14 Ocak 2012
Sorunun silahsız çözümü için aktif rol aldığım süre 30 yılı aştı. Bu 30 yıl içinde soruna ve çözüm yollarına ilişkin yazdığım yazıların istatistiğini tutmam imkansız.
Bir yandan, PKK’nın “devrimci halk savaşı” sıfatını taktığı yararsız ve yanlış silahlı mücadeleden vazgeçmemesi, diğer yandan hükümetin –aksine ne denirse densin- “güvenlik öncelikli” stratejiye geri dönmesive “askeri çözüm”ü öne çıkarması üzerine, bu konu üzerine bilinen, ezberlenmiş görüşleri yazmaya ara vermiştim.
Zira, mitolojideki Sisyphus Efsanesi’e benziyor halimiz. Hani bir kayayı dağın tepesine taşımaya mahkum edilen Kral Sisyphus’un koca kayayı tam zirveye ulaştıracağı sırada, kayanın dağın dibine yuvarlanması ve Sisyphus’un sil baştan aşağı inip, kayayı tepeye tekrar taşımaya başlaması gibi.
Bu konuda yazılmadık, söylenmedik ne kaldı? Gelinen noktada, ne yazsak, onlarca yıldır yazıp söylediklerimizi tekrar etmekten başka ne yapacağız?
Gelgelelim, dünkü yeni KCK dalgasını nasıl görmezden geleceğiz? İstanbul’dan Van’a, Ankara’dan Diyarbakır’a, İzmir’den Siirt’e, Adana’dan Mardin’e, Urfa’yı, Muş’u, Bingöl’ü kapsayan geniş bir dalga ve bir dizi gözaltı.
Yazının Devamını Oku 13 Ocak 2012
Hükümetin “Yeni ve Demokratik Türkiye” için notunu belirleyecek iki önemli “sınav tahtası” var. Biri, Hrant Dink cinayeti davası, diğeri Uludere hesabı. Hrant Dink cinayeti davasına yaklaşım, dün belirttiğimiz ve daha önce defalarca altını çizdiğimiz üzere, hükümet açısından bir “turnusol kağıdı” niteliğinde. Çünkü, bu cinayetin gerçekten aydınlatılması, suçun üç-beş çocuk failin üzerine yıkılarak cinayet dosyasının kapatılmaması ve gerçek faillerinin ortaya çıkartılması, tüm bir “devlet sistemi”nin elden geçirilmesini gerektirecek.
Çünkü, cinayetin arkasındaki “parmak izleri”, öyle “derin devlet” gibi gizemli bir adresi değil, pek de derinlerde olmayan, yüzeye hayli yakın, çeşitli kurumlarıyla “devlet”i işaret ediyor.
Ergenekon-Balyoz, -adli süreçteki tüm yanlışlıklara ve zaaflara rağmen- nasıl “askeri vesayet rejimi”nin geriletilmesi ve Türkiye’nin bir demokratik-hukuk devleti olarak yeniden inşa edilmesinin önünü açması bakımından önem taşıyorsa; Hrant Dink cinayetinin aydınlatılması da eş değerde önemdedir.
Hrant Dink, 2007 Ocak ayında Türkiye “Cumhurbaşkanlığı krizi”ne doğru yol alırken, söz konusu “kriz”in habercisi niteliğinde ve muhtemelen krizi derinleştirmek amacıyla öldürüldü.“Cumhurbaşkanlığı krizi”nin hedefi, bugünkü iktidar partisi ve özellikle iki lideri; bugünkü Başbakan Tayyip Erdoğan ve “krizin aşılması” sonucunda Çankaya’ya çıkan bugünkü Cumhurbaşkanı Abdullah Gül idi.
“Askeri vesayet rejimi”ne dayalı “devlet sistemi”nin son salvosu, 2008’de Ak Parti’nin kapatılma davasıyla geldi. Ak Parti’nin kapatılma davası, Hrant Dink cinayetiyle açılmak istenen sürecin son istasyonuydu.
Hrant cinayeti: Siyasi ve ahlaki sorumluluk
Dolayısıyla, iktidar partisinin ve özellikle Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın, Hrant Dink cinayetinin aydınlatılması konusunda siyasi sorumlulukları kadar “ahlaki” sorumlulukları da bulunuyor.
Bütün bunlara karşılık, cinayetin üzerine gereğince gidildiği söylenemez. Ergenekon sürecine ilişkin duyarlılık, Hrant Dink cinayetinin aydınlatılması için söz konusu olamadı.
Cinayetin arka planının biraz deşilmesi halinde, devlet kurumlarına ve devlet görevlilerine ulaşılabiliyor. En azından, Hrant Dink gibi ülkemizin düşünce ortamında ve demokratik hoşgörü ikliminde olağanüstü bir rol oynama potansiyeline sahip eşsiz bir insanın İstanbul’un ortasında, güpegündüz arkasından vurulmasında, devlet görevlilerinin vahim ihmali bulunduğu apaçık ortada.
En azından, jandarmasından polisine uzanan güvenlik birimlerinin değişik ölçülerde ama bir şekilde rol sahibi olduğu kuşkusu mevcut. Cinayetten 24 saat sonra Ogün Samast’ın jandarmayla birlikte Türk bayraklarının altında çektirdiği fotoğraflar hafızalarda duruyor.
Ama daha ilk günlerden başlayarak, cinayet, Trabzon’un Pelitli beldesindeki birkaç kişinin ismi etrafında dolandırıldı. Böyle bir yolla, “devlet”, kurumları ve görevlileriyle adeta marke edildi.
Oysa, savcıların ve mahkemenin tüm kayıtsızlığı, emniyet teşkilatının tüm hevessizliği ve TİB’in tüm oyalama, ayak sürüme tavrına rağmen, cinayet sanıkları ile olay mahallinde bulunduğu anlaşılan 5 kişi, olay mahalli dışında ise 14 kişiyle telefon görüşmesinin yapıldığı saptandı. Yani, en azından failler, üç-beş değil, en az 15-20 kişi. Ortada, “devlet şemsiyesi”nden yararlandırılan bir “cinayet örgütlenmesi” olduğu seziliyor.
Gelgelelim, mahkeme bu “olgu”yu göz önüne almadan muhtemelen haftaya –Hrant’ın 5. ölüm yıldönümünde- karar verecek. O üç-beş kişinin ağır cezaya çarptırılacağı besbelli.
Cinayet aydınlanmış olacak mı? Devlet aygıtı ve görevlilerinin cinayetle ilgili sorumluluğu ceza görmüş olacak mı?
Uludere’den esirgenen özür
İkinci konu, Uludere’de çoğu çocuk 34 vatandaşımızın F-16 bombardımanı sonucu öldürülmesi. Dış basında olayın “Türkiye’nin 11 Eylül’ü” olarak yorumlayanlar dahi var.
O kadar iddialı yorumlara gitmeyelim; bazı BDP’liler gibi olayın “planlı ve kasıtlı” olduğunu aklımıza bile getirmeyelim. Ama, yapılan kocaman “yanlış”ın sorumlularının “cezalandırılması”ndan bile vaz geçtik; hükümetin akıl almaz duyarsızlığını nasıl açıklayacağız?
Üstelik, hayatını kaybeden 34 kişinin bazıları korucu ailesi mensupları. Aileler, çok ama çok öfkeli. İki “şey”in üzerinde duruyorlar:
1. Hükümetin “özür” dilemesi;
2. “Yanlış”ın “failleri”nin ortaya çıkartılması.
Bunu yapmak niçin zor, anlamak mümkün değil. Dersim 1938 için, -kimilerince yarım yamalak sayılsa bile-, özür dileyen, Dersim’e ilişkin devlet arşivlerini açan bir Başbakan, Uludere’deki 34 çocuk için, onları polemik konuşmalarına malzeme olarak kullanmak yerine, özür dilese ne olur?
Sadece, büyür.
Bunu, hangi mülahazayla yapmıyor? Yapmamasının siyasi getirisi ne?
Ben çözemiyorum. İtiraf edeyim, anlamıyorum da.
Fakat, Uludere’ye ilişkin iktidar duyarsızlığı ve özür dilememe inadının götürdüğü çok şey var. Elle tutulur, gözle görülür cinsten değil. Ama çok ve çok önemli bir şey yitiriliyor. İktidar sahiplerinin inandırıcılığı, güvenilirliği. “Kamu vicdanı”nda bütün bunlar kayboluyor.
Kürtlerin bu ülkeyle “ruhsal kopuşu”nun Uludere ile arttığını sanmıyorum. Bu ülke, onların da ülkesi. “Ruhsal kopuş”, toprağa ilişkin değil. Yani, kimse merak etmesin ve korkmasın “bölünme tehlikesi” söz konusu değil. Uludere katliamı ama daha da önemlisi, ardından takınılan “resmi tavır”, Kürtler ile devlet arasındaki epey zayıflamış “manevi bağlara” hasar verdi mi diye sorarsınız, evet hem de ağır bir hasar.
Ak Parti iktidarı, mağduriyetten yola çıkarak, kendini kaybetmeden devletin dümenini ele geçirmesi bakımından ilginç bir deneyimdi.
Kendisinin “devlet”e dönüşmeye başlaması ise hiç ilginç değil. Onun içinde erimeye başladığı devleti, onyıllardır tanıyoruz biz.
“Devlet” yöneten Ak Parti’ye evet; “devlet”leşen Ak Parti’ye değil.
Yazının Devamını Oku 12 Ocak 2012
Bir süredir Türkiye’nin çok uzağındaydım. O süre zarfında Türkiye’de çok ve niteliği bakımından çok önemli gelişmeler oldu. Bu çok önemli gelişmelerin başında, kuşkusuz, emekli Orgeneral İlker Başbuğ’un tutuklanması geliyor. Cumhuriyet tarihinde ilk kez Genelkurmay Başkanı sıfatı taşımış bir kişi, görev süresinin sona ermesinden yaklaşık bir yıl sonra tutuklandı. İlk değil, Rüştü Erdelhun da tutuklanmıştı diyerek Başbuğ’un tutuklanmasının olağandışı olmadığını ileri sürmenin ve hafife almanın alemi yok. Rüştü Erdelhun, 27 Mayıs (1960) askeri darbesi üzerine tutuklandı. Aynı şey değil.
İnternet andıcı nedeniyle tüm karargahının tutuklu bulunmasına karşılık, karargahın en tepesindeki yetkili subayın dışarıda kalması, ilk bakışta, anormal sayılmayabilir. “Askeri vesayetin geriletilmesi, demokrasinin sağlamlaştırılması, hukuk devletinin kök salması” gibi gerekçelerle buna alkış tutanlar da olabilir.
Oldu da zaten.
Ama, İlker Başbuğ’un tutuklanmasını Türkiye’den çok uzaklarda, Vietnam’ın başkenti Hanoi’de duyduğum anda, “rahatsız” oldum. “Rövanşist” isteriye kapılmadım.
12 Mart 1971’den beri her askeri darbe ve müdahalenin (28 Şubat Postmodern Darbe dahil) birincil derecede mağdurlarından olmuş benim gibi birisinin, İlker Başbuğ’un tutuklanmasından rahatsız olmam, ilk bakışta, tuhaf gelebilir.
Rahatsız oldum çünkü İlker Başbuğ’un tutuklanması, Türkiye’de her türlü anti-demokratik uygulamanın gerekçesi haline getirilen TMK’nın “terör örgütü kurmak ve yönetmek” maddesine dayandırıldı. İlker Başbuğ’a her türlü isnadı yöneltebilirsiniz ama “darbeci” olduğuna, “terör örgütü kurduğu ve yönettiği”ne kimseyi inandıramazsınız.
İnandıramazsınız, çünkü darbe amaçlı bir faaliyet olduğuna dair yeterince bulgunun ortaya çıktığı Ergenekon’la ilgili Ayışığı, Sarıkız gibi planlarda İlker Başbuğ’un “darbe girişimleri”ne katılmadığı belgelenmiş durumda. Başbuğ, iki yıl Genelkurmay Başkanlığı yaptığı ve onbinlerce silaha hükmettiği sırada askeri vesayet geleneğine uygun binbir kötü davranış ortaya koydu ama bunları “darbecilik”le niteleyemezsiniz, “terör örgütü kurmak ve yönetmek”le hiç.
İnternet andıcı, evet, suçtur ama İlker Başbuğ’u “terör örgütü kurmak ve yönetmek”ten ötürü içeri atarsınız, internet andıcı bir yana Ergenekon ve Balyoz davalarının meşruiyetini de sorgulatmaya başlarsınız. Başlandı bile.
Ergenekon ve Balyoz soruşturmalarının meşruiyetine gölge düşmesi, Türkiye’nin demokrasi doğrultusu bakımından tehlikelidir.
Siyaset suç haline gelirse...
Türkiye’de “doğru” ve “yanlış”, bir “yargı tahakkümü” görüntüsü altında öylesine karışmaya başladı ki, Avrupa Konseyi önceki gün Türkiye Raporu’nda yargı sisteminde insan haklarından yararlanma ve ‘tarafsızlık, bağımsızlık ve etkililik’ bakımından “olumsuz” bir tabloya dikkat çekti. Etkili Financial Times gazetesi ise dün, Türkiye’nin giderek bir “otoriter rejime” savrulmaya başladığını vurguladı.
Bunlar, hayırlı işaretler değil.
Tıpkı, ana muhalefet partisi genel başkanı hakkında “fezleke” hazırlanmasının da hayırlı bir işaret olmaması gibi. Bunu da, “böyle binlerce fezleke hazırlanıyor, nasılsa yürürlüğe konulmaz” diye hafife almak olmaz. Burada, konu, Türkiye’nin nasıl bir “siyasi iklim” içine sokulduğu.
Pekala eleştiri sınırları içinde sayılabilecek sözlerinden ötürü ana muhalefet lideri hakkında “fezleke” düzenleniyor; 2000’lerin başlarındaki darbe girişimlerinden uzak durmuş, arkasından TSK’nın başına geçip, iki yıllık görev süresini bitirip emekli olmuş bir genelkurmay başkanı “terör örgütü kurmak ve yönetmek”ten içeri atılıyor. Yasal alanda faaliyet gösteren bir siyasi partinin yüzlerce, binlerce üyesi “KCK operasyonları” sonucu içerde. Aynı gerekçeyle, bir spor kulübünün yöneticileri ve gazeteciler tutuklu.
Bu, olağan bir görüntü müdür? İyi bir fotoğraf mıdır?
Bunu, “demokrasinin yerleşmeye başlaması” ile, “yeni Türkiye” ile açıklamak ne derece ikna edici oluyor sanıyorsunuz?
Bu fotoğrafın, Ergenekon’dan Balyoz’a, bir dizi gerçek darbe girişimine yönelik soruşturmaların haklılığına gölge düşürdüğünü gerçekten fark etmiyor musunuz?
Ali Bayramoğlu, geçen gün “Bu sorun, özel yetkili mahkeme ve savcıların ‘özgürlüğün ruhu’nu dikkate almayan, ‘fikir ile eylem’, ‘suç ile siyaset’ arasındaki çizgileri önemsemeyen uygulamalarıdır” diye yazdı ve buna başta Terörle Mücadele Yasası olmak üzere yasal düzenlemelerin imkan verdiğini belirterek “Bu yasa bugün Ergenekoncuları, yürüyüş yapan sıradan öğrencileri, Fenerbahçe yöneticilerini, emekli genelkurmay başkanını eşitleyen bir yapıda... Dahası, fikir ile eylemi, suç ile siyaseti eşitleyen bir yapıda” diye de ekledi.
Siyaset ile suç ayrımını doğru dürüst yapamayan, bunun önüne yasal düzenlemelerin kolaylıkla dikildiği bir ülkede, siyaseti suç halinde yorumlamaya başlar ve buna “hukuk devleti” dersek, çok tehlikeli sulara sürüklenmeye başlamışız demektir.
Hrant Dink davası: Turnusol kağıdı
Öyle bir “hukuk devleti” ki, Hrant Dink cinayeti davasında kılını kıpırdatmadı, savcının göz ardı ettiği, mahkeme heyetinin göz önüne almaktan kaçındığı, emniyetin destek vermediği suç delillerini müdahil avukatlar ve Hrant Dink’in oğlu Arat Dink, amatörce ama titiz bir çalışmayla ortaya çıkarttı. Cinayet zanlılarının, olay mahallinde 5 kişiyle, olay mahalli dışında 14 kişiyle telefon görüşmesi yaptıklarını, yani “yalnız olmadıklarını” kanıtladılar. Oysa, beş yıldır ve karara beş kala, mahkeme başka türlü götürdü bu davayı.
Hrant Dink davasında “adalet” ortaya çıkarılmazsa, Uludere katliamının sorumlularına “fatura” çıkmazsa, hükümet, Dersim 1938 için dilediği yarım yamalak özürü bile, Uludere 2001’den esirgerse, demokrasi yolunda ilerlediğimize inananların sayısı her geçen gün daha da azalacak. 12 Eylül dosyası açılmış ve Kenan Evren ile Tahsin Şahinkaya hakkında soruşturma başlatılmış olsa bile.
12 Eylül Anayasası ile yönetilmeye devam ettiğimizi unutmayalım. “Yeni Anayasa”dan haber var mı? 12 Haziran’dan bu yana yarım yıldan fazla zaman geçti de...
Yazının Devamını Oku 31 Aralık 2011
2011'den çok daha iyi geçmesini istediğim bir 2012 diliyorum.
Yılın son günü. İyi bir yıl değildi 2011. Bugün 2011’e nokta konacak olmasından, kendi payıma, memnunum. Yeni olan her şeyde olduğu gibi, yeni bir yıl da umut getirir. Ya da insanoğlu, öyle düşünmeyi yeğler. Bu bakımdan, 2011’in bitmesi, 2012 ile buluşacak olmamız, yeni umutlara yelken açmamız için iyi bir şey.
2011, benim için iyi başlamadı. Yılın ilk çeyreğinde annemi yitirdim. Kendimi bildim bileli, ilk kez, bu kez yeni bir yıla anneme “İyi yıllar” diyemeden gireceğimi biliyor olmak bile, 2011’i bir an önce geride bırakmaya hevesli olmak için yeterli bir neden.
Yılın sonunda da ölüm kavramıyla fazla haşır neşir olduk. Geçen hafta Aydın Menderes hayatını kaybetti. Hiç beklemediğim bir anda ölüm haberini aldığımda burnumun direği sızladı. Aydın Bey ile bir dönem bayağı yakın dost olmuştuk. Oldukça sık sayılabilecek aralıklarla birbirimizi görürdük. Derin ve bir insanın hayatında ender rastlayabileceği ölçüde bir insandı. Tam bir entelektüeldi. Hem de bu ülkenin toprağının dokusunu sanki cildinin tüm gözeneklerine sindirmiş bir halk adamı. Allah ona gani gani rahmet eylesin.
Ve, 2011’in noktalanmasına 48 saat kala, Irak sınır boyundan yüz kızartıcı bir mini-katliam haberi geldi. 35 vatandaşımız, ‘resmi dil’in tanımıyla bir ‘operasyon kazası’na kurban gitti.
‘Operasyon kazası’ ama maliyeti aynı aileden 29 kişi, 35 kadersiz ya da ülkemizin ‘yanlış yeri’nde doğduğu ve yaşadığı için ‘kötü kaderli’ olan insanların canı alındı hiç yere. ‘Yanlış yer’, zira ‘terörle savaş’ olmasa, o ‘savaş’ın coğrafyası, ‘35 can’ın yanlışlıkla F-16 bombaları altında paramparça olduğu coğrafya olmasa, böyle bir ‘operasyon kazası’ da olmazdı demeye getiriliyor resmi ağızlarda.
2012’de siyasi karar vericinin daha vicdanlı, daha serinkanlı, daha bilgece ülkemize ve dünyamıza bakmasını bekleyelim. Yoksa 2011’in son günlerine gelinen kafayla 2012’ye girersek; 2012’in sonunda, 2011’in bu kötü son gününü arayacak hale de gelebiliriz.
Yazının Devamını Oku 28 Aralık 2011
Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, Kürt sorununa ilişkin son günlerin en umut verici açıklamasını Başbakan Tayyip Erdoğan’ın önünde yaptı. O gün bugündür, niçin Bülent Arınç’ın açıklamasına hiç değinmediğime ilişkin sorulara muhatap oluyorum. Elle tutulur, somut bir gelişmeye tanık olmadıkça, açıklamalardan yola çıkarak iyimserliğe kapılmaktan ve sağa sola iyimserlik aşılamaktan vazgeçtim.
Arınç’ın açıklamalarına da bu nedenle değinmedim. Basmakalıp bir cümleyle ifade etmek gerekirse, “malı görelim”; yani “yapın da inanalım”.
Bülent Arınç’ın açıklamasını destekler mahiyetteki “ikinci vaat salvosu”, bir diğer Başbakan Yardımcısı, üstelik “Demokratik Açılım Koordinatörü” sıfatı taşıyan Beşir Atalay’dan geldi. Sabah gazetesinin dün manşetinden Beşir Atalay’a dayanarak verdiği habere göre, “Demokratik Açılım’da ikinci dönem başlıyor”.
Haberin giriş paragrafında şu cümle dikkat çekici:
“Kürt sorununun ‘güvenlik’ sorunu olmadığı düşüncesinden yola çıkarak, Terörle Mücadele Kanunu ve Türk Ceza Kanunu’nda ağır, sert ve insan hakları ihlallerine neden olacak maddeler ayıklanacak.”
Bu “düşünce”yi savunmaktan ve dolayısıyla ne yapılması gerektiğini söylemekten dilimizde tüy, yazmaktan kalemimizde mürekkep tükendi bunca zamandır.
Başbakanlık, Adalet ve İçişleri Bakanlıkları ile Kamu Güvenliği Müsteşarlığı’nın bir süredir birlikte yürüttüğü çalışmalar sonucunda anlamlı ve içerikli bir “paket” hazırlandığı iddialarından haberdardık. AB Komisyonu’nun Genişlemeden sorumlu üyesi Stefan Füle’ye son ziyaretinde Aralık 2011 ya da Ocak 2012 itibarıyla TCK ve TMK’daönemli değişiklikler ve ayıklamalar yapıldığı sözlerinin verildiğini öğrenmiştik.
Sabah gazetesindeki habere bakılırsa, TMK’nın 7. Ve TCK’nın 220. Maddesi üzerinde “ince ayar” yapılacakmış. TCK 220/8’de “terör örgütünün veya amacının propagandasını yapmak suç”, ayrıca “TCK 220/7’de “örgüt üyesi olmamakla birlikte, örgüte bilerek ve isteyerek yardım eden kişi”nin “örgüt üyesi olarak cezalandırılması” öngörülüyor.
Bu maddeler ve söz konusu fıkraların geniş –hatta keyfi- yorumu nedeniyle, binlerce kişi ağır hapis istemleriyle tutuklu ve yargılama sürecinde.
Yazının Devamını Oku 27 Aralık 2011
Binlerce Fenerbahçeli, önceki gün İstanbul’da Kadıköy Meydanı’nda toplandılar ve “adalet” için haykırdılar, 10 Temmuz’dan beri Metris Cezaevi’nde yatan Başkan (Aziz Yıldırım) ve yöneticileri (Şekip Mosturoğlu, İlhan Ekşioğlu, Tamer Yelkovan ve Cemil Turan) için dayanışmalarını ortaya koydular.
Binlerce Fenerbahçelinin –milyonlarcası adına- Kadıköy’deki gösterisini “Fenerbahçe Sokağı”nın Kadıköy Meydanı’nda buluşması olarak niteleyebiliriz. Bu büyük toplumsal hareketi gerçekleştirenler, isimsiz Fenerbahçeliler idi ve bunu sosyal medya aracılığıyla gerçekleştirdiler. “Arap Baharı”nda çeşitli ülkelerde rastlanan, Türkiye’de eşi görülmemiş bir olay.
Olayı, bir twit şöyle tanımladı: “Bugün bu ülkede direnişin/itaatsizliğin adı Fenerbahçe, Metris’tekiler de simgesi olmuştur. Son sözü biz söyleyeceğiz. Çünkü haklıyız!”
Olayın özeti budur.Bir başka yorum ise, “Fenerbahçe’nin Türkiye’nin en büyük sivil toplum hareketi” olduğu yönündeydi.
Adaletsizliğe karşı
Bir spor kulübünün milyonlarca sevdalısının “adalet” talebiyle aylardır sokaklara dökülmesi, bir yanıyla üzerinde ciddiyetle durulması gereken toplumsal bir olaydır; bir diğer yanıyla ise, ister istemez, siyasi sonuçlar üretecek niteliktedir.
Fenerbahçe ile toplumsal gelişme ve siyaset sahnesi arasında “adalet” kavramı üzerinden kurulmuş ciddi bir ilişki söz konusudur ve Fenerbahçelilik, şiddetli bir dip dalgayla kendiliğinden “politize” olmaya başlamıştır. 3 Temmuz’da, Aziz Yıldırım ve bir kısım çalışma arkadaşlarını içeriye alarak sözde “temiz toplum” ve “temiz futbol ortamı” gerekçesiyle başlatılan ve Fenerbahçe’yi hedef alan “tertip”ten sonra, ortaya göz ardı edilemeyecek bir “toplumsal enerji”yi ifade eden “Fenerbahçe Sokağı” çıkmıştır.
O günden bugüne olan-biteni koyu ve fanatik taraftarlık ile açıklamaya çalışmak, “toplumsal körlük” ile eş anlamlı hale gelmiştir. 3 Temmuz’un hemen ardından bu köşede, eğer ortaya atılan iddialar gerçek ise, iddiaların muhataplarına en büyük tepkiyi kendilerini aldatılmış hissedecek olan –ben dahil- Fenerbahçelilerin göstereceğini yazmıştım.
Ama, aradan birkaç gün geçmeden, McCarthyist bir medya kampanyasıyla yürütülen “cadı avı”nın ne derece tutarsız, kof ve haksız olduğu milyonlarca Fenerbahçeli tarafından görüldü. “Fenerbahçe Sokağı” bunun üzerine doğdu.
Yazının Devamını Oku 23 Aralık 2011
Önceki gün Hosrof (Orhan) Dink aradı. Üç kardeşin ortancası, Hrant’ın bir küçüğü. Hürriyet gazetesinde sürmanşetten verilen açıklaması için görüşlerimi sordu. “Bir yanlış varsa, bir açıklama daha yapayım” dedi. Aramızda öylesine bir güven ilişkisi var.
Hosrof Dink, Fransa Ulusal Meclisi’nde dün kabul edilen yasaya ilişkin, Türk kamuoyunda ve aynı zamanda devlet nezdinde büyük sempati yaratan bir açıklama yapmıştı. Açıklaması, Hrant’ın 2006 yılında aynı konuda yaptığı açıklama ile aynı doğrultudaydı.
2006’da “Ermeni soykırımını inkarı cezalandırma”yı öngören yasa tasarısı, Fransız parlamentosuna sevk edildiğinde, Hrant Dink –ki, kendisine karşı çıkması için çağrı yapanlardan biri de bendim- çok anlamlı bir tepki göstermiş ve “Gidip Paris’in ortasında, Concorde Meydanı’nda soykırım olmamıştır diye bağıracağım” diye haykırmıştı. Hrant Dink, o sırada öldürülmesine giden yolları döşeyen TCK’nın 301. Maddesi’nden yargılanmaktaydı.
Ne Hrant, ne de onunla aynı doğrultuda Fransa’daki gelişmeye karşı çıkan Hosrof Dink, soykırım olmadığı kanaatinde olan kişiler değiller. Karşı çıkışlarının nedeni de, soykırım olmamış olduğu değil.
Bu konunun, Fransa’da bir ceza hukuku konusu olmasının, konunun asıl tartışılması gereken yer olan Türkiye’deki süreci sıkıntıya sokacağı için karşı çıktılar. Türkiye’de zaten hayli sorunlu olan “düşünce ve ifade özgürlüğü” üzerindeki olumsuz etkisini görerek karşı çıktılar.
Nitekim, dün ilk ayağı kabul edilen (uygulanabilir yasa haline gelebilmesi için daha önümüzdeki ay Senato’da da kabul edilmesi gerekiyor) yasanın Fransız Ulusal Meclisi’ne sevk edilmesiyle birlikte, Türkiye’de, tahmin edilebilecek türden, “kaba milliyetçi bir akıl tutulması” yaşanmaya başlandı. Önüne gelen, TÜSİAD ve TOBB başkanları dahil, Paris’e koşup “infialimizi”, şantaj ölçülerine de başvurarak, ortaya koymaya çalıştılar.
İfade özgürlüğüne kısıtlama
Bu büyük tepkinin nedeni, Türkiye’nin “düşünce ve ifade özgürlüğünün kısıtlanması”na ilişkin duyarlılığı olsa amenna. Türkiye, henüz, bilinen “inkarcı” tutumun devamı olarak, “soykırım olmamıştır” noktasından hareket ederek, tepki veriyor. Öyle ki, Hosrof Dink’in açıklamasını da saptırıp, “dayanaksız iddialara karşı duymak istediğimiz ses” diye niteleyenler var.
Bu tavrın hiçbir etkisi olmayacağını şimdiden bilmemiz gerekiyor. Fransa’ya karşı çıkma gerekçesi, sağlam bir argümana oturtulmalı. Yüzbinlerce Ermeni’nin yaşadığı Los Angeles’te yayımlanan ve ABD’nin etkili gazetelerinden Los Angeles Times’ın önceki günkü başvurusunda vurgulandığı gibi.
Yazının Devamını Oku