The İstanbul Forum adlı düşünce kuruluşu, daha iki yaşını tam doldurmadı ama Suat Kınıklıoğlu’nun yönetiminde, İstanbul’da dönemin en önemli gündem maddesine odaklanarak, uluslararası şahsiyetleri geniş bir tartışma platformunda buluşturdu.
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun konuşmasıyla başlayan The İstanbul Forum’un iki günü aşan çalışmalarına, Amerikalı, Filistinli, İsrailli, Mısırlı, Lübnanlı, Iraklı (Kürt), İngiliz, tabii ki Türkiyeli, çok sayıda tanınmış uzman, akademisyen, araştırmacı ve yazar katıldı. Bendeniz de panellerden birinin konuşmacıları arasındaydım.
“Arap baharı”, Türkiye’nin yeni bölge politikası, Türkiye-İsrail ilişkileri, Kafkasya’da enerji alanındaki gelişmeler ve Türkiye’nin Arap dünyasından nasıl görüldüğü başlıca panel konularıydı.
Özellikle, son panel olan “Türkiye’nin Arap dünyasından nasıl göründüğü” konulu panel, tüm konferansın herhalde en ilginç ve çarpıcı bölümüydü.
İki günü aşan yoğun tartışmalar ve çalışmalarda en çok üzerinde durulan ve konu olan ise Suriye’deki durum oldu.
Suriye’de olan-biten ve komşu ülkenin geleceği, her yerden öncelikli olarak Türkiye’yi yakından ilgilendiriyor. Sadece, Türkiye’nin en uzun sınırının Suriye ile olmasından ve komşuluktan ötürü değil. Suriye, bir anlamda, uluslararası sistem tarafından Türkiye’ye ihale edilmiş ve Türkiye de bunu üstlenmiş vaziyette.
Zaten şu son haftalar ve aylarda Türkiye’ye ayak basan her yabancı gözlemcinin merakla cevap aradığı soru da Türkiye-Suriye ilişkilerine dair; “Ne oldu?” diye soruyorlar, “Neden?” diye devam ediyorlar, sadece her iki ülke değil her iki ülke liderlerinin, ailecek kurdukları sımsıcak ilişkiler söz konusuyken, Türkiye, Suriye’deki rejime karşı herkesten önce ve kesin bir tavır aldı?
Türkiye’nin “risk”li tercihi
Bayramın ikinci günü yani dün medyanın peşinden gitti konu, Mesut Barzani ziyareti sonrasında Başbakan Tayyip Erdoğan’ın yaptığı açıklamaydı. Başbakan, Sultanahmet Camii’ndeki Bayram Namazı’ndan sonra konuşmuştu ve medyaya bakıldığında, aynı açıklamadan farklı anlamlar çıkartılmıştı.
Özellikle iki gazeteye “savaş dili” egemendi. Habertürk, Başbakan’ın açıklamasındaki bir bölümü öne çıkartarak, “Hareket etmezse gereğini yaparız” diye manşet atmıştı.
Yani, Kuzey Irak’ta peşmerge PKK’ya karşı harekete geçmez ya da TSK ile birlikte PKK’nın üzerine çullanmazsa, “Türkiye gereğini yapacaktı”; ima yoluyla, Türkiye, Kuzey Irak’a girip, PKK’nın işini bitirecekti.
Habertürk’ün Tayyip Erdoğan’ın açıklamasından çıkarttığı anlam buydu.
Buna benzer bir manşet, Taraf’tan geldi. Birinci sayfasına, kocaman “Ya Peşmergeyle, Ya Peşmergesiz” başlığını yerleştirmişti. Alt başlıklarda Başbakan’ın, Habertürk’ün de öne çıkarttığı sözlerine yer vermişti.
Hürriyet ise “özel haber” görüntüsünde, Mesut Barzani’ye verilen ve buyrukçu bir dille manşetine yansıttığı bir dosyadan söz ediyordu. Mesut Barzani’ye “Sızmayı Önleyin” denmişti ve “Erbil havaalanında sıkı kontrol; Kaçanı kovala-yakala; Arazide istihbarat, Karakollar önemli” diye neler yapması gerektiği bildirilmişti.
Sınır ötesinde “Peşmerge’siz”
Tabii, bunları kendisine bildirmek için Mesut Barzani’nin İstanbul’a gelip Dışişleri Bakanı, Cumhurbaşkanı ve Başbakan ile görüşmesinin çok da gerekli olmadığı, manşet haberin yazımında ve yerleştirilmesinde, anlaşılan, pek düşünülmemişti.
İki haftalık dönem zarfında bir takım dikkate değer gelişmeler oldu. ABD, yılsonuna dek Irak topraklarından askeri olarak çekileceğini açıkladı. Türkiye ile Suriye arasındaki ipler biraz daha gerildi. Suriye Devlet Başkanı Başşar Esad, Suriye’nin bölgenin en önemli fay kırığı üzerinde oturduğunu, Suriye’nin “parçalanma” ihtimalini gündeme getirerek “siyasi deprem” olursa, bundan bütün bölgenin nasibini alacağını, yarı uyarı-yarı siyasi şantaj uslubuyla söyledi.
Bu arada, Çukurca çevresinde PKK’lılara yönelik, daha ziyade havadan, ileri teknoloji kullanımı ile bir operasyonda onlarca PKK’lı öldürüldü.
İki hafta önce, PKK’nın Çukurca saldırısı olduğunda Türkiye’de esen ya da estirilen hava, askerin olanca gücüyle Kuzey Irak topraklarına girip “PKK temizliği” yapacağı idi. Birkaç gün içinde, “operasyon”un Türkiye sınırları içinde yapıldığı bilgisi verildi. Birkaç gün önce Irak Kürt yetkilileri, Kuzey Irak (Irak Kürdistan’ı) topraklarına girmiş Türk askeri bulunmadığını bildirdiler.
Bu bakımdan, Mesut Barzani ile yapılacak görüşmelerde, Başbakan’ın iki hafta önceki basın toplantısında sözünü ettiği “PKK’ye karşı peşmerge ile ortak operasyon”, Irak Kürt liderinin ziyaretinin “en dramatik unsuru” olma özelliğini kaybetmişe benziyor.
Şayet resmi kanallardan böyle bir beklenti kamuoyuna pompalanıyorsa, bu beklentinin karşılanacağını ummak pek gerçekçi değil.
Bir kere, bizim hükümette, Çukurca’daki (daha doğrusu Kazan Vadisi’ndeki) kanlı bilançodan sonra, iki hafta önceki saldırının yol açtığı “intikam dürtüsü” törpülenmiş ve Kuzey Irak topraklarında gerçekleştirilmesi söz konusu olacak riskli askeri operasyona ilişkin hevesini yitirmiş olabilir.
Barzani’nin önündeki opsiyonlar
Ama daha önemlisi, Mesut Barzani’nin bu “opsiyon”a kapalı olduğunun, hükümet tarafından muhtemelen anlaşılmış olmasıdır.
‘PKK’nın arkasında Ergenekon var’ iddiası yeterli müşteri bulmayınca, başlattıkları fiili olağanüstü halle PKK’nın giderek daha fazla beslendiği Kürt milliyetçiliği ateşini var güçleriyle büyütmeyi marifet sanıyorlar.... PKK ile girdikleri ölüm-kalım savaşında sadece hükümeti değil, Türkiye toplumunu rehin alıyorlar.”
Evet; yapılan budur, yaptıkları budur. Ahmet İnsel’in dün yazdığı gibi.
Ve evet, Başbakan “KCK operasyonuna ikna edilmiştir” veya bu “onun kucağına emrivakiyle bırakılmış bir zehirli hediyedir.” Bunun böyle olduğunu ben biliyorum. PKK’nın silah bırakmasının nasıl mümkün olacağı üzerine TESEV Raporu’nu hazırladığım sırada görüştüğüm devlet yetkililerinden, Başbakan’ın yakın çevresinden, Abdullah Öcalan’ın kendisiyle İmralı’da görüşen heyete ilişkin aktardığı bilgileri benimle paylaşan PKK yetkililerinden biliyorum.
Devletin –üstelik Başbakan’ın yakın çevresi olan- önemli bir bölümünün KCK operasyonlarını yanlış bulduğunu ve karşı olduğunu bizzat kulağımla o kişilerden işittiğim için biliyorum.
O nedenle, evet, Başbakan, “KCK operasyonuna ikna edilmiştir” veya “emrivakiyle kucağına bu zehirli hediye bırakılmıştır.”
Ve, tam da bu nedenle, bazı meslektaşlarımız, değer verdiğimiz bazı arkadaşlarımız KCK konusunda, tıpkı Başbakan gibi üzerine şeker sürülmüş zehirli elmayı ısırmış gözüküyorlar.
KCK sözleşmesinin basına düşmesiyle, birden KCK’nın aslında PKK’nın “paralel devlet projesi” olduğu keşfedildi; böylece, KCK’ya yönelik ne yapılıyorsa, bunun “meşrulaştırılması” sağlanmak isteniyor.
KCK’nın Kandil’den emir aldığını bildirenler de var. Murat Karayılan’ın sıfatının “KCK Yürütme Kurulu Başkanı” olduğu hatırlanırsa, bunun büyük bir “keşif” sayılmaz.
Londra’da “Center for Turkey Studies and Development” adında ömrü bir yılını doldurmayan bir “Merkez” ve başında 30’lu yaşlarının en başında İbrahim Doğuş adlı bir beceri ve yetenek harikası bulunuyor. Bu kuruluş, Türk’ünden Kürt’üne, Alevi’sinden Sünni tarikatçısına, Kıbrıs Türklerine herkese uzanıyor ve Türkiye odaklı çalışmalarının içine dahil ediyor. Şu ara, deprem için büyük yardım topluyor.
Kuruluşun etkisi İngiliz kurumlarının üzerinde hissediliyor. Londra’nın 32 alt belediyesinde 18 seçilmiş Türkiyeli (12’si Kürt ve Alevi) mevcut. Bunların bir bölümünün seçiminde “Center for Turkey Studies”in büyük etkisi var. Seçilenlerin tümüyle de ilişkisi.
“Merkez”, başta İşçi Partisi, bütün İngiliz partilerin üst yönetimi ve taban örgütleri ile de yakın ilişkiler geliştirmiş durumda. Bu yıl 5 Nisan’daki açılışını Başbakan Yardımcısı ve Muhafazakarlar’ın koalisyon ortağı Liberal Parti lideri Nick Clegg yapmış.
Bizim “devlet”, Londra’yı ziyaret eden Tayyip Erdoğan’a görüşmesi sırasında Nick Clegg’e bu “Merkez”in açılışına katılmaması gerektiğini söylemesini telkin etmiş. Nick Clegg, herşeye rağmen, açılışı yapmış.
Yani, dışarıdaki “Resmi Türkiye”, dışarıdaki “Sivil Türkiye”ye, ikincisinin ilişki kurma çabalarına rağmen, uzak duruyor. Uzak durmakla kalmıyor, Başbakan’ı da dolduruyor, İngiliz siyasetçilerine yönelik sonuç alınamayan “kulis”e yöneltiyor.
Van başarısızlığının ardındakiler
Bütün bunların Van depremi tablosuyla ne ilgisi mi var? Var.
Van depremi bildiğimiz, farkında olduğumuz bir gerçeği bir kez daha ama büyük felaket üzerinden acı bir biçimde ortaya koydu. Bir “Devlet’in Türkiye’si”, bir de “Halk’ın Türkiye’si” var. Bunlar pek kesişmiyorlar.
Gelenekleri ve buna bağlı ritüellerini hiç aksatmamalarıyla tanınan İngilizlerin bu özelliğinin simgesi olan Parlamento binasında bunu bozduk. İki saat dolduğu anda terkedilmesi gereken salonu, konuşma uzadığı için iki buçuk saatte terk ettik.
Önceki gecenin unutulmaz gecelerinden biri olması, konuşmanın kendisi değildi. O konuşmanın o binada yapılabilmiş olmasıydı. İngiliz Parlamento binasının kökü 1097 yılına gidiyor. Parlamento’nun girişindeki, yüzyıllar boyu tüm Avrupa’nın en geniş salonu olmuş olan Westminster Hall’dan geçerken, bir yandan Gotik mimari harikasını hayranlıkla izliyor, bir yandan da 900 yılı aşkın tarihini düşünüyor, buradan kimler geldi, kimler geçti diye düşünüyorum, ister istemez.
Binanın büyük bölümü, büyük yangının ardından 1864’te yeniden inşa edilmiş. Merdivenlerinden çıkarken, merdivenlerinden inerken heykeller, heykeller, heykeller... Lord Palmerston, Benjamin Disraeli, William Gladstone, Lloyd-George, Winston Churchill. Tarihimizde yeri olan, dünya tarihinin de çizilmesinde rol almış heykellerden sadece birkaçı.
Parlamentoların Anası’ndaİngiliz Parlamentosu, “Parlamentoların Anası” kabul ediliyor; dünyadaki nice demokrasinin standartları bu binadan çıktı. Her bakımdan heyecan verici bir bina.
Salonlarından birinde, 100 kişiye aşkın bir topluluk önünde, bundan dört ay önce yayımlanmış olan “Dağdan İniş-PKK Nasıl Silah Bırakabilir? Kürt Sorunu’nun Şiddetten Arındırılması” ismiyle kaleme aldığım Tesev raporu, son dönemde Kürt sorununun içinde bulunduğu aşama ve tabii ki, dünyanın birçok yerinde olduğu gibi İngiltere’de de ilgiyle ve hüzünle izlenmekte olan Van Depremi üzerinde konuştum.
İzleyiciler arasında dört de parlamenter vardı. Emma Reynolds, Eric Joyce, Andy Slaughter ve Jeremy Corbyn. Aralarından üçü, şu andaki seçim anketlerinin sonucu iki yıl sonra da geçerli olursa, İşçi Partisi’nin kuracağı İngiliz hükümetinin üç bakanı. İngiliz geleneklerine göre, muhalefetin iktidar olması halindeki bakanlarının kimler olacağı, muhalefetteyken belli oluyor. Şimdiki sıfatları, bu nedenle “gölge bakan”.
Her biri kısa konuşmalar yaparak, toplantıya katkıda bulundular.Ben de konuşmamın başında, Türkiye’nin bir numaralı sorununun tartışılmasına gösterdikleri ilgi ve o akşam saatinde, İngiliz Parlamentosu’nun bu harikulade güzel salonunda yer aldıkları için teşekkür ettim ve “Bu rapor, adres olarak, ülkemin bir numaralı sorununa dair, kendi ülkemin karar vericileri ve parlamenterleri için kalem alınmıştı ama kendi ülkemin hiçbir parlamenteri, sizin gösterdiğiniz ilgiyi göstermedi” dedim.