26 Ekim 2011
Ölüm ve ölü rakamları yarışıyor. Bilmiyorum dikkat eden oldu mu, dünkü gazetelerde iki “resmi” açıklamada ölü rakamı verilmişti. Biri, Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay’ın Van-Erciş depreminde hayatını kaybeden vatandaşlarımıza ilişkin verdiği rakamdı: 279 kişi.
Diğeri Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Necdet Özel’in son günlerde PKK’lılara yönelik harekatta öldürülenlerin sayısına ilişkindi. Orgeneral Özel, bazı istihbarat duyumlarına göre, öldürülen PKK’lıların sayısını 270 dolayında olarak verdi.
Bu rakamlar dün tırmandı. Van-Erciş depreminde ölü sayısı önce 366’ya yükseldi, akşam saatlerine doğru 432’ye. Yaralı sayısı da 1352’ye.
Bu rakamın önümüzdeki günlerde daha da yükselmesinden korkuluyor.
Öldürülen PKK’lı sayısında da hatırı sayılır bir fırlama oldu. Doğrulanmamakla birlikte, Irak’taki BBC muhabiri 1400 PKK’lının öldürülmüş olduğunu ileri sürdü. Bu gidişle, askeri harekatın PKK’yı bitireceği kehanetinde de bulundu.
Söz konusu rakam, yaklaşık PKK’nın silahlı güçlerinin dörtte birini buluyor.
Van’ın çifte gözyaşları
Van-Erciş depreminde hayatını kaybeden vatandaşlarımız arasında, asker yakınları, askerden henüz dönmüş olanlar, askerlik çağında bulunanlar, gencecik öğretmenler, küçücük Kuran kursu öğrencileri, Van ve Erciş’in sıradan insanları, yani Kürt vatandaşlarımız yer alıyor.
Bu ne demek?
Yazının Devamını Oku 25 Ekim 2011
Türkiye, Hakkari’nin Çukurca’sı ve Bitlis’in Norşin’inde acımasız kurşunlara feda ettiği evlatlarının vicdanında açtığı yara kabuk bağlamamışken, aynı bölgeden, Van’dan gelen ve yüzlerce can alan deprem haberiyle sarsıldı. Bütün ülke, devlet kurumları ve yerel yönetimlerle birlikte anında seferber oldu. Van ve Erciş’in acısını sarmak, paylaşmak için Doğu’dan Batı’ya seferber oldu. Başbakan, büyük felaketten birkaç saat sonra Van ve Erciş’teydi.
Bütün ülkenin odaklandığı Van depremi, Kürt sorununda barışçıl çözümü hançerleyen son günlerin şiddet olaylarının insan ruhunda yol açtığı karamsarlık ve bezginlik duygularının üzerine yürekleri daha da dağlayan bir karabasan gibi indi.
Van ahalisinin çok büyük bölümü Kürt. Şunun şurasında dört ay önce yapılan seçimlerde Van’da BDP’li bağımsız adaylara giden toplam oy sayısı yüzde 48.5. İktidar partisinin, Ak Parti’nin oyları ise yüzde 40. Depremin en şiddetle vurduğu ve can aldığı Erciş’te ise Ak Parti yüzde 47.2, BDP ise yüzde 41.5.
Deprem ayrım yapmıyor
Yani, Ak Parti ile BDP’nin oy oranları birbirine çok yakın. Yaşamını yitiren Van’lı ve Erciş’li vatandaşlarımıza deprem, hangi partiye oy verdiğini sormadan canların aldı ve ocaklarını başlarına yıktı.
Depremle birlikte, bir “Van aşığı” olduğunu gayet iyi bildiğim Van Valisi ile yani devletin Van’daki temsilcisiyle Van halkının seçtiği Belediye Başkanı, saniye sektirmeden yapılması gerekenleri yapmak için kolları sıvadılar. Aynı şekilde, Başbakan ve bakanlar ile tüm siyasi partiler arasında Van halkının desteğine en fazla mazhar olan BDP’liler Van’a, halka yardım için koştular.
Depremden daha 24 saat önce, Van halkını kucaklamaya koşanlar, siyaset sahnesinde birbirlerine girmişler, birbirlerine en ağır şekilde yükleniyor, sert bir polemik yürütüyorlardı.
Başbakan, “Milletimiz BDP’yi asla affetmeyecektir” diyebiliyordu. Oysa, “milletimizin” Van’daki bölümünün en büyük hissesi, BDP’li. Onlar açısından BDP’yi “affetmek” gibi bir sorun yoktu ve olmamıştı.
Çukurca ve Bitlis’te yitirilen askerler ve polislere karşılık, Hakkari il sınırları içinde yürütülen operasyonlarda “49 terörist”in öldürüldüğü açıklandı. Van şehir merkezinde toplam nüfusun yüzde 30-35’i Hakkari’li. Oraya Hakkari’den göç etmiş vatandaşlar. Hakkari’liler, Van’lıların en büyük bölümünü oluşturuyorlar. Bugünlerde “Van’lılar” dendiği vakit, eş anlamlı olarak “Hakkari’liler” de anlaşılabilir.
Acaba, Hakkari il sınırları içinde öldürülen “49 terörist” içinde “Hakkari’li” var mı? Ya da deprem felaketi ile hayatını kaybetmiş olanlar içinde onlardan bazılarının akrabaları, hısımları?
Deprem, büyük felaket. 1999 depremini yaşamış olanlar, yer sallanmaya ve toprağın altından müthiş bir uğultunun kulakları doldurduğu anda, insanoğlunun doğa veya bir başka deyimle “İlahi güç” karşısında ne kadar aciz kaldığını yaşayanlar bilir. Öyle bir anda, öylesine bir felaketle karşılaşıldığında siyaset ve siyasetle birlikte gelen tüm çekişmeler anlamını bir anda yitiriverir.
Acaba, Van depremi, siyaset aktörleri için bir “İlahi mesaj” olarak algılanacak mıdır?
İnsanoğlu, büyük felaketlerle, doğal afetlerle haliyle sarsılır. Ama, o felaketlere, afetlere hedef olanları doğrudan tanıyorsanız, onun etkisi, travması başka türlü olur. “Ateş düştüğü yeri yakar” misali.
Bir “Van’lı”nın duyguları
Van, benim için öyledir. Ülkenin doğusundaki ilk göz ağrım. Tam 40 yıl önce tanıştık, yıllar içinde o tanışıklık öyle bir pekişti ki, kendimi bir nebze “Van’lı” hisseder oldum.
Şunun şurasında iki hafta önce, bizleri Los Angeles’a taşıyan büyük uçakta Van’lılarla birlikte seyahat ettik. Hasret giderdik. Yeni davetler aldık. Ertesi gün, Anadolu Kültür Festivali’nde ayağımızı ilk bastığımız yer Van pavyonuydu. Hep birlikte “Van halayı” çektik. Van’lı dostlarımız her zamanki yüce gönüllükleriyle Van’dan getirdiklerini bizlere sundular.
Van depremini işitince, gözlerimin önüne Van’ın güzel, sevgili insanları geldi. Acaba ne durumdaydılar? Hayatta mıydılar?
Yaşam ufkuyla yakından ilgilendiğimiz bir küçük kızı aradık. Çöken yurt, onun kaldığı öğrenci yurdu muydu? Allah’a şükür, hayattaydı. İlgilendiğimizi öğrenen ailesi, adresimizin peşine düştü. İlgimize duydukları şükranla, öylesine bir felaket gününde bize hediye gönderme telaşına girişmişlerdi.
Van’lılar böyle insanlardır. Görülmemiş ölçüde yüce gönüllüdürler.
Bundan bir yıl önce, Akhtamar Kilisesi’nde ilk kez ayin yapılacağı açıklandığı vakit, dünyanın her köşesinden Van’a gelebilecek Ermeniler için, Van’lılar evlerini açacaklarını ve gelenleri konuk edeceklerini ilan etmişlerdi.
Van’lılar, görülmemiş ölçüde yüce gönüllüdürler.
Van’daki büyük felaket, insan olarak –herkes gibi- bizi sarsmanın ötesinde “büyük ailemizi” vurduğu için özellikle yüreğimizi dağladı.
Siyasetçilere deprem dersi
Van depreminin insan ruhunu yaralamasının ötesinde, zihinlerde bırakması gereken büyük bir ders olmalı. Bu dersi siyasiler almak zorunda. Soruna taraf olan, şiddeti bir siyaset aracı olarak kullanarak can almayı düşünen her kim varsa, onlar, Van depreminden büyük ders almalı.
Kendilerine sormalılar:
Van depremi, insanlara siyasi kimliğini sormadan eşit muamele yaptığına, tüm ülke Van için seferber olabildiğine göre, karşılıklı silah sıkmanın, Adana’lı, Konya’lı, Balıkesir’li, Edirne’li, Hakkari’li, Şırnak’lı, Bitlis’li, Batman’lı öldürmenin alemi nedir?
Kendilerine sormalılar:
Van depremi, acaba çözüm için bir “İlahi mesaj” mıdır?
Yazının Devamını Oku 21 Ekim 2011
Genelkurmay, 5 noktadan 22 tabur gücündeki bir askeri güç ile Kuzey Irak topraklarına girildiğini açıkladı. Açıklamadan birkaç saat sonra PKK’nın askeri gücü HPG tarafından yapılan bir açıklamada “henüz girilmemiş olduğu” öne sürüldü.
22 taburluk bir kuvvet ortalama 10 bin kişi demek. Bu kadarlık bir silahlı gücün hava kuvveti desteğinde gizlenmesi mümkün olamayacağına göre, Kuzey Irak topraklarında askeri harekatın başlamış olduğuna hükmedebiliriz.
Harekatın kapsamı, boyutları ve nihai hedefine dair bir şey bilmiyoruz. Başbakan Tayyip Erdoğan da medya yöneticileriyle yaptığı görüşmeden sonra düzenlediği basın toplantısında “Müsaade ederseniz detaylara girmeyelim” dedi. Başbakan, dün Ankara’ya gelen Neçirvan Barzani ile görüşeceğini, Mesut Barzani’nin de en kısa zamanda geleceğini açıklayarak, Mesut Barzani ile “peşmergelerle ortak operasyon yapmak istediğimizi” bildirdi.
Operasyon ile “tampon bölge” kurulmasının hedef alınıp alınmadığı sorusuna ise “Bunlar yanlış şeyler. Ben birliktelikten bahsediyorum. Irak’la beraber yürütülecek operasyondan bahsediyorum. Daha önce kurulmuş üçlü mekanizmamız var. Sayın Obama ile de (önceki gece) bunu konuştuk. Üçlü mekanizma burada çalışacaktır, çalışmaktadır. Türkiye’de buradaki kararlılığını sürdürmektedir” cevabı verdi.
Neçirvan Barzani Ankara’da, Mesut Barzani ise Erbil’de, PKK’nın adını ağzına almadan “asıl Kürt halkına zarar vermek”le nitelediği “bir silahlı grup”tan söz ederek, alışılmadık sertlikte açıklamalar yaptılar.
Bütün bunlardan ne sonuç çıkartmalıyız?
Tayyip Erdoğan’ın “intihar ettiğini” belirttiği PKK’nın “sonunun başlangıcı”ndan söz edebilir miyiz?
Ya da PKK’nın Türkiye’nin amacı olarak bir süredir sözünü ettiği “Sri Lanka Modeli”nin gerçekleşeceğinden, yani “Tamil Kaplanları” adlı silahlı kuruluşun ortadan kaldırıldığı büyük operasyonun bu kez PKK için geçerli olacağından söz etmek gerekiyor mu?
Son kara harekatının farkı
Yazının Devamını Oku 20 Ekim 2011
PKK’nın silahlı mücadeleyi başlattığı 1984 tarihinden bu yana dün gerçekleştirdiği saldırı en yüksek asker kaybına yol açan saldırılar sicilinde dördüncü sırada.
Dolayısıyla ve doğal olarak, ülkede müthiş bir travmaya yol açtı. Başbakan Kazakistan, Dışişleri Bakanı, benim de katılacak olduğum, Sırbistan ziyaretlerini iptal etti. Başbakanlık’ta olağanüstü toplantı yapıldı. Görünen o ki, bir yanıyla Türk devlet sistemi hızlı ve gerekli bir refleks ortaya koyacak bir duyarlılığa ve organizasyona sahip; diğer bir yanıyla da PKK, spektaküler bir eylemle Türk devlet sisteminin işleyişini askıya alabilecek bir etkiye sahip.
Nitekim, gün boyu, kamuoyu öfkesini akıl sınırlarının dışına taşırarak ifade eden sayısız televizyon yorumu, sosyal medyada ortaya konulan açıklamaları ve önerileri izledim.
Çukurca’daki PKK saldırısı duyulur duyulmaz, ilk tepkiyi Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, kendisinden pek alışılmamış kuvvette sözcüklerle dile getirmişti. Örgüte hitaben “çektirdikleri acının “kendilerine misliyle çektirileceği”ni vurgulayan, “intikam” sözünü ilk kez telaffuz ettiği bir açıklama yaptı.
Esas beklenen, Başbakanlık’taki zirvenin ardından Başbakan Tayyip Erdoğan’ın beklenen açıklamasıydı. O ana kadar, Kuzey Irak’a girmekten, orada yerleşip tampon bölge kurmaktan, Kandil’e Türk bayrağını dikmekten söz eden nice öneri havalarda uçuşuyordu.
Öylesine bir atmosfer için Başbakan’ın yapacağı açıklama çok özel bir önem ve anlam kazanmıştı. Kendi payıma, Başbakan’ı dikkatle dinledikten sonra, Başbakan’ın, esas olarak, “sorumluluğunun idrakinde” bir açıklama yaptığını düşünüyorum.
Konuşmanın iki önemli noktası
Tayyip Erdoğan’ın açıklamasında, bence, iki nokta özellikle dikkatimi çekti ve o nedenle açıklamayı sorumlu buldum:
1. Başbakan, PKK’nın bazı ülkelerin maşası olarak hareket etmekte olduğunu gayet anlaşılır bir ima ile dile getirdi. Olan-biteni geniş ekrandan izlemeyi bilenler, Tayyip Erdoğan’ın adını vermeden, Suriye ile İran’ı ima etmiş olduğu hükmüne kolayca varırlar. Varan hayli kişi olduğunu Twitter’da gördüm de.
Yazının Devamını Oku 19 Ekim 2011
Fotoğraflardan biri yurtdışından. İspanya’dan.Bask bölgesinin güzel şehri San Sebastian’da çekilmiş. Bir kürsü. Soldan sağa Jonathan Powell, Pierre Joxe, Kofi Annan, Gro Harlem Bruntland, Bertie Ahern, Gerry Adams. Jonathan Powell son aylarda birkaç birlikte olduğumuz, Tony Blair’in müsteşarı, Kuzey İrlanda sorununun çözümü için müzakerelerde İngiliz tarafından Blair’in yanısıra başrolü oynamış olan isim. Pierre Joxe, Mitterrand döneminden kalma eski bir sosyalist siyaset adamı. Fransa’nın eski sanayi, içişleri ve savunma bakanı. En önemli özelliklerinin başında Korsika sorununun çözümü sayılan Korsika Yasası’nı hazırlamış isim olması geliyor. Kofi Annan malum. Gro Harlem Bruntland, sosyal-demokrat, eski Norveç başbakanı. Bertie Ahern, Kuzey İrlanda barış çözümü sırasındaki İrlanda Başbakanı. Gerry Adams ise sorunun çözüm müzakerelerinde yer almış olan Sinn Fein’in Başkanı, eski IRA liderlerinden.
Geçen Perşembe günü kapalı toplantıdaki konuşmamın ardından toplantıyı yöneten Tony Blair’e Jonathan Powell’dan söz etmiş, Demokratik Gelişim Enstitüsü’nün girişimi çerçevesinde Powell’ın katkısıyla Temmuz ayında Londra, Belfast ve Edinburgh’da aklımızda Türkiye’nin Kürt sorunu, Birleşik Krallık’ın sorun çözümü deneyiminden yararlanma gezisi yaptığımızı, yakında da İrlanda başkenti Dublin’e gideceğimizi söylemiştim.
Tony Blair, müsteşarı ve yakın çalışma arkadaşının adını duyunca, “Döner dönmez, Jonathan’la buluşacağım. Sizi gördüğümü ona söyleyeceğim” demişti. Demiş olup olmamasının önemi yok, şimdi ben, Tony Blair’in ETA’nın silah bırakma açıklaması yapacağından ve Jonathan Powell’ın bu amaçla San Sebastian’a gideceğinden haberdar olduğunu anlıyorum. Muhtemelen, sürecin bir yerinde Tony Blair de yer almıştı.
San Sebastian’ın düşündürdükleri
San Sebastian’daki konferans Kofi Annan’ın başkanlığında yapıldı. Kofi Annan’la da Tony Blair’in ardından birkaç gün önce İstanbul’da sohbet etmiştim. Hiç renk vermedi doğrusu.
Fotoğrafın içinde Gro Harlem Bruntland’ı görünce, aklıma iki konuya bir anda gidiverdi. Yakın geçmişte kaseti ortalığa yayılan MİT-PKK görüşmesi Oslo’da yapılmıştı. Yani, Norveçliler, Türkiye’nin Kürt sorununun çözümü işinin içindeler. Zaten, Demokratik Gelişme Enstitüsü’nün TBMM üyelerinin katılımıyla düzenlediği bizim İngiltere-Kuzey İrlanda-İskoçya gezisinin finansmanında Norveçlilerin rol aldığını öğrenmiştim.
Bertie Ahern’in fotoğraftaki varlığı IRA’nın silahları terketmesine giden Kuzey İrlanda barış çözümünün İrlanda yanını ifade ediyor, Gerry Adams ise Sinn Fein olarak çözümün doğrudan tarafıydı zaten.
Jonathan Powell, Londra’da bizlere verdiği brifingde, “Kuzey İrlanda çözümü için Güney Afrika tecrübesinden çok şey öğrendik. Siz de bizimkinden öğrenebilirsiniz. En azından bizim hatalarımızı yapmazsınız, kendi hatalarınızı yapın, bizimkilerden ders alın” diye söze girmişti.
Şimdi, fotoğraftaki insan profillerine bakınca, İspanya tecrübesinden de öğrenebileceğimiz bir aşamaya çok yaklaştığımızı farkediyorum.
Zaten, Birleşik Krallık gezisini çok yakında İrlanda gezisi, onu da bir yıl içinde Güney Afrika ve İspanya gezisinin izlemesi planlanmıştı.
Yine fotoğraftaki profillere baktığımda ve MİT-PKK görüşmesinin Oslo’da da yapılmış olduğunu ve içeriğini hatırladığımda, PKK’nın silahları bırakması ve Kürt sorununa çözümün çok da uzakta olmayabileceğini düşündüm. Kendi ülkem adına sözünü ettiğim fotoğraftan yüreklendim.
Biz, Şimon Peres’e atfen, yine Temmuz ayındaki Londra brifinglerinden birinde dinlediğimiz durumdayız şu anda. Peres, İsrail-Filistin barışı için “Tünelin ucunda ışık var ama tünel yok” demiş.
Türkiye’deki durum biraz bu sözün kastettiğini andırıyor. Bizde tünel de var aslında da, öylesine karanlık ki, tünelin ucundaki ışığa varmak için, tünele nereden girileceğini seçemiyoruz bir türlü.
Çözümün ve onun ister istemez ayrılmaz bir parçası haline gelmiş olan PKK’nın silahları terketmesi için zorunlu Abdullah Öcalan’ın şartlarını ve Kandil ve hapishanedekileri genel affı (unutmayın bir İsrailli Gilat Şalit karşılığı terörist oldukları suçlamasıyla hüküm giymiş 1000’i aşkın Filistinli tutuklu dün serbest bırakıldı) da kapsayan çözüm parametrelerini “tünelin ucundaki ışık” olarak görebilmek mümkün.
Çözümün nasıl olabileceğini bilmiyor değiliz. Işığı gördük. Ancak, o ışığa ulaşmak için içinde yol almamız gereken tünel o ışığa ulaşmamızı çok güçleştiren şekilde çok karanlık.
Çukurca’da sıfır noktasında
Gelelim ikinci fotoğrafa. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Hakkari’de, Çukurca civarında sıfır noktasında, üzerinde askeri parka, yanında aynı parkadan sefer giysileri içinde Genelkurmay Başkanı Orgeneral Necdet Özel, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Hayri Kıvrıkoğlu ve diğer komutanlar. Cumhurbaşkanı, Genelkurmay Başkanı ve bir komutanın işaret parmakları Kuzey Irak ufuklarını gösteriyor. Dramatik bir fotoğraf.
Yaklaşık 20 yıl öncesine gitti zihnim. Çok can alan bir PKK eylemi üzerine Cumhurbaşkanı Turgut Özal ile birlikte, eylemin yapıldığı sıfır noktasına gitmiştik. Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Muhittin Füsunoğlu, Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Eşref Bitlis, üst rütbeli bir sürü komutan, Çukurca civarında sıfır noktasında brifing vermişti. İşaret parmakları yine Kuzey Irak yönüne doğrultulmuştu da, o anı tespit eden fotoğraf çekilmedi.
Öğle yemeğini, Hakkari Komanda Tugayı’nda –adı öyleydi galiba- birkaç saat önce Kuzey Irak’ta sınır ötesi operasyondan dönen askerlerle karavanayı paylaşarak yemiştik. Birkaç gün önce Abdullah Gül’ün yaptığı gibi.
Turgut Özal, geçen gün Abdullah Gül’e benzer açıklamalar yapmıştı. Kürt hakları tanınacak, demokrasi içinde çözüm üretilecekti ama teröre karşı acımasız olunacaktı. Devletin teröre müsamahası yoktu.
O tarihte PKK’nin silahlı eylemleri 18 yaşındaydı. Çukurca’da Turgut Özal ile sıfır noktasında gitmemizin üzerinden bugün 19 yıl geçti. Abdullah Gül oralarda. Fotoğraftakilerin -19 yıl önce sıfır noktasında çekilmiş olsaydı- sıfatlarında, jestlerinde, mimiklerinde, ağızlarından çıkanlarda fark yok. Fark, o sıfatların altına girenlerde. 19 yıl önce orada fotoğraf çekilmiş olsa, kelleri kazıyıp, şimdiki Cumhurbaşkanı ve general fotoğraflarını yerleştirerek, resimaltını aynı bırakabilirdiniz.
San Sebastian fotoğrafını dünkü gazetelerde görmek, Kürt sorununda silahların susması ve terkedilmesi ihtimaline dair beni ne kadar heyecanlandırdıysa, Çukurca-sıfır noktası fotoğrafı da bana pek sıkıcı, pek tanıdık ve bıktırıcı ölçüde pek olağan geldi.
İlk fotoğrafta tünelin ucundaki ışık görünüyor. İkinci fotoğrafta ise uzun, kapkaranlık bir tünel.
Dağ başındaki parkalı Abdullah Gül fotoğrafı, masada dünyada sorun çizmiş liderlerle birlikte oturan parkasız Abdullah Gül ya da Tayyip Erdoğan fotoğrafı ile yer değiştirdiği vakit, muhtemelen dağda kimsenin kalmasına da gerek olmayacak.
Türkiye-Irak sınırının sıfır noktasında önemli sıfat sahibi büyük adamların işaret parmaklarını güneydoğu ufkuna doğru çevirmenin de gereği kalmayacak.
Yazının Devamını Oku 18 Ekim 2011
Geçen hafta Los Angeles’tan yazdığım “’Cemaat’in gücü, etkisi ve önemi...” başlıklı yazının sonunu nasıl getirdiğimi hatırlatayım: “Türkiye’den çok çok uzaklarda, Güney Kaliforniya’da Fethullah Gülen hareketinin –isterseniz ‘cemaat’ diyebilirsiniz- Türkiye’deki ve Türkiye için, bugüne ve daha önemlisi geleceğe ilişkin önemini ve gücünü izliyorum.
İşin çarpıcı yanı, Güney Kaliforniya’daki Fethullah Gülen hareketeninin başını çekenler, Türkiye’nin ana gündem maddelerine dair, Türkiye’dekilerden çok daha açık görüşlü ve Türkiye’nin ana gündem maddelerine ilişkin olarak ‘milliyetçilik enfeksiyonu’na daha bağışık gözüküyorlar.
Ne olursa olsun, sadece ABD’deki ‘Türkiye lobiliciği’nde değil, Türkiye’nin Kürt meselesinden Ermeni sorununun çözümüne, Türkiye’nin Fethullah Gülen hareketine ihtiyacı olacak.”
Tam bu yazıyı Türkiye’den 11 bin kilometre ötede yazdığım sırada, Cemal Uşşak’ın Radikal’de bence mütevazi ölçüler içinde olsa da “tarihi dönüm noktası” sayılması gereken söyleşisi yayımlandı. Cemal Uşşak, ezcümle, “Biz dindarlar Kürtlerin ıstırabını hissetmedik” demişti.
Çok doğru söylüyordu. Bugün Kürt sorununun bulunduğu sıkıntılı noktada, “dindarların Kürtlerin ıstırabını hissetmemesi”nin hatırı sayılı bir payı var. Bunun böyle olduğunu, çok kişi özel konuşmalarında uzun süreden beri ve sık sık zaten ifade ediyordu. Cemal Uşşak, bu olguyu çarpıcı biçimde kamuoyu gündemine taşımış oldu.
“Dindarlar”, Türk halkının –Kürtlerin de- sayıca en büyük kesimi. Onların bir soruna ilişkin duyarsızlığı ya da duyarlılık eksikliği, o sorunun aşılmasında ciddi bir engel. Üstelik, Türkiye’yi “dindar kodlu” bir siyasi iktidar yönetiyorsa, bu haydi haydi öyle.
Bu bakımdan, Cemal Uşşak’ın dürüst çıkışı, kamuoyunun üzerine bir bahar yağmuru gibi bereketle indi.
Dindarlarda milliyetçilik ve devletçilik
Tam tahmin ettiğim gibi, Cemal Uşşak, “Biz” diye ifade ettiği kesimin siyasi sözcülerinden tepki aldı. “Biz”den neyi kastettiği sorgulandı. 14 Ekim Cuma günkü Radikal’de “Dindarların Kürt sorunu ile sınavı sürüyor” başlıklı çarpıcı yazısında malumu ilam ederek “Biz”e açıklık getirdi: “Milli Görüş çizgisi; Nur camiası ve tasavvuf eksenli yapılardır (Açık ifadesiyle tarikatlardır). Kastımın tekrar altını çizeyim. Kürtlerin kimlik ve dil çerçevesindeki ıstırabını anlama ve çözüm bulma gayreti adına bu üç temel yapının kayda değer bir teşebbüsü olmamıştır. Yapılanlar da, kapalı ortamlarda sarf edilen heyecanlı nutuklardan ve süslü retoriklerden öte geçememiştir.”
Yalan mı? Yanlış mı? Biz şu ülkede kırk kişiyiz, birbirimizi biliriz. Herkes elini vicdanına götürsün ve bu satırları bir kez daha okusun; Cemal Uşşak’ın doğru söylediğini ve haklı olduğunu teslim edecektir.
“Bir tek sermayem var” diyor Cemal Uşşak, “Kirletmemek için çırpındığım kalbim ve vicdanım.” Sözlerinin etkisi ve gücü, tam da buradan geliyor. Muhlis olmasından; kalbini ve vicdanını temiz tutmaya özen göstermesinden.
Peki, buradan “Milli Görüş çizgisi, Nur camiası ve tasavvuf eksenli yapılar”daki onca kanaat önderi ya da kalem erbabının böyle olmadıkları çıkar mı?
Çıkmaz.
Öyleyse niçin o kesimin önemli bir bölümü için “Kürtlerin ıstırabına duyarsız kalmak”tan söz edilebiliyor? Niçin, Cemal Uşşak’ın “Bir mağdurun diğer mağduru anlaması gerekirdi. Hele ki dindarların bunu öncelikle yapması gerekirdi. Ama maalesef olmadı” saptaması doğru ve geçerliliğini koruyor.
İki neden gözüküyor:
1. İdeolojik;
2. Siyasi.
İdeolojik olarak Türkiye’de “Milli Görüş çizgisi, Nur camiası ve tasavvuf eksenli yapılar” üçlüsünden genel anlamda oluşan İslami hareket, “milliyetçilik” ile arasındaki sınırları net biçimde hiçbir zaman belirleyemedi. Kürt sorunu, söz konusu bu “sınır belirsizliği”ni gün ışığına çıkaran “turnusol kağıdı” ya da “sınav sorusu”dur.
Yani, iş, Kürt sorununa geldiği, en temel insan haklarının başında gelen dil özgürlüğü Kürtçe’yi ifade ettiği vakit, İslami hareketin kanındaki “Türk milliyetçisi alyuvarlarlar” varolması gereken İslami duyarlılığı alt edebiliyor.
İkincisi, İslami harekette mevcut bulunan “devlet algısı” ile ilgilidir. Cumhuriyet’in Osmanlı’ya dönük ideolojik reddi mirasına karşılık, “Osmanlı devletçi karakter” İslami harekete nüfuz etmiştir. Cumhuriyet devletinin uygulamalarına karşı olmak ve bunun mağduru haline gelmiş olmak, “merkeziyetçi devlet” anlayışına karşı olmayı ifade etmiyor.
Nitekim, Ak Parti hükümeti, vesayet rejiminin tehdidini büyük ölçüde aşıp “muktedir” hale gelmeye başlayınca, “mağdurluk” yerini “devlet iktidarının sahipliği”ne terk etmeye başladı.
Büyük ölçüde bu yüzden, “bir mağdurun diğer mağduru kolaylıkla anlaması” da mümkün olamaz hale gelir oldu. Çünkü, geçmişin “mağduru” giderek mağdur konumundan iktidar konumuna geçiyor.
Tümü, Cumhuriyet rejiminin “tek tip insan yaratma”yı öngören projesinin giyim faslına uygun biçimde takım elbiseli ve kravatlı hale gelen Ak Partili bakanların ve milletvekillerine hakim olan söyleme bakınız. Kendilerinden önce bulundukları koltukları on yıllardır işgal etmiş olan diğer partilerin ricalinden temelde ayrılan terminolojik bir fark görebilir misiniz?
“Tek devlet, tek millet, tek bayrak” söylemi bunun simgelerinden biridir. Teorik olarak pek karşı çıktıkları “Kemalist enfeksiyon”dan hiçte bağışık halleri yok.
Ak Parti iktidarı, bu yüzden, TBMM içtüzüğünde “kadınların pantalon ve başörtüsüyle, erkeklerin de kravatsız” olarak genel kurul salonuna girmelerine imkan verecek değişiklik önergesi karşısında ofsayta düşmüştür.
Yapılması gereken
Cemal Uşşak, “Dindarların Kürt sorunu ile sınavı sürüyor” başlıklı yazısında gayet yerinde olarak “Yapılması gerekenler, bölge insanının yoksulluğunu ve eğitimsizliğini gidermeye yönelik faaliyetlerden ibaret değildir. En temel insani hak olarak, başta dil özgürlüğü olmak üzere, kültürel hakların cesaretle savunulmasıdır” diyor.
Bu yapılıyor mu?
İslami kanaat önderleri, artık yazılı ve görsel basında yönetimde, köşelerde ve ekrandalar. Mağduriyetin sesi ve kalemi olarak yıllar içinde bulundukları yerlere yükseldiler. Ama artık temel işlevlerini “siyasi iktidarın meşruiyet araçları” olmaya, devlet istihbaratından gelen bilgilerin filtresiz aktarıcısı olmaya indirgerlerse, geleceklerini görmek için yerlerini aldıklarının bugün ne halde olduklarına bakmaları yeter.
Onlara devamlılık ve itibar sağlayacak olan Müslüman Abbasi Halifesi’ne karşı İmam-ı Azam’ın geleneğinde durmalarıdır.
Bir şekilde tam da bu duruma ayna tutmuş olduğu için, hepsinin Cemal Uşşak’a teşekkür borcu olmalıdır.
Yazının Devamını Oku 15 Ekim 2011
Toplantıdan yarım yıl öncesinden haberdardım. “Türk Kimliği ve Yeni Dış Politika” adlı panelde Prof. Kemal Kirişçi ile birlikte konuşmacı olduğumu ve panelin moderatörünün Tony Blair olduğunu da iki haftadır biliyordum. Bizimkinden önceki panelin konuşmacısının Kemal Derviş olduğunu da. Türkiye’nin 10 saat gerisinden havalanıp 12 saat uçtuktan birkaç saat sonra İstanbul’daki büyük otellerden birinin toplantı salonuna girdiğimde, dörtgen geniş masanın çevresinde oturan dinleyici ve tartışmacıların kim olduğunu bilmiyordum.
Girer girmez, birkaçını tanıdım. Başta Henry Kissinger’ı ve Kofi Annan’ı. ABD Dışişleri’nin eski yetkililerinden, şu sırada ülkesinin en etkili dış politika düşünce kuruluşu olan Council on Foreign Relations’ın başkanı olan Richard Haass’ı, yıllar öncesinden zaten tanışık olduğum ABD’nin önde gelen Ortadoğu uzmanlarından, Filistin kökenli profesör Shibley Telhami’yi.
Konuşma bölümü sona erdikten sonra bir saate yakın süren soru-cevap bölümü sırasında Tony Blair’den söz alıp soru yönelttiği sırada Alvaro Uribe’yi de tanımış oldum. 2002-2010 yılları arasında Kolombiya Cumhurbaşkanlığı yapmış olan liberal Uribe, Türkiye’de büyük tepkiye yol açan Mavi Marmara konusundaki BM Raporu’nu kaleme alan komisyonun başkan yardımcısıydı. Katılımcılardan biri ile konuşma sonrasında Türkiye-İsrail ilişkilerinin geleceği üzerinde kısa bir sohbet yaptım. Kendini tanıttığı anda derhal tanıdım. İsrail ekonomisinin başarısıyla isim yapmış olan Merkez Bankası Başkanı Jacob Frankel. Şimdi JP Morgan’ın başkanı olarak New York’ta yaşıyormuş.
Bu tür toplantılarda genellikle “Chatham House kuralları” uygulanır. Kimin ne söylediği açıklanmaz ama neler konuşulduğu haber olarak bildirilebilir. Bu toplantı, onun da ötesinde. “Chatham House kuralları”nın da ötesinde kapalı imiş.
Öyle ki, toplantıdan medya dünyasında tanınmış birkaç arkadaşıma söz ettiğimde Henry Kissinger ve Kofi Annan’ın, Tony Blair ile birlikte İstanbul’da haberdar olduğundan bile haberleri olmamıştı.
Kissinger’ın Türkiye değerlendirmesi
Henry Kissinger, Türkiye’nin uluslararası politikada “daha büyük rol oynayabileceği” kanısında ve bunu olumlu görüyor.
“Türkiye’nin nüfuzu, ABD’nin Irak ve Afganistan’dan çekilmekte olduğu ve Libya’nın dünyaya açıldığı bir sırada artıyor. Dolayısıyla, Türkiye önemli bir rol oynayabilir” diyor.
Bununla birlikte, “uyarı”da bulunmayı da ihmal etmiyor; “Türkiye’nin bu rolü ABD’nin tayin edici saydığı çıkarlara ters düşmemelidir. İlişkilerin yapıcı olduğunu umut ediyorum” diye ekliyor.
Kissinger, ABD-Türkiye ilişkilerinin, rekabet için potansiyel taşımakla birlikte güçlü bir temele dayandığına işaret ederek, buna örnek olarak NATO’nun anti-füze sistemine erken uyarı radarını kabul ederek katkıda bulunmasını gösteriyor. Kissinger, bunu “Bazı meselelerde ABD ile Türkiye’nin paralel ilişkilerinin bulunduğunun bir kanıtı olarak görüyorum” diye ifade ediyor.
Türkiye-İsrail ilişkileri konusunda ise, Kissinger, her iki tarafın da hatalı olduğu görüşünde. “Her iki taraf da, pozisyonlarında bir düzenlemeye gitmeli. Bu sadece Netanyahu’nun sorunu değil. Herkes sorunun ne olduğunu biliyor, çözümün ne olduğunu da biliyor, ama gereken adımı atamıyorlar” sözleriyle biraz “bilmeceli” bir açıklamada bulunuyor.
Kissinger’ın bu açıklamalarını toplantıda dinlemedim. Toplantıya girmeden önce biliyordum. Bilmediğim Kissinger’ın da benim konuşma yapacağım toplantıda bulunacak olmasıydı. Biliyordum, çünkü sabah toplantıya giderken Wall Street Journal’da “Kissinger Sees Great Role for Turkey” başlıklı haber yazısını okumuştum.
Konuşmadan sonra söz alıp soru yöneltmemesi işime geldi doğrusu. Bir başka oturumda söz alıp tespitte bulunduktan sonra yönelttiği bir soruya, Shibley Telhami cevap verirken, şaka yollu “Henry, seninle ters düşmeye cesaret edemem” diye söze girdi ve ne söyleyecekse söyledi.
Kissinger için ne derseniz deyin, uluslararası diplomasinin en yaşlı devlet adamı ve Realpolitik ustası olduğu gerçeğini değiştirmez. Benim konuşmadan sonra, “İyiydi” diye kestirip atmasına, ben de şaka yollu “sınıfı geçtik yani” diye karşılık verdim.
Türkiye’nin yeni dış politikasını anlatırken, bu dış politikanın sorumlusu olan iktidar partisi çevrelerinin özellikle ve önemle vurguladığı “değerlere dayalı dış politika” anlayışını paylaşmıyorum ben. Birçok boyutuyla paylaştığım ve desteklediğim Türkiye’nin “yeni dış politikası”nı, esas olarak Realpolitik üzerinden değerlendirerek destekliyor ve öyle anlatıyorum.
Kissinger, anlaşılan, yöntem ve yaklaşım bakımından itiraz edeceği pek bir şey bulamamıştı anlaşılan ve dolayısıyla “Realpolitik dersi” bakımından durumu kurtarmıştım.
Türkiye’nin yeni dış politikasını, “değerler”i öne çıkartarak açıklamaya kalkarsanız, bu, kolayca lime lime edilir.
Bu konuya ve konulara önümüzdeki dönemde döner, nedenlerine ve ayrıntısına gireriz.
Tony Blair’den Obama’ya
Tony Blair’in ilginç bir sözünü de yer vermeliyim. “Türkiye’nin büyük bir ilgi odağı haline geldiğini” söylerken kendisinden örnek verdi, gayet içten bir şekilde “Ne yalan söyleyeyim” dedi, “10 yıl önce Türkiye’den söz edildiğinde dikkatimi özellikle çekmezdi. Oysa, şimdi iki gündür sürekli Türkiye konuşuyoruz ve büyük ilgi duyuyorum.”
Tony Blair ile de konuşma sonrası sohbet ederken, benim Türkiye’nin yeni dış politikasının çarpıcı temsilcisi Tayyip Erdoğan’a ilişkin değerlendirmemin, kendisinin İngiltere Başbakanı olduğu dönemdeki gözlemleriyle uyuştuğunu, kendi gözlemlerini onaylamış olduğumu” söyledi.
“Siz de siyasetçisiniz. Tayyip Erdoğan’ı bu salondakiler arasında herhalde en iyi siz anlarsınız ya da anlıyorsunuzdur” karşılığını verdim. Bunun üzerine, heyecanla, “politikacı bakış açısı”nın, “herkesinden farklı” özelliklerini anlatmaya koyuldu.
Toplantı kuralları gereği Tayyip Erdoğan’a ilişkin neler konuştuğumuzu yazamam ama “olumlu” olduğunu belirtebilirim.
Toplantıdan bir gün önce Türkiye’ye dönerken, elime aldığım Los Angeles Times gazetesinde manşet kenarında kocaman bir Tayyip Erdoğan fotoğrafı ve Türkiye-ABD ilişkilerinin son durumuna ilişkin kocaman bir haber vardı. Haber yazısında, Washington’da bazı çevrelerde gelişmeye başlayan Tayyip Erdoğan’a yönelik muhalefete ve bu yüzden Obama’ya yöneltilen eleştirilere yer veriliyordu. Yazıya bakılırsa, BM Genel Kurulu sırasında Obama’nın ikili görüşmelerinde en fazla yer ayırdığı, övdüğü ve son bir yıl içinde en çok telefon görüşmesi yaptığı iki liderden biri Tayyip Erdoğan imiş.
Obama’nın Tayyip Erdoğan’ı arkaladığı yazıdan açıkça anlaşılıyor.
Bu yazıyı yazmaya oturmadan önce İsveç Dışişleri Bakanı ve şu sırada Avrupa’nın “en bilge” devlet adamlarından biri sayılan Carl Bildt’in bir twiti gözüme çarptı. “Doğu Akdeniz ve Ortadoğu’daki sorunları tartışmak üzereTürkiye’de Bodrum’a doğru” diye yazmış.
Anlaşılan, dünya siyasetinin nabzı Kuzey Afrika, Doğu Akdeniz ve Ortadoğu’da atmaya başlayınca, Türkiye’de tam bu “jeopolitik alanda” bir güç merkezi ve faal bir uluslararası aktör olarak sahneye çıkınca, Türkiye sahnesine uluslararası politika yıldızları yağıyor.
İktidarın aşırı özgüven ve başarı sarhoşluğuna kapılarak riskleri görmezden gelmemesi ve ölümcül sonuçlar verebilecek yanlışlıklar yapmaktan kaçınması ne kadar gerekli gözüküyorsa, Türkiye’nin uluslararası sistemde elde ettiği gücü görmezden gelerek, 1980’lerin, 1990’ların tedavülden çoktan kalkmış bakış açısı ile analiz yapıp, iktidarı yıpratmayı hesaplayan muhalefetin de –Ankara’dan Kandil’e- hesaplarını gözden geçirmesi gerekiyor.
Yazının Devamını Oku 14 Ekim 2011
Kaliforniye Türkiye’den çok uzak. Los Angeles, İstanbul’a 11 bin kilometre uzaklıkta. Uzaklık, sadece kilometre farkından gelmiyor. Zaman aralığı da çok fazla. Arada 10 saat fark var. Türkiye, ertesi güne girdiğinde, Los Angeles öğle yemeğinden henüz kalkmış oluyor. Bir de buna iklim ve ortam farkını ekleyin, Türkiye’den ayrılalı 24 saat geçmeden başka bir evrene girmiş gibi oluyorsunuz. Yine de bir Kaliforniyalı sayesinde, Türkiye’yi yakalamak mümkün; ne olup bittiğinden anında haberdar olabiliyorsunuz. Steve Jobs’un sayesinde.
Yeter ki, bir iPhone’unuz olsun veya bir iPad. MacBook Air marka , bir zarfın içine sığabilecek büyüklükte bir dizüstü bilgisayarı da yeter.
Biz de öyle yaptık. Kaliforniya’ya ayak bastığımız anda ölümünden haberdar olduğumuz Steve Jobs’un nasıl anıldığını Apple mağazalarında yerinde gördük. Şu günlerde çıkan tüm Amerikan gazeteleri ve dergilerinde sayfa sayfa Steve Jobs ile ilgili yazılar çıkıyor. Dergiler Steve Jobs özel sayısı yayımlıyorlar.
Steve Jobs’un çok uzun olmayan ömrünün bir roman gibi yaşam öyküsünü de öğrenme fırsatı oldu. Biyolojik babasının, Suriye’nin üçüncü büyük şehri Homs’tan Amerika’ya doktora yapmaya gelen Abdülfettah Jandali (muhtemelen Cendeli diye okunuyor) adlı bir Müslüman olduğunu böylece öğrendim.
Abdülfettah Jandali’nin izi bulundu. Nevada’nın Kaliforniya eyalet sınırına bitişik Reno şehrinde yaşıyor. 80 yaşında. Steve Jobs ile oğlunun kansere yakalandığını öğrendiği 2005 yılından bu yana birkaç e-mail dışında hiçbir ilişkisi olmamış.
Abdülfettah Jandali’nin çok kısa öyküsü şöyle: Diplomat olarak ülkesine hizmet etmeyi tasarlayan 1952 yılında Wisconsin Üniversitesi’ne siyasal bilim doktorası yapmaya geliyor. Tez konusu, “Ortadoğu ülkeleri sömürgecilikten nasıl kurtulur?” Üniversitede Joanna Schieble adında bir Amerikalı kızla tanışıyor. Kızın babası, kızının Suriyeli bir Müslüman ile evlenmesine izin vermiyor. Kız hamile. San Francisco’ya gidip çocuğunu doğruyor ve doğurduğu anda evlat edinmek isteyen bir aile arıyor. Bir şartı var: Çocuğunu alacak ailenin üniversite mezunu olmaları.
Öyle olmuyor. Bebeği evlat edinen Paul Jobs liseden terk bir işçi. Üniversite okuyacağına söz vererek bebeği edinip, ona Steve adını veriyor. Steve Jobs’un biyolojik annesi, Madison, Wisconsin’e geri dönüyor. Kısa bir süre sonra babası ölünce, Abdülfettah Jandali ile evlenip, Suriye’ye gidiyorlar. Ancak, Joanna, Suriye’de yaşamak istemiyor. Geri dönüyorlar. Bu arada çiftin daha sonra Amerika’nın ünlü bir romancısı olacak Mona Simpson adlı bir kız çocukları daha oluyor.
Bu arada, Abdülfettah Jandali,”Ulusal Bağımsızlık için Birleşmiş Milletler’in Koyduğu Standartlar” başlıklı teziyle 1956’da Wisconsin Üniversitesi’nden doktorasını alıyor. Bir süre orada, daha sonra da Nevada Üniversitesi’nde siyasal bilim dersleri veriyor.
Ne var ki, evlilik devam etmiyor. Abdülfettah Jandali, Steve Jobs’un yanısıra Mona’dan ömür boyu kopuyor.
Suriye’deki Steve Jobs’ların kaderi
İnanılmaz bir kader çizgisi, Steve Jobs’u Suriyeli bir diplomatın kimbilir hangi Müslüman adını alarak Suriye’de nasıl yaşayacağını, kim olacağını bilemeyeceğimiz bir yaşam öyküsünden ayırıp, tüm dünyanın sevgiyle, saygıyla andığı bir dehaya, Steve Jobs’a dönüştürüyor.
Konunun en can alıcı noktası tam da burada zaten. Harvard Üniversitesi’nin İngiliz asıllı tanınmış tarih profesörü Niall Ferguson, Newsweek’in Steve Jobs için çıkarttığı özel sayıya “Hiçbir Zaman Bilmeyeceğimiz Dahiler” başlıklı bir yazı yazdı.
Giriş cümlesi,“Bu makale Steve Jobs’a dair değildir. Beş aşağı beş yukarı aynı yeteneklere sahip olan hiç işitmediğimiz ve hiç işitmeyeceğimiz sayısız kişiye aittir” diye başlıyor.
Yazının son üç paragrafı ise şöyle:
“Evlat edinilmiş bir çocuk, bir Suriyeli Müslüman göçmenin biyolojik oğlu, üniversiteden terk, kısa sürede Budizm’e dönmüş ve LSD kullanmış bir hippi olarak Steve Jobs, aklı başında hiçbir insan kaynakları bölümünün iş vermeyeceği tipte birisiydi. Onun cv’sine sahip 20 yaşındaki herhangi birisine Apple’ın kendisinin de iş vereceğinden kuşkuluyum. Bir CEO olabilmek için tek şansı kendi şirketini kurmasıydı.
Ve –Çin, lütfen bunu not et- kapitalizmin gelişebilmesi için gerçekten özgür bir toplum gerekir. Özgür bir toplumda fıttırığın biri kendi işini yapar. Özgür bir toplumda, Jobs’un Apple’ın başındaki ilk döneminde başına geldiği gibi, yaptığı işten ötürü başarısızlığa uğrayabilir. Ve özgür bir toplumda geri tepebilir ve hepimizin yaşamına devrimci bir etki yapabilir.
Babasının Suriye’sinde bir yerlerde bir başka Steve Jobs henüz öldü. Ama öbür Steve zalim bir hükümetin kurşunlarına hedef oldu. Onun dehasının ne harikalar yaratacak olduğunu hiçbir zaman bilemeyeceğiz.”
Toprağa düşen bizim buradaki Steve’ler...
Aslında Niall Ferguson’un yazısının başlangıç bölümünde çarpıcı istatistikler var. Bugüne dek bu dünyaya gelmiş olan 106 milyar insanın bugüne dek yüzde 94’ü ölmüş. Yani, insanlık tarihinde varolmuş toplam insan sayısının şu sıra hayatta olanı yüzde 6’sı. Bugüne kadar varolmuş ve ölmüş olanların yüzde 60’ı Asya’dan. Ama o Asyalıların çok büyük bölümü çok ama çok yoksuldu. “Okuma yazma bilmeyen köylü ailelerine doğmuş ve şu ya da bu biçimdeki merkezi hiyerarşik hükümetlerin yönetiminde tarımdan paylarına düşenle köleleştirilmiş geçmişte yaşamış Steve’lerin hiçbir şansları olamadı.”
Şanstan kasıt, diğer Steve’ler bırakın 50 yaşlarını, 30’lu yaşlarına bile ulaşamadılar. Pankreas kanserinden çok daha kolay tedavi edilebilecek sağlık sorunları nedeniyle daha çocukluk dönemlerinde öldürüldüler. Ergen yaşa ulaşabilenleri Steve Jobs gibi üniversiteyi terkedemediler çünkü üniversiteye asla gitmediler. Steve Jobs gibi yaratıcı olmaya kalkışanları olduysa, ödüllendirilmek bir yana, muhtemelen cezalandırıldılar.
Steve Jobs’un genetiği ile, biyolojik kökeni ile ortaklık bularak hepimizin hafiften gururlandığının farkındayım. Ama, Steve Jobs’un Steve Jobs olabilmesi genetiğinden değil, onun ortaya attığı Apple’ın ünlü sloganı “Farklı Düşün” kuralını cezalandırmayan bir toplumda, yeteneğin ve başarının önünü açan bir sistemde yaşamış olmasından kaynaklanıyor.
Yanıbaşımızda nice Steve’lerin Steve Jobs olmalarına imkan ve izin verilmediği bir coğrafyada yaşıyoruz.
Steve Jobs, Kaliforniya’da yaşayıp, orada ölmeseydi; belki bunları aklıma hiç getirmeyecektim. Özgürlük ve demokrasi ile Steve Jobs arasında herhangi bir ilişki kurmak aklıma hiç gelmeyecekti.
Diyarbakır’dan Homs’a her gün ölen bir sürü genç kız ve delikanlının aslında şanssız birer Steve Jobs olduklarını farketmeyecektim.
Başta dedim, Kaliforniya,Türkiye’ye çok uzak. İnsanın, Türkiye’de aklına hiç gelmeyecek şeyler, kendiliğinden aklına düşüyor.
Yazının Devamını Oku