12 Ekim 2011
San Diego’nun şehir merkezinden Meksika hududu, Meksika hudut şehri Tijuana 15-20 dakika uzaklıkta. ABD’nin güneybatısının en alt köşesi, bizim güneydoğunun en alt köşesine, sözgelimi Hakkari’ye hiç benzemiyor. Kıta büyüklüğündeki koca ülkenin en güzel ve en zengin köşelerinden biri.
San Diego, elektronik devlerinden Hewlett Packard’ın merkezi ama onu esas öne çıkaran Amerikan Pasifik donanmasının en önemli üssü olması. San Diego rıhtımında koca bir uçak gemisi görünce oraya meylediyoruz. Dev ötesi geminin üzerinde Midway yazısını görünce, yılların gerisine gidiyor anılar.
1992’den beri müze Midway; görevlilerden birine sorup gemiyle ilgili bilgiler alıyorum. 1945’te hizmete girmiş, 1992’ye dek kalmış. Kore Savaşı, Vietnam Savaşı nice savaşlar görmüş.
USS Midway’in demirlediği limanda az ötede, USS San Diego için dikili bir anıtta, onun katıldığın deniz savaşlarını okuyorum. Efsane bir gemi, İkinci Dünya Savaşı’nın hakkında nice filme konu olmasından tanıdığımız Guadalcanal muharebelerinden, İwo Jima’ya her büyük savaşta yer almış.
Gençlik yıllarını İstanbul’a, İzmir’e demir atan Amerikan 6. Filosu’na karşı eylemlerin başını çekerek geçiren benim gibi birisi için, Amerikan 7. Filosu’nun en görkemli gemileriyle merkez üslerinde tanışmak tuhaf bir duygu. Müzelik olmalarının ifade ettiği bir ironi de olmalı.
Güney Kaliforniya’da enfes bir hava var. Dünyanın en önemli oksijen depolarının başında geliyor. Üstelik, rengarenk bitki örtüsü, uçsuz bucaksız uzanan Pasifik Okyanuzu’nun mavisi ve doğu yönünde ve Meksika sınırı üzerinde dizili dağlar ile çok ama çok güzel bir coğrafya. İnsana bu coğrafyada bulunmak iyi geliyor.
ABD’nin 50 yıldızlı bayrağının dalgalandığı birçok yerde Kaliforniye eyalet bayrağı da direklerde asılı. Bayrağın altında “Republic of California” yani “Kaliforniya Cumhuriyeti” yazıyor. Nerede İngilizce varsa, yanıbaşında İspanyolca var.
ABD’nin bölünmesi riski, Kaliforniya’nın ayrılıp Meksika ile birleşme tehlikesi tek kelime ile kocaman bir sıfır.
Yazının Devamını Oku 11 Ekim 2011
Herşey aklıma gelirdi de, 2011 sonbaharında kendimi Los Angeles’in güneyindeki Orange County’de davul-zurna eşliğinde Van Valisi Münir Karaloğlu ile ve Vanlılarla birlikte üç ayak oynarken bulacağım, birlikte halay çekeceğim pek gelmezdi. Çok geçmeden Amerikalılar da katıldı halaya. Hafta sonuna, dünyanın en büyük sekizinci ekonomisi olan 33 milyonluk Kaliforniya eyaletinde, “Türkiye şenliği” ile girdik.
Los Angeles’te bu yıl üçüncüsü yapılan Anadolu Kültür ve Yemek Festivali, Türkiye’den büyük bir çıkartmaya sahne oldu. 50 bin metrekareye yakın yaygınlığa ulaşan festival alanına dört gün boyunca sadece özellikle Amerika’nın Pasifik kıyısında yaşayan Türkler değil, çok ama çok geniş bir alana yayılan Los Angeles ve çevresinde yaşayan onbinlerce Amerikalı aktı.
“Medeniyetler Kapısı”ndan geçilerek giriliyor festival alanına. Anadolu topraklarında tarih boyu kurulmuş tüm imparatorluklar ve varolmuş bütün uygarlıkları simgeleyen mimariye uygun, iki yanında o döneme ait ayrıntılı bilginin iki dilde –İngilizce ve Türkçe- yazılı olduğu takların altından geçiyorsunuz.
Bir yanıyla “kitsch”in şahikası, diğer yanıyla müthiş bir emeğin çok etkileyici sergilenmesini görüyorsunuz içinden geçilen bütün taklarda. En yoksul görüntü, Anadolu’nun üzerinde kurulu son devleti gösteren tak. Solunda imzasıyla Kemal Atatürk yazısı, sağında ayyıldızlı bayrağımız, iç duvarlarında Ayasofya, Topkapı fotoğrafları olan bir Türkiye takı.
Neyse ki, içerdeki geniş mekan, Türkiye’nin tüm kültürel, folklorik ve bu arada mutfak zenginliklerinin sıcak ve canlı bir sunumuyla, Türkiye’nin “Türkiye kapısı”nın verdiği izlenim kadar yoksul değil, ardına aldığı onca uygarlık ve imparatorluk geçmişiyle çok zengin olduğunu anlatıyor sanki.
Yalnız onlar başarabilirler
Herşey, ortalama Amerikalının zihin kalıplarına, kültür kodlarına gayet uyacak ve onu esaslı biçimde etkileyecek şekilde düzenlenmiş. Amerika’nın en batı ucunda, Pasifik kıyısında Pacifica Institute’un başını çektiği mükemmel bir organizasyona, muazzam emeğe, hem çok başarılı ve hem de çok etkileyici bir Türkiye performansına tanık oluyoruz. Amerikalılar kadar, o birçok özelliği sergilenen ülkeden gelen bizler de etkileniyoruz.
Türkiye devletinin tanıtım fonunun tüm bütçesini ayırsa ya da Amerikalı bir lobi şirketine milyonlarca dolar akıtsa, becerebilmesi mümkün olmayan bir tür lobi çalışmasının, Türkiye’de “cemaat” diye genellenen veya “F tipi” denilerek belirgin bir aşağılamayla kendilerinden söz edilen insanlar tarafından başarıldığı tartışma götürmez.
Bunu ancak onlar böylesine becerebilirlerdi. Çalışma disiplinlerine, ideallerine sadakatlerine, her zaman ortaya koydukları pozitif enerjilerine ve üstelik alçakgönüllülüklerine hayran olmamak elde değil.
Böyle bir festival için Los Angeles bölgesinin ya da Güney Kaliforniya’nın seçilmesi de, elbette, bir raslantı değil. Bu, Fetullah Gülen’in çarpıcı vizyonuyla ilişkili. Amerikalıların kısaca başharfleriyle “LA“diye yazdığı ve dolayısıyla “eley” diye telaffuz ettiği Los Angeles, birçok özelliği birden barındırıyor. Amerikan kültürünün dünyadaki egemenliğini perçinleyen eğlence endüstrisinin merkezi. Eğlence endüstrisi, milyonlarca kişiyi etkileyebilen en kestirme araçları sağlıyor. Los Angeles, ayrıca diaspora Ermenilerinin de merkezi.
Los Angeles ve çevresindeki Ermeni varlığı, Türkiye-ABD ilişkilerini olumsuz yönde etkileme potansiyeli taşıyan Ermeni lobisinin kitlesel zeminini oluşturuyor. Pacifica Institute’un Başkanı’nın bana anlattığına göre, Anadolu Kültür ve Yemek Festivali’ni düzenleyenler, bu yola çıkarken, “Anadolu halkları arasında ve özellikle Türk ve Ermeni halkı arasında bir yakınlaşmayı sağlamayı istemişler ve Kaliforniya’nın bunun için en uygun yer olduğunu gözönüne almışlar.”
Hrant Dink’i ölümünün travması, bu yaklaşımı harekete geçirmiş. Hrant için, Pacifica Institute yöneticileri, İstanbul Ermenileri Derneği’ne başsağlığına gitmişler. İki toplum arasında ilginç bir yakınlaşma girişiminin fitili böylece ateşlenmiş. Hatta, Festival’in ilk yılki sponsorları arasında İstanbul Ermenileri de yer almış.
Los Armenos
Festival’in ikinci günü, Tuba Çandar ve Oral Çalışlar’la birlikte, Anadolu Kültür ve Yemek Festival alanına pek uzak bir mesafede olmayan bir başka ama ona kıyasla çok daha mütevazi bir festival alanına gittik. Costa Mesa’daki St.Mary Kilisesi’nin avlusunda Ermeni Müzik ve Yemek Festivali vardı. Bizim Türkçe olarak eşlik edebildiğimiz şarkılar, bizim yemekler ve bizim insanlarla karşılaştık. Bizim toprakların, bizi görüp hasret giderdiği, topraktan kopmuş ama özlem dolu olarak buralarda yaşayan insanları.
Ardından uzun bir Los Angeles Ermenileri tanıma turu yaptık. Hrant Dink, Los Angeles’ten “Los Armenos” diye söz ederdi şaka yollu. Önce Montebello’ya Soykırım Anıtı’nı görmeye gittik. Sonra Ermenilerin yoğun olarak yaşadığı semtlere; Pasadena ve Glendale’e, Hollywood’a bitişik Little Armenia’ya. Son olarak San Fernando Vadisi’ne, İstanbul Ermenileri Derneği’ne.
Los Angeles zaten müthiş yaygın bir alana yayılmış şehirler topluluğu demek. Neredeyse 360 derecelik bir Los Angeles ve çevresi turunun yolda geçen bölümü 5 saati buldu.
Gün boyu, Diaspora Ermeni olgusunu biraz daha yakından tanımaya ve kavramaya çalıştık. ABD’de 1 milyon 100 bin Ermeni yaşıyor. Kaliforniya’da bu sayının 700-800 bini; Glendale, Pasadena, Little Armenia başta olmak üzere Los Angeles’te 450-500 bini.
Bunlar, buraya geliş yerlerine göre Lübnan Ermenileri, İran Ermenileri, İstanbul Ermenileri ve Amerikan Ermenileri diye adlandırılıyorlar. Sonuncusu, 1915 öncesi, 1895’teki ilk Ermeni kıyımı döneminde kalkıp buralara gelenler. İstanbul Ermenilerinden kasıt ise, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı iken buraya gelenler. Tümü İstanbul kökenli değil. Bir çoğu Orta Anadolu kökenli.
Ortak vatana hasret
Los Angeles Ermenilerinin bu kesimiyle aramızdaki iletişimin gücü ve güçlü sevecenliğin, bir gün önce Anadolu Kültür Festivali alanında birlikte olduğumuz Vanlı, Mardinli, Ispartalı, Çorumlu vs. vatandaşlarımızla olandan en ufak bir farkı yok. En az o kadar. Memleket insanının, bir tür “gurbetteki sımsıkı dayanışma ve birbirine tutunma hali”.
Çok büyük bir farkı var. Aramızdaki konuşmalarda her an atılan kahkahanın bile ardına gizlenmiş hüzün hali. Anadolu Kültür Festivali alanında Türkiye’den gelen 600 kişi, birkaç gün sonra geldikleri yere geri dönecekler. İstanbul Ermenileri denilen Türkiye Ermenilerinin durumu öyle değil.
Benim Talas’ta geçen dört yılımdan ötürü birbirimizi haliyle hemşeri saydığımız Kayserili Ohannes Kulak Avedikyan’a -1954’de 8 yaşındayken İstanbul’a yerleşmiş- İstanbul’a kaç yıldır gelmediğini soruyorum; “34 yıl” diyor.
“Kalk gel” diyorum. “Gelemem” diyor, “karımı, çocukları gönderiyorum ama ben gelemem. Tüm hayatım, bunca yıldır kurduğum herşey allak bullak olur...”
Nedeni mi? İnsanın yüreğine saplanan cevabı şöyle:
“Çünkü, biliyorum ki, bir gidersem, orada kalırım. Bir yere kımıldayamam artık.”
Vatan hasretinin, vatana bağlılığın bu kadar güzel ifadesi ne olabilir ki?
Yazının Devamını Oku 8 Ekim 2011
Los Angeles ile Türkiye arasında 10 saat fark var. Los Angeles ve Kaliforniya eyaleti, Türkiye’nin 10 saat gerisinde. Los Angeles’e indiğimde yani Kaliforniya eyaletine ayak bastığımda hala 5 Ekim idi. İç dünyamda sadece kendimle paylaştığım bir bilgi ve duygu ile devam ediyordu 5 Ekim günü. Hayatımın en değerli şahsiyetlerinin başında gelen babamı bir 5 Ekim günü kaybetmiştim. Ve, bu 5 Ekim günü Kaliforniye’ya ayak bastığım anda, elimdeki iPhone’dan gelen bilgi ile Steve Jobs’un sonsuza göçtüğünü öğrendim. Kaliforniya’da San Francisco’da 1955 yılında doğan Steve Jobs’un yaşamı, bir 5 Ekim günü Kaliforniya’da Palo Alto’da son bulmuştu.
Ve, ben onun buluşu olan iPhone ile anında öğrendiğim ölümüne dair yazıyı, onun buluşu olan iPad üzerinden gün boyu onunla ilgili haberleri izledikten sonra, yine onun buluşu olan bir MacBook Air markalı bilgisayarda yazıyorum.
Sadece benim değil; onun adlarını bilmediği, ama onun hayatlarına yaptığı katkının farkında olan dünyanın her köşesindeki onmilyonlarca kişi için travmatik bir haberdi Steve Jobs’un ölümü. Her gün isimsiz yüzlerce insanın, savaşta, terör eylemlerinde, doğal felaketlerde, açlık nedeniyle hayatını kaybettiği günümüz dünyasında, onmilyonlarca bireyin yüreğini burkan bir ölüm haberi, Steve Jobs’tan başka herhalde hiçbir bireye nasip olamazdı.
Steve ailemizin ferdiydi
Dünyayı değiştiren ve dolayısıyla insanların hayatını değiştiren akıl almaz, inanılmaz buluşların büyük beyniydi o. Hepimizin büyük dahisiydi. Onmilyonlarca insan için, kendisine derin vefa duyulan bir “aile ferdi”ydi o.
Tam 7 yıl önce pankreas kanseri teşhisi konduğu, birkaç yıl önce karaciğer nakli yapıldığı ve iki ay önce Apple’ın CEO’su sıfatını bıraktığı bilindiği için, Steve’inölüm haberi bir sürpriz olmasa bile, aile mensupları açısından ağırdır ve “zamansız”dır. İşte bu yüzden, Japonya’dan Rusya’ya, Amerika’nın bir başından diğer başına, Kaliforniya’ya kadar onmilyonlarca, belki yüzmilyonlarca insanı sarstı Steve Jobs’un dünyadan ayrılış haberi.
Gün boyu Steve Jobs’un hayat hikayesini defalarca okudum. Televizyon ekranının başında tekrar tekrar dinledim. 1955 yılında Wisconsin Üniversitesi öğrencisi Suriyeli bir Müslüman baba, Abdülfettah Candali’nin ve okul arkadaşı bir Amerikalı genç kızın evlilik dışı çocuğu olarak dünyaya gelmiş Steve Jobs. Doğduğu anda terkedilmiş, ve evlat edinmek isteyen bir aileye kalmış. Onu bebekken alıp büyüten babanın soyadı Jobs, annenin soyadı ise Hagopian. Yani, kökleri Türkiye’ye giden bir kadının ellerinde büyümüş Steve Jobs.
21 yılında Hindistan’da Doğu dinleri ve kültürü ile tanışıp, Zen Budizmi’ne meyletmiş. Budist olarak yaşadı ve öyle öldü Steve Jobs. Hayatının her ayrıntısında, hep farklı olabildiği için, insanlığa sunduklarında da fark yaratabilmiş olmalı.
Büyük devrimci
Doğru dürüst okumamış da. Sıradan bir Portland-Oregon yüksek okuluna ancak altı ay dayanmış ve okulu daha birinci sınıfında terketmiş. Allah’ın seçilmiş kulu sayılması gereken öyle bir dahinin üniversite diplomasına ihtiyacı nedir ki? Nitekim, dünyayı değiştiren buluşlarına çok genç yaşta başlamış. Bilgisayar kullanımına fareyi (mouse) sokan o. Kurucusu olduğu Apple’dan 1985’te 30 yaşındayken atıldıktan sonraki birkaç yıl içinde animasyonu insanların hayatına sokan o.
1996’de Apple’e geri çağrıldıktan sonra 2001’de iPod, 2007’de iPhone ve 2010’da iPadile devrim üzerine devrim yapan buluşların sahibi yine o.
Ya iTunes’a ne demeli. Cd’ler plakları ve kasetleri çoktan tedavülden kaldırmıştı. Steve Jobs’un iTunes’u ile cd’lere de gerek kalmadı. Binlerce müzik parçası, bir sigara paketi büyüklüğündeki iPod’a sığıverdi. iTunes, bütün bir müzik endüstrisinin yapısını değiştirdi, müziğin tüketimini ucuzlattı ve kitleselleştirdi. Apple bilgisayarlarının, iPhone ve iPad’in bütün bir elektronik dünyasını müthiş bir yapısal değişime sokarak, bilginin inanılmaz süratte akışını ve yaygınlığını sağlamış olması gibi.
Steve Jobs, son yüzyılın, bir eşi kolay bulunamayacak tartışmasız en büyük devrimcisiydi.
Buluşlarıyla sadece uluslar, ırklar, dinler arasında ortak paylaşım sağlamakla kalmadı, kuşaklar arasındaki farkları da sildi. iPod’a iTunes’dan müzik yükleyen ilkokul çağındaki çocuk ile iPhone kullanan dedesi arasındaki sınırları kaldıran kişinin adıdır Steve Jobs.
Doğduğu, yaşadığı ve öldüğü Kaliforniya’da, onun “Bilim tarihinde Thomas Edison’dan sonra gelen en büyük mucit”, “Elektroniğin Beethoven’i” diye ve her biri onun yaratıcılığına uygun yaratıcılıkta bir dizi niteleme sıfatlarıyla anıldığına tanık oluyorum. Şu twit’e ne buyurulur: “Without you, Apple is just a fruit!” (Sensiz elma sadece bir meyvadır!)
Kaliforniya’da yetişen Mc Intosh elmasını çok severmiş Steve Jobs. Zihninde tasarladığı ve sürekli estetik harikaları haline gelen bilgisayarlarına elmadan esinlenerek ve araya bir “a” harfi ekleyerek Mac Intosh adını vermiş. Logo, köşesinden ısırılmış bir elma; yani “Apple”, tabii ki.
2008’de bir zarf kalınlığında ve ancak bir kilo ağırlığındaki, akılları durduran dizüstü bllgisayarı MacBook Air’i tasarladı ve piyasaya çıkarttı. Benim bu yazıyı şu anda yazdığım bilgisayar.
2008 sonbaharında, New York’ta 5. Cadde üzerindeki 24 saat arı gibi içinde insan kaynayan Apple mağazasına girdim. MacBook Air almaya kararlıyım.Bilgisayarlardan birinin başına oturdum, genç bir görevliyi çağırdım. Ona, “Bunu alıyorum” dedim, “Ama tümüyle merakımdan kaynaklanan bir sorum var: Sony Vaio marka bir dizüstü bilgisayara sahibim. Çok da memnunum.Bu, MacBook Air’i satın alma kararımı değiştirmeyecek. Sadece Sony Vaio’nun ve MacBook Air’in artıları ve eksilerini karşılaştırmalı olarak öğrenmek istiyorum...”
Apple görevlisi delikanlı neredeyse bir on saniyelik sessizlikten sonra, dayanamadı ve kestirdi attı:“This is Mac” (Bu Mac).
“Bunu Steve Jobs tasarladı. O kadar. Buna bir kelime daha ilave edilmez.” demiş olduğunu derhal anladım. Haklıydı.
iPod, iTunes, iPhone, iPad, Mac’le unutulamaz
Barrack Obama, Steve Jobs’un ardından, “farklı düşünecek kadar cesur, dünyayı değiştirmeye kalkacak kadar cüretli, bunu başaracak kadar yetenekli” dedi. Onun için yapılabilecek en güzel ve isabetli tanımlardan biri.
Steve Jobs’un hastalığını öğrenmesinden bir yıl sonra, bunu açığa vurduğu Stanford Üniversitesi mezuniyet töreninde yaptığı konuşmayı gün boyu televizyon kanallarında defalarca dinledim. Pankreas kanserinden kurtuluşu olmadığını bilen Steve, hayata atılmak üzere olan gençlere, “Ölümü kimse istemez. Cennete gideceğinizi bilseniz bile istemezsiniz. Ama ölüm hepimizin paylaşacağı bir sondur. Size söylebileceğim, tek bir hayatınızın olduğu ve başkalarının hayatını yaşamamanız gerektiğidir” diye seslenmişti. Her bir bireyin kendi rüyasının peşinden cesaretle gitmesini, değişik düşünmesi gerektiğini öneriyordu.
O öyle yaptı. Kendi hayatını yaşadı. Dünyanın her yanında herkesin hayatını, herkesin kendi hayatını yaşayabilmesi için inanılmaz kolaylaştırdı. Her ırka, her halka, her bireye, her yaş grubuna hitap etti. Mac ile, iTunes ile, iPod ile, iPhone ile, iPad ile.
Evet, elma (Apple) onsuz sadece bir meyvadır belki ama kendisini böylesine sürekli üreten bir elma da hiçbir zaman olmayacak. Çünkü, her iPhone’un ekranına telefon çevirmek veya gelen çağrıyı cevaplamak için parmakların her dokunuşunda, Mac’in elma logolu her bilgisayarının tuşlarında parmakların her gezişinde, iPad’in her ele alınışında, müzik yüklemek için iTunes’a her girişte, dünyanın her köşesinde, her an, herkes, her kuşak, kuşaklar boyu Steve Jobs’a şükran duygularını göndermiş olacak.
Toprağın bol olsun, büyük devrimci!
Yazının Devamını Oku 7 Ekim 2011
“PKK’nın manevra alanı genişledi” başlıklı bir yazı gözüme ilişti ANF’ta (Fırat Haber Ajansı) pazar günü.
BDP milletvekillerinin TBMM’de yemin etmesinden, yeni yasama döneminin açılışından yani Kürt sorununa ilişkin şiddet ortamının üstesinden gelinmesi için cılız umutların bir kez daha kıpırdamasından bir gün sonra.
İmza, tabii ki, takma imza. Takma imzanın kim olduğuna dair, Taraf gazetesinde önceki gün polis kaynaklı olduğu besbelli bilgiye ulaştık. Emre Uslu, şöyle yazmıştı: “Bu analizi yapan yazar Yusuf Ziyad’ın PKK’nin medya sorumlusu, Ergenekon sanıklarından Güler Kömürcü’nün haber kaynağı olan birisi olduğu ve özellikle Kürt medyasında Kürt-Şii ittifakını destekler tezler yazdığı, Cemil Bayık’a yakın bir çizgide durduğu düşünülürse önümüzdeki günler fena halde karışık demektir. Bu arada Ergenekon çizgisindeki yayın organlarının İran-Suriye blokuna yakın yayınlar yaptıklarını adeta Esad rejiminin Türkiye’deki sesi olduğunu söylememe gerek yok sanırım.”
Bizde söz konusu olan polis bilgisi olunca ne kadarı doğrudur, ne kadarı yanlıştır, ne kadarı bilinçli olarak yanlış, yani belirli amaçları elde etmek için yayılan “dezenformasyon”dur, bilemezsiniz.
Çok sağlam kaynaklı havası yayılarak ortaya saçılan nice bilginin düpedüz dezenformasyon olduğunun sayısız örneklerini biliyoruz. Bu nedenle, Kürt siyasi hareketini, bilinçli biçimde karalamaya ve gözden düşürmeye yönelik olduğu besbelli olan “Ergenekon-PKK denklemi” kurmaya uygun bilgileri esas almıyoruz. Doğru bilginin dezonformasyonla yer değiştirdiği durumları sezebiliyoruz.
O nedenle, birkaç gün önce “PKK’nın manevra alanı genişledi” başlıklı değerlendirmeyi okuduğumda, “mesaj” alınmıştı. Ne dendiğini anlamak ve anlatmak için, polis raporlarına ihtiyaç yok.
PKK, İran ve Suriye ile ele ele mi?
Sözü edilen yazıda “... Türkiye cephesinde Erdoğan ve AKP hükümetine karşı muhalefet yapacak ciddi bir güç yokken Kürdistan ayağında ise AKP devletinin tüm politikalarını deşifre edecek çok güçlü bir hareket söz konusudur. O da Kürt özgürlük hareketi olan PKK’dir” deniliyor ve Tayyip Erdoğan’ın PKK’yı tümden imha etmek amaçlı çeşitli “ayaklar”a dayanan bir strateji izlediğini iddia ediliyor.
Yazının Devamını Oku 4 Ekim 2011
Kasrı Kanco-Mardin, 9 Eylül 2009
“Yanıbaşımızdaki düzlükler bir yandan almış başını Suriye’ye, bir yandan Kızıltepe’ye, bir yandan da Viranşehir’e doğru uzanıyor. Bir yanımızdan hafif hafif Derik’e yükseliyor. 19. yüzyıl yapımı dedesinden kalma taş konağın geniş terasında, Ahmet Türk’le sohbete koyulmuşuz.
Az önce Eruh’tan çatışma haberleri geldi. Nasıl duracak bu kan? Eller tetikten bir daha dokunmamak üzere ne zaman, nasıl çekilecek?
Kasrı Kanco’dan Mardin’e vuruyoruz kendimizi. Büyük Mardin Oteli’nin geniş bahçesinde sohbete devam. Aşağımızda Mezopotamya’nın ışıkları karanlıkta bize göz kırpıyor. Omuz başından bir bakış fırlattığımızda soluk sarı ışıklarıyla eski Mardin paha biçilmez bir gerdanlık gibi gecenin boynuna dolanmış. Avuçlarımızı açsak, gökten yıldız toplayacağız sanki.
Masanın bir başında Sırrı Sakık, az ötede Bengi Yıldız, aramızda Celal Talabani’nin Ankara Temsilcisi, ortamızda Ahmet Türk. Onlar sabahın erken saatinde Habur, oradan Erbil, Süleymaniye yoluna düşecekler. Biz daha da erkenden.Çünkü Van yolundan sapıp Siirt üzerinden Eruh’a gideceğiz. Gerisin geri dönüp, gece Van’da olmalıyız. Daha ertesi gün, ver elini Yüksekova ve Şemdinli.
Kalkmak mümkün değil. Konu, “perde arkası”nı konuşmaya gelip dayanmış, Ahmet Türk ile Tayyip Erdoğan gerçekte ne konuştular?
Ahmet Türk, giriyor konuya girmesine ama uyarıda bulunmayı ihmal etmiyor, ‘Siz gazetecisiniz. Bu gece konuştuklarımız burada kalsın...’
‘Buna kesin garanti veririm’ diyorum, ‘Ama bu gece konuştuklarımızın birkaç yıl sonra Hasan Cemal’in bir kitabında kesinlikle yayınlanacağının garantisini de veririm. Hasan, bu gece işittiklerini otelde odasına çekildiğinde, unutmamak için mutlaka not edecek ki, birkaç yıl sonra bir kitabında kullanabilsin.’”
Yazının Devamını Oku 1 Ekim 2011
TBMM, yeni yasama dönemine bugün Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün çok önem verdiğine ilişkin sinyaller gönderdiği konuşmasıyla ve BDP’li olarak giriyor. Vakit geçirmeden yeni anayasa çalışmasına girişeceği anlaşılan TBMM’nin önümüzdeki yasama dönemi bu nedenle “tarihi” olmaya aday.
TBMM’nin yeni anayasa yapmak için kollarını sıvayacağı yasama dönemine BDP’li olarak girecek olması herşeyden önemli. Çünkü, BDP’nin herhangi bir düzeyde katılmadığı bir anayasa, Türkiye’nin içinde bulunduğumuz yılları itibarıyla anayasa olmazdı.
Bu bakımdan, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın önceki gün Makedonya yoluna çıkarken, yeni anayasa çalışmalarında “BDP ile randevulaşılacağı”na dair “büyük uzlaşma kapıları”na aralayan açıklaması da umut verici bir başlangıç olarak görülebilir.
Bununla birlikte, BDP’nin TBMM’ye dönüşü “mutlu ufuklar”ın garantisini kendiliğinden sağlamıyor. Henüz son derece kritik bir zaman dilimindeyiz. Zira, “Kirli savaş”ın vicdanları isyana zorlayan kalleş cinayetler silsilesi halinde can alması ve geniş bir coğrafi alanda her gün dökülen kanların haberleri gelmeye devam ediyor.
Böylesine bir kritik zaman diliminde, kan akmasının önüne geçilmez biçimde devam etmemesi için hem iktidar partisi Ak Parti’ye ve hem de BDP’ye olağanüstü sorumluluklar düşüyor.
Her iki partinin temsilcilerinin dillerine dikkat etmeleri ve aralarında zorunlu diyalogu incelikle oluşturmaları gerekiyor. Aksi her davranışın, toplumu içinden yırtan ve parçalayan cenazeler halinde gündemi kaplamasının vebalidir.
Kanlı yaz geride kalmalı
Bugün gelinmiş olan nokta, bizim için çok şaşırtıcı bir manzara değil. Bunun böyle olacağını Temmuz ayı boyunca, “kırılma noktası” olarak kimilerinin nitelediği 15 Temmuz Silvan olayından önce de, sonra da yazmıştık.
12 Temmuz’da “.. BDP’nin TBMM’de yerini almama tavrını uzatması, ‘alternatifi’nin devreye girmesi için uygun bir zemin oluşturacaktır.Yani, ‘devrimci halk savaşı’ diye ifade edilen ’şiddet sarmalı’na geri dönüş ve bunun tırmanışına” demiştik.
Ertesi gün, “... BDP’nin tatile girmek üzere olan Meclis’e gelmemesinin tek bir anlamı olacak: Sonbahara kadar şiddet tırmanışının öncelik kazanması.”
Birkaç gün –ve Silvan’dan- sonra “TBMM’nin yaz tatiline ‘şiddet mesaisi’ne yol açacak biçimde girmesinde hiç kimsenin çıkarı yok. Ne Ak Parti’nin, ne BDP’nin.”
Öyle olmadı mı?
Varılan nokta, iki buçuk ay önce altını çizdiğimiz muhtemel gelişmelerin gerçekleştiğini kanıtlamadı mı?
O günlerde şöyle de yazmıştık: “BDP, ‘TBMM boykotu’na ilanihaye devam ile varlık nedenini iptal etmiş olacak. TBMM’ye döndüğünde ise capcanlı biçimde yasama alanına girmeyi tercih edecek.”
Sonbahar başladı. BDP, varlık nedenini iptal edmeden, TBMM’ye ve böylece “capcanlı biçimde yasama alanına girmeyi” tercih etti.
Bu imkan değerlendirilmek ve beslenmek zorundadır. BDP’ye İmralı ve Kandil üzerinden dayak atmak için fırsat kollamak yerine, Kürt siyasi hareketinin, “şiddeti terkederek” meşru siyaset zemininde temsil edilmesi ve yer alabilmesi için BDP’nin siyaset sahnesindeki “rol alanı”nı genişletmek, en az kendisi kadar hükümetin ve iktidar partisinin yükümlülüğündedir.
Sıra şiddete son vermekte
Peki, şiddet nasıl durdurulacak?“Devrimci halk savaşı”nı başlatan PKK’nın “dağdaki merkezi” olduğuna göre –yaygın kanaat böyle- ve söz konusu unsurlar “devrimci halk savaşı” adı altındaki şiddet tırmanışını, seçimlerden sonra yürürlüğe konmak üzere, 12 Haziran seçimlerinden önce ve seçim sonuçlarından etkilenmeyecek bir şekilde kararlaştırmış olduğuna göre, bu kararını değiştirmesi için ortada ne sebep görünüyor?
Bir yandan da, sınır boylarındaki askeri hareketlilik, yaylaların boşaltılması ve sınır ötesinde kesintisiz devam eden hava bombardımanlarını göz önüne alırsak, “kirli savaş”ın içinde bulunduğumuz aşamasına nasıl nokta koyulacak?
Bu, cevabı basit olmayan bir soru. Ancak, BDP’nin TBMM çalışmalarına katılması ile “şiddet tırmanışı” arasında bir bağ varsa –ki var- BDP’nin TBMM’ye dönme kararını, PKK’nın “dağdaki merkezi”nden bu yönde gelen bir sinyal olarak düşünmek ve yorumlamak da mümkündür.
Nasıl, BDP’nin yazbaşında TBMM’yi boykot kararı ile yaz aylarında şiddetin tırmanacağı arasında, sonuçları itibarıyla kanıtlanmış olan bir irtibat söz konusuysa, tersini de düşünebiliriz.
BDP’nin TBMM’ye dönmesini, PKK’nın ellerini tetikten çekme eğiliminin öne çıkması olarak da görebiliriz.
“Savaş” kararının alındığı bir ortamda, yaz başında, “dağ”dan BDP’ye “TBMM’ye gitmeyeceksiniz” mesajı gönderildiği takdirde, BDP’nin “Hayır, biz gidiyoruz” tavrı ortaya koymasını beklemek gerçekçi değildi.
Sonbahar başında ise. TBMM’ye dönüş konusunda bizzat Murat Karayılan tarafından kamuoyuna yapılan açıklamada, karar, BDP’ye bırakıldı. BDP de bunu “TBMM’ye gidiyoruz” olarak doğru biçimde değerlendirdi. Karar, BDP’ye bırakılmış da olsa, kararın bu şekilde BDP’ye bırakılmış olması, zaten Kandil ibresinin, BDP’nin TBMM’ye dönmesine doğru eğik durduğu şeklinde anlaşılmaya uygundu.
Silahların susturulması
Bundan sonraki aşama, kaçınılmaz olarak, silahların susturulması olacaktır. Kan gövdeyi götürürken, Kürt siyasi hareketinin “TBMM’de rehin”bölümü gibi ya da aynı şekilde şiddetin gölgesinde “TBMM’yi rehin almış” gözüken bir BDP ile yol alınamaz.
Silahların susturulmasında kullanılacak mekanizmalar olması ve bunların çalıştırılması gerekiyor. Bunların bir kısmı, sessizce yapılabilir. Ama, BDP’nin yasama faaliyetine ve yeni anayasa yapımına katılımı kadar, bu yönde de rol alması mümkündür. Böyle bir rol için kendilerini hazırlamalıdırlar, diğer siyasi partiler ve kamuoyu da BDP’yi bu yönde teşvik etmeliler.
Bunların yanısıra İmralı kapılarının da artık açılması gerekli. Aynı şekilde, MİT-PKK kasetinin açıklanmasıyla varolduğu ve üstelik bir hayli yol alınmış olduğu anlaşılan temasların yeniden canlandırılması da gerekli.
Hiçbir zorluk, Türkiye’nin herhangi bir santimetrekaresinde dökülen masum kanlarını durdurmaktan daha önemli, daha aşılmaz bir engel değildir.
TBMM’nin yeni yasama dönemine başlaması, yeni umutların doğumuna eşlik etmelidir.
Yazının Devamını Oku 30 Eylül 2011
Aylardır BDP’nin Meclis’e dönmesi için yaygın bir talep söz konusuydu. Toplumun her kesiminden, özellikle Türk kamuoyundan. Hak arama yolu olarak şiddete karşı olanlar ya da şiddettin bir siyaset aracı olmaktan çıkarılmasını savunanlar, siyasetin adresi olarak Ankara’yı ve TBMM çatısının altını gösteriyorlardı.
Üstelik, yeni anayasa yapımının özellikle Kürt sorununa bir çözüm çerçevesi sunması ihtimalinden umutlu olanlar, bu hedefe ulaşmak için BDP’nin TBMM’deki varlığını neredeyse bir “olmazsa olmaz” şart olarak değerlendiriyorlardı.
Bu yönleriyle BDP’nin yarın TBMM açılışında yerini alacak olması, yaz aylarının kanlı spazmından çıkabilme umudu olarak da kamuoyunda belirgin bir “ferahlık” yarattı.
Ancak, BDP’nin işi, bundan üç ay öncesinden çok daha zor hale geldi. Bir yandan yeni anayasa çalışmalarında Kürtlerin taleplerini, büyük bir dirençle karşılaşması muhtemel bir şekilde Meclis’e taşıyacak; diğer yandan da PKK’nin “devrimci halk savaşı” adını verdikleri terör dalgasını tersine çevirmesi onlardan beklenecek.
Sahnenin önünde onlar dikileceği için günlük tartışmalar ve polemiklerde şiddetin aldığı canların, akıtılan kanların hedef tahtasına onlar oturtulacak.
BDP’nin mevcut hali ve yapısıyla omuzlarına yığılan bu ağır yükü kaldırabilmesi çok güç.
Burada, başta iktidar partisine ve hükümete, BDP’nin işini kolaylaştırmak bakımından ağır sorumluluklar düşüyor. Şu gelinen noktada Başbakan’ın da, Hükümet Sözcüsü’nün de, Ak Parti Grup Başkan Vekili’nin de kullandığı dil, pek sorumlu dil gibi çalınmıyor kulaklara.
Türkiye Kürtlerini BDP temsil ediyor
Yazının Devamını Oku 28 Eylül 2011
BBC Türkçe servisinin internet sitesinde “Diyarbakır’dan Türkiye Gündemine Bakış” başlıklı Kumru Başer imzalı yazıyı herkesin okumasında yarar var. Londra’da yaşayan, meslek ölçülerini BBC’de edinmiş bir Türk gazetecisinin gözlemleri. Yazının şu bölümü özellikle üzerinde durulmaya değer:
“Peki çatışmaların tırmanması ve şehirlere sıçraması, ölümlerin artması ne anlama geliyor? Nereye gidiliyor?
Bu artık bu işin çözümünden herkesin umudunu kestiği ve örneğin ‘90’lara dönüleceği’ anlamına mı geliyor, yoksa sessizlikten önceki büyük fırtına mı yaşanıyor?
Diyarbakır’da ikinci görüş ağırlıkta. Konuştuğum istisnasız herkes, çözüm öncesi bir fırtına yaşandığını düşünüyor.
‘Hükümet PKK’siz çözüme karar kılmış olamaz mı, bazı hükümete yakın köşe yazarlarının ifade ettiği gibi’ sorusuna orta yaşlı bir eczacı şu yanıtı verdi:
‘Ankara’dan bakıp burayı okuyamazsınız. 90’larda PKK ile halkı ayırabilirdiniz, halk lojistik destek veriyor, sempati duyuyordu ama PKK’nın kendisi değildi. Aradan 30 bin ölü geçti. Bu 30 bin ölü 10 şehirden çıktı. Bir hesaplayın, herkesin cenazesi var. Artık PKK ile bölge halkını ayırmak mümkün değil.’”
Hadise budur. Aylardır anlatmak istediğimiz de budur. Bizim meslek ortamı ile Ankara’daki siyaset sınıfının, hatta hükümet çevrelerinin de sürekli kendilerini kaptırdıkları “optik hata” da budur; yani, bunun öyle olduğunu görmeme hali.
Ankara’daki karar verici ile başta İstanbul, “kanaat önderleri aşireti”nin önemli bölümü, PKK’yı İmralı+Kandil’deki birkaç isimden oluşan ve peşine bazı “aldatılmış gençleri” takan bir terör örgütünden ibaret sanıyorlar.
Bakış böyle olunca, örgüt ile bölgedeki “Kürt kardeşlerimiz” arasındaki bağı kesersen, bir-iki de reform ve demokratikleşme; virajı döneriz sanılıyor.
Öyle değil. 1990’lı yıllardan bu yana “aradan geçen 30 bin ölü”, bu ölülerin çıktığı 10 şehir, bu arada binlerce tutuklu, en azından daha çocuk yaşta gözaltını yaşamış onbinlerce kişi ile bölgede bir “ruh hali” oluştu. PKK diye hergün bu “ruh hali” ile çatışmaya kalkarsanız, işin içinden de çıkamazsınıs; çıkılmıyor da zaten.
Mevcut politika kimin işine yarıyor?
O nedenle ne yapıp yapıp, “şiddet iklimi”ni ortadan kalırmak, “şiddet ortamı”nı besleyen bulutları dağıtmak zorundasınız.
Denilecek ki, “Şiddete PKK başvuruyor.” Doğru. PKK zaten şiddeti siyaset aracı kılan bir örgüt olarak ortaya çıktı. 27 yıldır da çarpışıyor. Eline silah alanların sayısı, zaman içinde çok arttı. 1990’lardaki sayısının altına hiç düşmedi. Şu anda eline silah almaya gönüllü tahminlerin ötesinde Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı Kürt genci var.
Ama bir yandan da, PKK’nın elindeki silahlardan vazgeçmesi için onunla görüşmeler yapıldı. MİT-PKK kasedinin ortaya saçılmasında asıl şaşırtıcı olan, böyle bir görüşmenin yapılmış olması değil, görüşmenin içeriği. Çok kişinin tahmin edebileceğinden çok öteye gidilmiş o görüşmede. Üstelik, o görüşme birçok gözlemci için, çözüm sürecinin tepe taplak olduğu, ters yöne ilerlediği ve dolayısıyla bir “milat” olarak kabul gören Habur 2009’dan sonra gerçekleşmiş.
O görüşmeden önce birçok görüşme olduğu gibi, daha önceki görüşmelerden daha derinlikli ve sayısı daha fazla görüşmenin daha sonra, şunun şurasında iki-üç ay öncesine dek yapıldığını da biliyoruz.
Görüşmelerin kesilmesinden sonraki manzara ise ortada. Bugün geldiğimiz kanlı fotoğraf.
Bütün bunlardan yapacağımız çıkarsama nedir?
PKK’nin içinde –tıpkı Türk kamuoyunda olduğu gibi- iki ana çizginin varolduğu. Biri müzakereler yoluyla çözüm arayışından yana; diğeri ise “devrimci halk savaşı” dedikleri yol ile ve büyük ihtimalle bazı bölge ülkeleriyle içli-dışlı Türkiye’de terör ortamını beslemekten yana.
Ne yapmalısınız?
Birinci çizgiyi güçlendirmek, ikincisini zayıflatmak zorundasınız.
Görüşmeleri kestiğiniz noktada, ikincisine “kan bağışı”ndan bulunmuş oluyorsunuz. Birincisine meyletmiş olduğu bilinen Abdullah Öcalan’ın dış dünya ile temasını kesmekle, ikincisini örgüt kadroları nezdinde güçlendirmiş oluyorsunuz.
PKK’yı bitirebilecek misiniz?
Şu soruyu da sürekli olarak sormak durumundasınız:
PKK’yi “askeri yöntemler”le bitirebilmek, kesin yenilgiye uğratmak mümkün müdür?
Buna “evet” cevabını verdiğiniz anda, İsrail’in kapısını Heron, ABD’nin kapısını Predator uçakları için çalacaksınız, özel sınır birliklerinin eğitiminden ve onların sınıra yerleştirilmesinden, Kandil’e hergün Diyarbakır’dan bombardıman uçağı kaldırmaktan, Türkiye-Irak sınırı üzerinden her saat karşı tarafa top mermisi yağdırmaktan, o “10 şehirde” her hafta yeni tutuklama dalgalarından medet ummak zorundasınız.
“Devrimci halk savaş”çılarının istediği tam da budur.
Onlara ağır kayıplar da verdirebilirsiniz. Ama, PKK’daki “müzakerelerle çözüm” yanlısı çizgiyi ise komaya sokarsınız. Özellikle bölge halkındaki “PKK’lı ruh hali” ise ortadan kalkmaz.
BDP’ye ise herhangi bir rol bırakmamış olursunuz.
Oysa, BDP, 3 milyona yakın seçmenin iradesiyle bölgenin sesini, isteklerini, soruna çözüm önerilerini –bunlardan hoşlanmıyor olsanız bile- Ankara’ya duyurmak için seçildi.
“Dağ”ın savaşçı olarak onlara ihtiyacı yok. Onlara, “savaş dışı” dil geliştirmek için, PKK içindeki “birinci çizgi”nin doğrultusunda Ankara’da konuşmaları için tüm Türkiye’de ihtiyaç var.
İktidarın yerine getirmesi gereken üç husus ise şunlar:
1. Abdullah Öcalan’a tecriti kaldırın;
2. Müzakereleri canlandırın;
3. BDP’ye rol alabilecekleri bir sahne açın.
PKK’yi yeniden “eylemsizlik”e yönlendirmek, elleri tetikten çektirmek, kanı durdurmak ve sonuç olarak “devrimci halk savaş”çılarını zayıflatmak için bunları yapmak gerekiyor.
İmam’a kızıp oruç bozulamayacağı gibi, PKK içinde silahlı mücadeleden başka gözü hiçbir şey görmeyen, iflah olmaz “şahinler” var diye, siyasi ve barışçıl çözüm için, ne kadar zor olursa olsun, siyasi iradeyi terkedemezsiniz. “PKK’sız çözüm”le silahlar susturulamayacak.
Bu gerçeği herkes içine sindirmeli. Nedeni yazının başındaki bölümde.
Ve, BDP de işte bütün bu nedenlerden ötürü bugün TBMM’ye dönme kararı almalıdır.
Yazının Devamını Oku