması bekleniyor. Yani, davada son perdeye yaklaşılıyor. Gelgelelim, davada son yaklaşmak, adaletin tecellisine yaklaşmak anlamına gelmiyor. Tersine, davanın üzerindeki sis perdesi kalkmıyor.
Öyle ki, Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı (TİB), cinayet gününe ilişkin telefon görüşmelerini ısrarla mahkemeye sunmuyor. Bunu yaparken “özel hayat gizliliğin ihlali” gibi komik bir gerekçenin arkasına saklanıyor. MİT’in PKK ile görüşmelerinin bile internete düştüğü, sayısız telefon dinleme kayıtlarının medyaya servis edilip yargısız infazlar yapıldığı bir ülkede, Hrant Dink cinayetini aydınlatacak olan cinayet gününe ilişkin telefon görüşmeleri TİB tarafından mahkemeden esirgeniyor.
Hrant’ın gazetesi Agos dün yayımlanan son sayısında “Dink suikastı, bu ülkede üstü örtülmeye çalışılan ne ilk dava olacak, korkarız ne de sonuncusu. Ancak bu davanın bu şekilde biteceğini sananlar varsa, sadece son bir yıl içinde tekrar açılan 20-30 yıllık dava dosyalarını hatırlatmak isteriz” diye yazdı.
İş yargıda bitmiyor
Hrant Dink suikastında iş sadece yargıya dayanmıyor. Dönüp dolaşım yürütmeye dayanıyor aslında. Çünkü davanın “sis perdesi” ardında gizlenmesi, yürütmenin sorumluluğunda.
Batı medyasının diliyle “Arap baharı”nı arkalayan “bölgesel güç”ün bölgede yükselişini simgeliyor Tayyip Erdoğan’ın “zafer turu”.
Bir gece yarısı, Kahire Havaalanında en 20 bin kişiyi şu dönemde Tayyip Erdoğan’dan başka kimse toplayamazdı. Tayyip Erdoğan, çizdiği “profil” ile, ta Nasır yıllarıdan bu yana, “Arap sokağı”nın “yükselen yıldızı”. Arapların Arap olmayan lideri.
Aradaki ortak bağ, tarih –ki, Arap milliyetçileri açısından da, milliyetçi-ulusalcı Türkler açısından da iyi bir referans değil bu- ve din bağı; yani İslam. Ne de olsa, Tayyip Erdoğan, Arap dünyasının da, Batı dünyasının da önemli bir bölümü nezdinde “İslamcı” bir siyasi lider.
Laiklik konusunda Mısır televizyonuna söyledikleri ve dün Tunus’ta tekrar ettikleri tam da bu nedenle çok önemli. Türkiye’nin laikliğine vurgu yapan ve “Arap baharı” ile açacak çiçeklere, yani yeni oluşacak rejimlere “laiklik” önerisinde bulunan Türk Başbakanı’nın bu önerisinden Mısır’ın Müslüman Kardeşleri’nin pek hazzetmediği sezilebiliyor.
Aynı öneriyi, dün Tunus’ta Nahda hareketi ile ilgili bir soru üzerine yaptı. Raşid Gannuşi liderliğindeki Tunus’un İslamcı Nahda (Yeniden Doğuş-Rönesans), Tunus’un en güçlü siyasi hareketi olarak kabul ediliyor. Ayrıca, tüm İslam dünyasında “en liberal” ve Türkiye’nin Ak Partisi’ne en yakın “İslamcı” hareket olduğuna dair uzun süredir varolan bir üne sahip. Raşid Gannuşi, Türkiye’deki Ak Parti örneğine sempati duyduklarına ilişkin görüşlerini gizlememişti. Çeşitli vesilelerle bunu ortaya koydu.
Türkiye’ye en benzeyen ülke
Tunus’un diğer Arap ülkelerinden farklı bir özelliği var. Tunus’un kurucu lideri Habip Burgiba, tam bir “Arap Kemalisti” idi ve onun ilham kaynağı Kemal Atatürk’tü. Bu yönüyle, Mısır, Türkiye usülü bir laikliği zaten benimsemişti.
“Arap baharı”nı başlatan Tunus’ta 23 Ekim’de seçimler yapılacak ve Nahda’nın iktidara gelme ihtimali güçlü. Dolayısıyla, Tayyip Erdoğan’ın “laiklik” konusunda Tunus’ta söyledikleri, en az Kahire’de söyledikleri kadar önemli. Şöyle dedi:
Bunun için kendi kişisel gerekçelerim var. Ortaya çıkan metin, Haziran ayında TESEV tarafından yayımlanan “Dağdan İniş-PKK Nasıl Silah Bırakır?-Kürt Sorunu’nun Şiddetten Arındırılması” adlı benim kaleme aldığım 117 sayfalık raporu, içeriği, vardığı sonuçlar ve önerileriyle, neredeyse tümüyle doğrulamış ve teyid etmiş oluyor.
Raporda, zaten “Devlet-Öcalan Görüşmeleri” başlığı altında bu görüşmelerin tarihçesi vardı ve bu tarihçede, MİT-PKK kaydıyla ortaya çıkan görüşme zincirinden de söz ediliyordu. Raporun hazırlanmasında kendileriyle görüşülen 40 dolayındaki kişi arasında, ses kaydındaki isimleri bir bölümü de söz konusuydu.
Benim açımdan “eğlenceli” olan bir hususa değinmeliyim: Rapor’un yayımlanmasından bir süre sonra Rapor’u “AKP perspektifli” ve “AKP’ye diyet ödemek için yazılmış” iddiasıyla eleştirmiş olan PKK yöneticilerinden Mustafa Karasu’nun, Rapor’un yayım tarihinden bir buçuk önce AKP Genel Başkanı’nın bilgisi ve iradesiyle yürütülen görüşmelere yer almış ve Rapor’da yer verilen hususları dile getirmiş olmasının bu sayede ortaya çıkması. Mustafa Karasu’nun Rapor’la ilişkili bana yönelik eleştirisi hükümsüz hale gelmiştir. Mustafa Karasu’nun görüşmelerdeki konumu ve söylemi ise doğrudur. Çelişkiyi izah ona düşer.
Bu arada, PKK çevresinin, bir yıldır Tayyip Erdoğan’a yönelik, her olumsuz şeyin sorumlusu olarak onu gösteren ve ağır sıfatlar yükleyen kampanyası da, aslında ortaya çıkan bu kasetle hükümsüz kalmıştır. Kaset, Tayyip Erdoğan’ın –hiç değilse yakın geçmişte- kendisinden önceki hiçbir siyasi liderde olmadığı ölçüde, Kürt sorununa ilişkin çözüm iradesine sahip olduğunun bir kanıtı niteliğinde.
Kasetin dökümünde, görüşmenin PKK yöneticileri ile görüşmenin bizzat Başbakan Tayyip Erdoğan’ın bilgisi altında yapıldığı anlaşılıyor. Üstelik, o görüşmenin evveliyatı da var ve içerikli biçimde devamının da olduğu anlaşılıyor. Bu durumda, iktidara yakın kimi çevrelerin Kürt sorunu söz konusu olunca kaçak dövüşmeleri, daha önemlisi son dönemde “savaş dilini seslendiriyor” olmaları da hükümsüz olmuştur. İşin içinde ve başında Başbakan bulunuyor.
Kaset, savaş mantığını yok ediyor
Görüşmenin içeriğine bakıldığında, Başbakan’ın hemen herşeyin görüşülmesine ve PKK ile müzakerelerin yürütülmesine onay verdiği de görülebiliyor.
Böyle de olması gerekiyor. Başbakan’da sorunun çözümü için riskleri göze alan bir siyasi irade görmek de, PKK’nın Kandil’den gelerek görüşmelerde yer alan yöneticilerinin de işin çözümünü yıllara yaymayı değil, bir an önce gerçekleşmesinden yana olduklarını görmek de çok olumludur.