Toplantıyı ABD’nin dış politika alanında en önemli dış politika kuruluşu sayılan Council on Foreign Relations’ın Ortadoğu (bu arada Türkiye) uzmanı olarak öne çıkmaya başlayan Steven Cook düzenlemişti. Stephen Hadley, övgüler düzdüğü “Yeni Türkiye”yi anlamaya ve oradan hareketle Washington’a anlatmaya çalışacaktı.
Steven Cook’un toplantı gününden bir gün önce The Atlantic’te “Why Turkey’s Dream of Regional Leadership Failed” (Türkiye’nin Bölge Liderliği Rüyası Niçin Başarısızlığa Uğradı) başlıklı bir yazısının yayımlandığını toplantıdan iki gün sonra gördüm. “Türkiye’nin bölge liderliği”nin “başarısızlığa uğradığı”na hükmetmek için çok erken. Bununla birlikte, Cook’un yazısından bazı bölümleri aktarmakta, üzerinde düşünmek için yarar var:
“Rüya”dan uyanmak...
“Son iki gün içinde Türkiye-Suriye ilişkilerindeki keskin bozulmayla birlikte, bazı Türk ve Batılı gözlemciler Ankara’nın ‘sıfır-sorun’ dış politikasının öldüğünü ve gömüldüğünü ilan ettiler... Gerçekleri gözardı etmek sor. Ankara, komşularıyla hiç sorunu olmamasını arzu ettiği bir sırada çok soruna sahip: Suriye, İsrail, Ermenistan, İran Kıbrıs ve AB, sıralayabileceğimiz birkaçı...
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun tüm yeteneklerine rağmen, damgasını vurduğu dış politika pek de vizyonlu değildi. Aslında, esas olarak, konvansiyonel idi. Türkiye’nin bir rol model olmasına ilişkin romantizmi bir yana bırakırsak, sıfır-sorun politikası ekonomik determinizmi ifada eden bir öz taşıyordu: Eğer insanlar daha zengin ve mutlu olurlarsa, statükoyu kabul edeceklerdir çünkü o statükoda ekonomik çıkarlarını geliştirecekler ve elde edilmiş yeni zenginliği tehlikeye düşüreceği korkusuyla sorun istemeyeceklerdir. Dolayısıyla, sıfır sorundan yana olacaklardır.
Bir bakıma, bu, Türkiye’nin Kürt sorunu ile başa çıkmak açısından potansiyel olarak dahiyane bir yoldu. Ticaret engellerini, vize zorunluluklarını kaldırın, Suriye ve Irak’a yatırım yapın, bunun sağlayacağı ekonomik ve siyasi yararlar muazzam olacaktır. Kürtleri daha zengin ve mutlu yaparak, Davutoğlu, onların Türk devletinden kültürel ve ulusal taleplerde bulunma dürtüsünün azalacağını varsaydı. Tam olarak böyle yürümedi. Bölgesel açıdan, sıfır-sorunun yüreğindeki zaaf, herhangi bir rejim tipine yükümlülük duymamasıydı. Sonuç olarak, Ortadoğu’nun eski siyasi düzenine bağlı kalındı.
AKP ülke içinde demokratik değişiklikleri gerçekleştirirken, başbakan ve dışişleri bakanı (bu anlamda) kötü Ortadoğu liderlerini pışpışlıyorlardı. Örneğin Esad, Erdoğan’ın zıddıydı. Türk başbakanı iktidarını ve başarısını Türk toplumuna ilişkin cazip bir vizyon ortaya koymasına, Türklere sosyo-ekonomik çıkarlar sunmasına ve büyük ölçüde karizmasına borçluydu. Bu faktörler her seferinde daha büyük oranlarda halk oyu ile ona geri döndü. Suriye cumhurbaşkanı ise kendi halkının kanını dökmeye razı olduğu için iktidarda kalabilen, zalim bir diktatörün oğludur. Aynı şaşırtıcı ironi Türkiye’nin Kaddafi ile ilişkilerinde de açıktı. Bu rejimler sallanınca ve yıkılmaları Ankara nezdinde zor da olsa mutlak görününce, sıfır sorun politikası kötü bir hesap olarak gözükmeye başladı... Erdoğan ve Davutoğlu kendi siyasetlerini geri almaya zorlandılar. Sıfır sorun politikası şimdi ölmüştür çünkü Kaddafi, Trablus’a güçlerini yığdığı vakit ya da Başşar Esad rejimin kurtarmak için şiddet kullanmaya başlayınca, devamı imkansız hale gelmiştir.
AKP’nin ilkeleri ile bölgedeki fiili durumu arasında açılan mesafeye rağmen, ustaca yapılan kamuoyu oluşturma, ulusal gurura gaz vermeye tümüyle istekli basının bazı bölümlerinin desteği ve uluslararası dış politika elitlerinne ‘Türk modeli’nin yararları konusunda ortaya çıkan konsansüsün bileşimi; AKP’nin dış politikasını korudu. Bunun elbette istisnaları var. Erdoğan, kendisine Arap düyasında yaygın hayranlık uyandıran Gazze’deki pozisyonunda tutarlı oldu. Yine de, eleştirel bakmayı göze alanlar açısından, sıfır sorunlar politikası ve onun sona erişi, ABD, ABD ve diğer küresel güçler gibi, Türkiye’nin de Ortadoğu’da insan hakları ve demokrasi şampiyonu haline gelmesinin, ancak Arapların işleri kendi ellerine almaları ve Ankara’nın dostlarını alaşağı etmeleriyle mümkün olduğu ortaya çıktı.”
911 kilometrelik en uzun sınıra sahip olduğumuz komşu ülkede kanla yol alan “değişim süreci” birçok ezberi bozuyor. Birçok kafayı da karıştırıyor.
Yakın aralarla iki CHP heyeti, Suriye’deki zulüm ve diktatörlük rejimiyle “dayanışma seferi”ne çıkarak Şam’a gitti. Bu davranış tarzı, o çevrelerde gelenekseldir. Bülent Ecevit, Saddam’la dayanışmaya iki kez Bağdat’a koşmuştu.
Daha üstü kapalı “dayanışma” hali PKK’da gözlendi. PKK yayın organlarının belirgin biçimde Şam yönetimini kollar bir dil kullandıkları dikkatten kaçmıyor.
Türkiye’de PKK ile “savaş ortamı”nın “müzakere süreci”nin yerini aldığı bir zaman diliminde, Baas rejimi ile PKK arasında, kökleri PKK’nın Suriye kanatları altında yaşadığı ve 1999’a dek süren uzun yıllara giden ilişkilerin yeniden canlandığına dair emareler mevcut. En azından, Suriye’deki “iktidar çekirdeği”nin, bir başka deyimle “Esad-Mahluf ailesi”nin “Türkiye’ye karşı PKK kartını kullanmak”tan söz ettiklerini, bu düşüncelerini açıkladıkları kaynaktan doğrudan biliyoruz.
PKK’nın “düşmanımın düşmanı dostum” geleneksel ama ham düşünce tarzı nedeniyle”İran-Suriye pisti”nde “dans etmeyi” benimsemesinin “kaybedecek ata oynamak” olduğuna daha önce defalarca değinmiştik.
Suriye rejiminin mukadder çöküşünü gözyaşlarını içine akıtarak izleyen başka çevreler de bulunuyor ve bunların arasında, paradoksal biçimde, bazıları iktidara çok yakın “İslamcılar”ın bir bölümü de yer alıyor.
Bunlar, dünyanın her köşesinde ve Ortadoğu’daki her gelişmenin ardında, ABD’nin yazdığı bir “master plan” bulunduğuna inandıkları ve akılları küfür ile eş anlamlı “BOP”la dolu olduğu için, Suriye ve dolaylı olarak İran’ı karşısına yerleştiren herhangi bir gelişmeye alerji duyuyorlar ve Türkiye’nin Suriye’ye karşı “macera”ya girişmesi ihtimalini öne çıkartıyorlar.
Suriye halkına saygı
Hava kuvvetleri istihbaratı, Suriye polis rejiminin üzerinde oturduğu dört temel istihbarat kuruluşundan biri.
Niçin hava kuvvetleri? Çünkü, bu “muhaberat rejimi”nin kurucusu, baba Esad, bir hava generaliydi. Onun kurduğu yapıdan gelen bir gelenek.
Öylesine bir hedefe yönelmiş olan saldırı, başarılmış olması kadar süresi ve gerçekleştiği mekan bakımından özellikle önemli. Karargah, başkent Şam’ın merkezinin topu topu 3 kilometre kuzeydoğusunda. Yani, başkentin merkezi sayılır. Roketatarlar kullanılarak tam 90 dakika sürmüş.
Ne demek bu?
Birincisi, Suriye’deki “direniş”in kitlelerin silahsız gösterilerinden, “silahlı” evreye geçiş yapmakta olduğuna işaret ediyor.
İkincisi, Suriye ordusunda çatlama demektir. Bu tür bir saldırıyı ancak askerler yürütebilir.
Arap Birliği kararı ile, yani bir anlamda Suriye’de rejim değişikliğinin “Araplaştırılması”yla, ordu içindeki Sünni unsurlar, harekete geçmek için “yeşil ışık” ve “meşruiyet örtüsü”nü elde etmişler demektir.
Ne demek değildir?
Şam’daki ve Bağdat’taki iki rejim “ikiz kardeş” idiler. Baas rejimleri, aralarındaki ihtilaftan ötürü, “tek yumurta ikizi” olmasalar bile, “çift yumurta ikizi”ydiler.
Polis rejimlerinin çekilmezliğini, insan ruhunu nasıl boğduğunu, bireye nasıl bir dayanılmaz hakaret olduğunu, şu anda bulunduğum Polonya dahil olmak üzere, 1987-1990 arasında defalarca geldiğim Doğu Avrupa ülkelerinde tekrar tekrar hissettim.
Zaten, Ortadoğu’daki Baas rejimlerinin, bir başka deyimle polis rejimlerinin başlıca uluslararası destekçileri arasında, Sovyetler Birliği’nin başını çektiği Doğu Avrupa ülkeleri yer alıyordu.
Polis rejimleri, “askeri vesayet” diye nitelenen Türkiye’ye on yıllarca damgasını vurmuş rejim tipinden çok ama çok farklıdır. O tür rejimlerin hüküm sürdüğü ülkelerde, rejimi korumak için oluşturulmuş ve silahlarını kendi halkına çevirmeye göre ayarlanmış kalabalık “köylü” orduları vardır ama rejim, “askeri rejim” değildir. Tepedeki diktatöre bağlı –onun çevresinde örgütlenmiş bir de sivil parti apparatı bulunur- istihbarat kuruluşları, güvenlik bürokrasisi rejimin belkemiğini oluşturur.
O tür rejimlerde, “Muhaberat”ın başındaki kişiler ve istihbarat hiyerarşisi, Genelkurmay Başkanı ya da Savunma Bakanı’ndan, hatta “Başkan Yardımcısı”ndan, bakanlardan daha önemli olmuştur.
Baas marifetleri
Bu tür rejimlerin ordularının, “dış düşman”a karşı pek başarılı olduğu görülmemiştir ama kendi vatandaşlarına silah çekmekte, katliam yapmakta mahirdirler. Saddam, 1988’de Halepçe’de birkaç saat içinde 5000 Iraklı Kürt’ün canını alacak şekilde, zehirli gaz kullanmakta bir an tereddüt etmemişti.
Suriye’deki şimdiki Başkan’ın babası Hafız Esad ise 1982’de Hama’yı kuşatmış, şehirde taş üzerinde taş bırakmamıştı. Birkaç gün içinde hayatını kaybedenlerin sayısı en az 10 bin olarak tahmin ediliyor, 20 bin hatta 30 binden söz edenlere de rastlanıyor.
1 Ağustos 1944’te patlak veren Varşova Ayaklanması’na imzasını AK atmıştır. Bizdeki ile ilgisi yok. “Anavatan Ordusu” anlamına gelen “ArmijaKrajowa”nın baş harfleri.
Polonya başkentine gelir gelmez, tarihi Bristol Oteli’nden oldukça yakın mesafedeki eski şehre doğru yürürken, çeyrek yüzyıldır Varşova’yı defalarca yaşamış biri olarak, sağ yanımda Vistül nehrini işaret edip, arkadaşlarıma, “Ayaklanma başladığında Sovyet Kızılordusu, şu gördüğünüz nehrin öte yakasında bekliyordu. İki ay boyunca, Naziler, Polonyalı vatanseverleri ezerken kıllarını kıpırdatmadılar” dedim.
Zaten İkinci Dünya Savaşı’nın ardından, Sovyet Kızılordusu, Vistül’ün öte yanına geçip, Polonya’da komünist rejimin kurulmasına önayak olmuştu. Bir yeraltı ordusunun efsanevi komutanı General Tadeusz Bor-Komorowski (1895-1966), Nazilerin elinden kurtulduktan sonra Londra’da yaşamış, iki yıl boyunca “sürgündeki Polonya hükümeti”ne başkanlık etmişti. Ülkesinin Nazizm ve komünizmden kurtuluşunu görmeye ömrü yetmedi.
Şu sıra AB’nin dönem başkanlığını yürüten Polonya’nın başkentinin makyajı bir hayli değişmiş ve yenilenmiş. Gece sıfır altına düşen soğuk bile, Varşova’nın yıllar içinde ne kadar yenilenmiş olduğunu görmemi engellemiyor. Bristol Oteli’nde tarihle oynaşmaya devam ediyorum. 1939’dan savaş sonuna kadar Alman işgalcilerini konuk etmiş olan otel, meğerse Birinci Dünya Savaşı sonrası, 18. Yüzyıl’dan sonraki ilk bağımsız Polonya Parlamentosu’nun açılışına da tanıklık etmiş.
Malum, Polonya, iki kez tarihten silinmiş ve büyük komşuları tarafından paylaşılmış bir ülkeydi. Bristol otelinde çok uzun bir süreden beri toplanan ilk bağımsız Polonya Parlamentosu’nda JozefPilsudski Cumhurbaşkanı, ünlü virtüöz piyanist Paderewski de Başbakan ve Dışişleri Bakanı olarak ilan edilmiş.
Otelin girişinde kocaman bir Frederic Chopin büstü dikkatimi çekiyor. Polonya’ya her geldiğimde gözlerimin aradığı AK’ın başkomutanı General Tadeusz Bor-Komorowski’ye ait bir anıtı nedense görmedim. Bu kez de göremiyorum.
Otelden çıkar çıkmaz, Polonya tarihi ile oynaşmamın yerini, Ortadoğu’nun, bu arada Suriye’nin geleceği hakkında yoğun tartışmaya dalmak aldı.
Bizim yılda en az iki kez toplanan “TrilateralStrategyGroup”un (Üçlü Strateji Grubu), 2011’deki son toplantısına ev sahipliği eden Porczynski Gallery binası da tarihi bir bina. Toplantıyı yaptığımız salonun bütün duvarları, içlerinde Rubens de bulunan 17. Ve 18. Yüzyıl ressamlarının dini içerikli, paha biçilmez tablolarıyla dolu.
Süphan, her vakit kendisini olanca ihtişamıyla göstermez. Kimi zaman sis ya da pusun arkasına gizlenir, kimi zaman da bulutlar onu örter, kimselere göstermez.
Van’a, daha doğrusu Van’a son gidişlerimde kalmayı alışkanlık haline getirdiğim Edremit’e vardığımda, ilk sorum, “Sabah uyanınca Süphan görünüyor mu bugünlerde?” olur.
O büyüleyici manzarayı, ondan eksik kalmamak, kendimi sadece Van’a, Edremit’e gidişle sınırlamamak için dizüstü bilgisayarımın duvar kağıdı haline getirdim. Hiç değilse, dizüstü bilgisayarımı çalıştırdığım anda onu görebileyim diye.
Bir İsveç gecesine de, “Van Gölü üzerinden Süphan” görüntüsüyle girdim. Ve, aniden merkez üssünün Edremit olduğu, 5.6 şiddetinde ikinci Van depremi haberiyle karşılaştım. Saray Otel çökmüştü. Van depremine yardım için gelen kurtarma ekiplerinin ve deprem haberlerini iletmek için Van’da bulunan basın mensuplarının üzerine çökmüştü eski otel.
Enkazın kaldırılmaya başlanmasıyla birlikte çirkin gerçekler ortaya saçılmaya başlandı. Ortaya saçıldıkça, yeni bir deprem felaketiyle değil, bir “idari-siyasi cinayet”le karşı karşıya kalınmış olduğu da anlaşılmaya başlandı.
Van, “felaketten cinayete” doğru geçiş yapan bir fay kırığı üzerinde sallanmaya devam ediyor.
Göz göre göre
Hadi 23 Ekim günü yani 17 gün önceki öğleden sonra yüzlerce insanın canını alan 7.2 kuvvetindeki Van-Erciş depremi, bir doğa felaketiydi. Peki, 23 Ekim’den sonra, tüm bölge onca artçı şoktan sonra sallanırken gece vakti Edremit merkez üssünden gelen 5.6 kuvvetindeki deprem de mi doğa felaketiydi?
Malmö’nünyanıbaşında Lund’da İsveç’in en önemli üniversitelerinden birinde “Türkiye’nin seçim sonrası dış politikası ve Arap Baharı”nı konuşacağız. Düzenleyiciler, Lund Üniversitesi Ortadoğu Çalışmaları Merkezi’nin özellikle Suriye konusunda çok uzmanlaşmış olduğunu, konuşmada Suriye konusuna özel bir yer ayırmamız gerektiğini uyarıyorlar.
Bir süredir, “Türkiye’nin yeni dış politikası ve Ortadoğu Baharı” ile yatıp kalkar olduk. Geçen hafta İstanbul’da uluslararası bir toplantı, şimdi İsveç’te aynı konu, birkaç gün sonra Varşova’da keza. Ardından İstanbul’da eski Dışişleri Bakanı MadeleineAlbright ve eski Ulusal Güvenlik Başdanışmanı StephenHadley ile de aynı konuları konuşacağız.
Bu sadece, kişisel olarak bizim payımıza düşenler. Onlarca akademisyen ve meslektaşımız çeşitli coğrafyalarda aynı temalar üzerinde yoğun bir trafik içindeler.
Türkiye’nin, Amerikan medyasının cilveli ama yanlış biçimde “Arap Baharı” adını verdiği, Arap entelektüellerinin –benim de katıldığım haliyle- “Arap Devrimi” ya da “Arap Aydınlanması” diye nitelediği büyük tarihi gelişme sayesinde de, çok dikkate değer, ilgi duyulan bir ülke haline gelmiş olduğu tartışma götürmez.
Zaten tartışmalar da, Türkiye’nin bu tartışma götürmez yeni görüntüsü ve onunla bağlantılı olarak “Arap Devrimi” üzerinde odaklanıyor.
Özgüven ve kibir
Bu yeni “Türkiye profili”nin, Türkiye’ye kamuoyu zemininde ve iktidar çevrelerine başlıca iki etkisi göze çarpıyor; Özgüven ve kibir. Birincisi, etkili bir dış politika yürütebilmek ve geleceğe umutla bakabilmek için zorunlu ve olumlu bir özellik.
İkincisi, izlenen dış politikanın duvara toslamasına, ona paralel olarak içeride özgürlükleri baskı altına almaya kadar varacak tehlikeli eğilimler için zehirli gıda niteliğinde.