Cengiz Çandar

2011 Avrupa Şampiyonu; 2012’de de iddialı...

28 Ocak 2012
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), 2011 yılı “ülkeler sicili”ni açıkladı. En fazla mahkum olan ülkeler sıralamasında Türkiye birinci. Bu, hiç övünülecek bir birincilik değil haliyle. AİHM’in mahkumiyet listesinde Türkiye, uzak ara birinci hem de. AİHM, 6’sı insan hayatına kast, 38’i işkence ve kötü muamele olmak üzere 159 davada Türkiye’yi mahkum etti. Demokrasi sicilinin çok bozuk olduğu bilinen Rusya, 121 davayla Türkiye’yi ikinci sırada izliyor. Ukrayna ise 105 mahkumiyet ile üçüncü sırada.
Rusya ve Ukrayna’nın yaklaşık yirmi yıl önce totaliter rejimlerle yönetilen ülkeler olduğu hesaba katılırsa, “Hür Dünya” üyesi sayılan Türkiye’nin “yargı sicili”nin bu ülkelerden dahi kötü olması utanılacak bir durum.
AİHM’in bir önemi de, “ulusal yargı”nın demokrasi ve adalet ölçülerine göre, “sağlaması”nı yapıyor olmasıdır. AİHM kararları, bir ülke açısından “insan hakları karnesi” anlamını da taşıyor.Türkiye, sınıfta çakmış durumda.
İç hukuk yollarının tıkanması üzerine AİHM’e başvuru istatistiği bakımından ise, Türkiye, Rusya’nın ardından ikinci sırada. Yani, Türkiye yargısı, bu haliyle devam ederse, 2012 yılında da “Mahkumiyet Şampiyonluğu”nu kaptırmayabilir.
Türkiye’nin mahkum edildiği davaların önemli bir kısmını, yargılama süresinin uzunluğu, adil yargılama hakkının ihlali, kötü muamelenin yasaklanması, etkili soruşturma hakkının ihlali gibi şikayetler oluşturuyor.
Hükümetin kısa süre önce açıkladığı “Yargı Reformu Paketi”, bu konularda görece bir ilerlemeyi ifade ediyor olsa da, derde deva niteliğinde değil. Hükümetin, yargının toparlanması işine bir an önce el atması şart. Şart, çünkü “adaletsizlik” karabasanı altında yaşayan bir toplumu 21. Yüzyılın ikinci on yılında yönetmekte çok zorlanır.
Yargının hali pür melali, giderek Türkiye’nin ve dolayısıyla hükümetin en acil halletmesi gereken sorununa dönüşüyor. Yargıyı polisten ayırdetmek imkansız. Özellikle, özel yetkili mahkemeler, polisin yönlendirdiği, polis operasyonlarının yargısal onay mekanizmaları görüntüsünde.
“Otoriter rejim” kaygıları ve bu yöne sapıldığı iddiaları çok büyük ölçü de bu “olgu”dan kaynaklanıyor. Polis, yürütmenin alanında. Bu bakımdan, yargının ve yürütmenin “gedikleri” birbirine eklemlenmiş oluyor ve hükümetin üzerine sadece radikal bir yargı reformu yapmanın ötesinde ciddi ve ağır bir sorumluluk yükü biniyor.
Hrant Dink mahkemesi kararı, bu duruma çarpıcı bir çıplaklıkla yansıttığı için, müthiş bir kamusal infial yarattı ve eleştiri oklarının soruşturma sürecindeki tutumu üzerinden hükümete yönelmesine de vesile oldu.
İktidar partisinin önde gelen isimlerinden Hüseyin Çelik, dün “hem Ergenekoncu hem de Hrantçı olanları görmekten hayrete düştüğünü”, “Hrant Dink cinayetinin arkasında ulusalcıların olduğunu, bugün Ergenekon’dan tutuklu olan birçok ismin Hrant Dink’e karşı kampanya yürüten, duruşmalarında saldırgan tavırlar ortaya koyan kişiler olduğu” söyledi.
Doğru söyledi. Hrant Dink ismi, geçen hafta 14. Ağır Ceza Mahkemesi kararının oluşturduğu toplumsal öfke sayesinde, iktidar karşıtları, Tayyip Erdoğan ve hükümet muhaliflerinin üzerinden harekete geçecekleri bir zemin oluşturdu. Hrant Dink ismini ağızlarına alacak en son kişiler, Ergenekoncular ve Ergenekon muhibleridir.
Ne var ki, bu, hükümetin Hrant Dink cinayeti davası arkasına gereken “siyasi irade”yi koymadığı gerçeğinin üzerini de örtemez. Ergenekon karşıtı olarak, hükümeti Hrant Dink davası konusunda eleştirenlerin söylediği tek şey var: Etkili soruşturmanın gereğince yapılmasında üzerine düşeni yapmamak.
AİHM’in 2010 yılında Hrant Dink davası ile aldığı kararında aynı noktaya vurgu yapılmıştı. AiHM Başkanı Nicolas Bratza da Türkiye’nin “2011 Avrupa kötü yargı şampiyonluğu” üzerine yaptığı açıklamada, “yaşam hakkı, tutukluluk ve yargılama süresinin uzunluğu adil yargılama ve etkili soruşturma hakkının ihlali” üzerinde özellikle durdu.
Hrant Dink davası, hükümet için “Adil Türkiye”ye gidiş yönünde olumlu bir “kırılma noktası” ve dolayısıyla bir fırsat olabilir. Devlet Denetleme Kurulu’nun bir yıldır sürdürdüğü çalışmasını çok yakında tamamlaması bekleniyor. Şimdilik dışarıya sızan bilgilerde, kamu görevlileri hakkında soruşturma açılması talebinin yer alacağı öğrenildi.
Başbakanlık Teftiş Kurulu da, benzer sonuçlara varmıştı. Yürütme kımıldamamıştı.
Başbakan’ın polis-yargı ekseninden pek hoşnut olmadığına dair verdiği sinyallerden haberimiz var. Şimdi hareket geçmek vakti. Zira, Türkiye’nin “2011 Avrupa Kötü Yargı Şampiyonu” ve 2012’de bu unvanını korumasının muhtemel olması, yargıya değil, dönüp dolaşıp hükümete yazılacak.
Düzeltme: Önceki günkü yazımda Musa Anter’in oğluna Türkiye’ye gelerek babasının mezarını ziyaret izni verildiği gün, Musa Anter’in kitaplarının yasaklandığını yazmıştım. Yasaklanmamış. Kitapları hakkında soruşturma açılmış. Hükümet çevresindeki kanı, bunu, bir savcının Anter’in oğlunun gelişine karşı kendince hamlesi olarak yorumluyor. Yargının bir bölümünün yürütmeye bir tür meydan okuması yani.
Yazının Devamını Oku

“Asi”ye çıksa da adımız...

27 Ocak 2012
Fenerbahçe camiasında, Başkan Aziz Yıldırım’ın gözaltına alındığı tarih olan 3 Temmuz 2011’den sonra bestelenen şarkıların sayısında büyük artış oldu. Bunlardan birinin dizeleri şöyle: “Asiye çıksa da adımız;
Duyan duysun;
Bilen bilsin;
Öyledir bizim sevdamız”
Milyonlara varan tutkulu taraftara sahip bir camianın “Asiye çıksa da adımız” dizesinin geçtiği şarkılar söylemesi ilginç. Altı ucu spor alanında yarışan bir kulübün milyonlarında “isyan” duygusu oluşması ve “sevda” uğruna –ki o sevda Fenerbahçe sevdası- “asi” sıfatını kabullenmesi, ilginç bir psikoloji ve sosyoloji konusu olmalı.
“Fenerbahçe isyanı”nın hedefi de “adalet” ve “adalet”in yerine gelmesi için “hukuk”. Bu uğurda milyonlarca kişinin “asi” olmayı kabullenmesi hali.
Konunun arka planı herkesin malumu. Fenerbahçe’nin futbolda geçen yıl kazandığı şampiyonluğunun “maç bağlayarak” yani “şike” yapıldığı ve rakiplerine “teşvik” verilerek “kural ihlali” sayesinde elde edildiği iddiası üzerine Kulüp Başkanı Aziz Yıldırım ve bir dizi yönetim kurulu üyesi tutuklandı. Takımın küme düşürülmesi ve şampiyonluğunun elinden alınması gündeme geldi.
“Şike” ile elde edilmiş şampiyonluk, şampiyonluk olamaz ve Fenerbahçe’nin milyonları da böylesine gayrı ahlaki bir şekilde kazanılmış başarıyı istemiyor zaten.
Öyleyse, bu “isyan” neyin nesi?
“İsyan”, iddiaların gerçek olmadığına ve Fenerbahçe’nin “kirli bir tertip”e alet edilmesine dair inançtan kaynaklanıyor.
Eğer, iddia çok sağlam delillere ve bulgulara dayanıyor olsaydı, kimsenin söyleyecek sözü olamazdı.
3 Temmuz 2001’den sonra yazdığım ilk yazıda da bunun altını çizmiştim. Gelgelelim, birkaç gün içinde iddiaların temelsizliği ya da çürüklüğü öyle ayan beyan ortaya çıktı, benim 28 Şubat’tan beri tanık olduğum “medya operasyonu” ile “yargısız infaz” görüntüleri o kadar belirgin hale geldi ki, “adaletsizlik” ve “hukukun alenen çiğnenmesi”ne karşı sesimizi yükselttik.
Tabii, özellikle “sosyal medya”da“kör fanatiklik” suçlaması da ardından geldi.
Bu iddiayı ileri sürenlerin hiçbiri Fenerbahçe taraftarı değil. Aslında hepsi kendi taraftarı oldukları spor kulüpleriyle ilişkileri açısından “kör fanatik” ama kendi özelliklerini bize yükleyerek “adaletsiz” uygulamanın paravanası oldular.
Kendi payıma, evet, ben de tutkulu bir Fenerbahçeliyim. Bunu hiç gizlemedim zaten. Ama, “kör fanatik” değil; tam tersine “gözleri dört açık, zihni açık, adalet ve vicdan duygusu”nu yitirmemiş bir Fenerbahçeliyim.
Ayrıca, adaletsizliği teşhis ettiğim noktada tabii ki, bunca yıldır gönül verdiğim kulübü savunacağım.
Türkiye’deki “kurumların içine sızma” ve “kurumlara hakim olma” yönündeki “iktidar mücadelesi”nin ülkenin en sağlam kurumlarından biri olan Fenerbahçe’ye doğru uzanmış olduğunu teşhis edecek kadar, gözlerim ve zihnim açık.
Nitekim, Fenerbahçe’ye yönelik tertibe alet olan ve hatta onun aracı olan Türkiye Futbol Federasyonu’nun düştüğü durum da gayet açık.
Türkiye Futbol Federasyonu, UEFA’yı da yanıltarak, Fenerbahçe’nin Avrupa Şampiyonlar Ligi’ne girmesini engelledi.
TFF, tıpkı UEFA gibi. Avrupa futbol alanının “AİHM”i olan CAS’ta Fenerbahçe ile davalık şimdi.
TFF, Fenerbahçe’ye kendi 58. Maddesi’ni işleterek küme düşürebilirdi. 58. Madde, “Şike yapan, yapmaya teşebbüs eden, niyet eden, teşvik primi veren, vermeye teşebbüs eden her takımın para cezasının yanında küme düşürülmesini” emrediyor.
Bunca aydır yapamadı.
Niye yapamadı?
Çok sağlam dayanakları olsa, yaptığının doğru olduğuna emin olsa yapardı. Tertibin içine girdiği için yapamadı.
Ya ne yaptı?
Cinlik yapmaya kalktı. UEFA ile anlaşarak, 58. Madde’yi bu yıllık uygulamayarak puan silme cezası vermeyi tasarladı. Bununla, Fenerbahçe’nin puanlarını silerek, bu yılki şampiyonluğunu engellemeyi, geçen yılki şampiyonluğunu elinden almayı, bir yıl da Fenerbahçe’nin Avrupa yolunu tıkamayı tasarladı.
Fenerbahçe’nin daha büyük kayıplara uğramamak için, bunu kabul edeceğini sandı.
Aziz Yıldırım, cezaevinden, “oyunu” bozdu. 58. Madde’ye dokunulmamasını istedi. Fenerbahçe Yönetimi de, “58. Madde’yi uygulayın. Düşüreceksin düşürün. Ama yarım puanımızın bile silinmesine razı olmayız. Bir de bütün bunları yaparken, savunmamızı alın” dedi.
Fenerbahçe “temizliği”ne duyduğu özgüvenle sağlam durdu. Bunu hesaplamamışlardı.
TFF, kafasındakini uygulamak için dün bir “olağanüstü genel kurul” icat etti. Ne var ki, TFF Olağanüstü Genel Kurulu, dün Fenerbahçe’nin tavrı doğrultusunda, TFF’nin isteğini reddetti.
3 Temmuz’dan sonra TFF Başkanı M. Ali Aydınlar’a, “istifa ederek” tertibi bozması çağrısında bulunmuştum. Yapmadı. Şimdi TFF iflas etmiş durumda.
“Adaletsizlik” ile, “hukuk ihlali” ile “tertip”le bir yere kadar gidebilirsiniz.
Yol, dün, bitti.
“Kör fanatiklik” falan gibi polemiklerle zaman yitirmeye gerek yok. Gözünüzü dört açın, olan-biteni anlamaya çalışın.
Adalet duygusundan ayrılmayın.
“Asi”ye çıksa da adınız...
Yazının Devamını Oku

Fransa’ya karşı “Fransızlaşmak”...

25 Ocak 2012
Önce Başbakan Tayyip Erdoğan’a teşekkür etmeliyim. “Haydi Tayyip Erdoğan; ‘Ankara’ya teslim olma, hükmet. Adalet için...” diye biten dünkü yazımdaki bu çağrıya grup konuşmasında cevap verdiği, yani “duyarlı davrandığı” için.

Ancak, bir önceki yazımda “Başbakan, polemik yeteneği ve hitabet gücüyle bu işi çözemez” cümlesine yer verdiğimi de hatırlatmış olayım. Hrant Dink cinayeti davasında somut adım attığı zaman gerçekten “duyarlık” göstermiş, gereğini yapmış olur. Bekleyeceğiz. İzleyeceğiz.
Başbakan, dün, “Ak Parti iktidarını Ankara’ya teslim olan bir parti olarak görenlere sesleniyorum” diyerek “teslim olmadığının” örneklerini sıraladı. Biz de zaten “teslim oldun” demiyoruz henüz; “teslim olma” diyoruz. Başbakan’ın “’Ankara”ya yani “geleneksel devlet sistemi”ni teslim olma konusunda sinirlenmesi, teslim olmak istememesi iyi bir işaret. Ne var ki, “olmadığına dair” verdiği örnekler yine de “açık” veriyor.
Örneğin, “Musa Anter’in oğlu bana mektup yazıp ’67 yaşındayım memlekete gidemiyorum izin verin hiç olmazsa babamın mezarına gidip bir fatiha okuyayım’ dedi. Araştırdık, izin verdik ve Anter Anter memleketine geldi. Keşke elimizde bir sihirli değnek olsa da bütün karanlık olayları çözebilsek” diye konuştu. Anter Anter’in “memlekete geldiği” gün, “memlekette” Musa Anter’in kitabının yasaklandığını Başbakan’a bir söyleyen çıkmamış anlaşılan.
“Demokrasi açığı” ne yazık ki memleketimizde hala çok. Bu açığı doldurmaya başladığınız vakit, karanlık olayları çözmek için “sihirli değnek”kendiliğinden ortaya çıkar.
Ama “tarihle yüzleşmek”ten kaçıldığı, Başbakan’ın da söyleminde karşı olduğu İttihat Terakki’nin 1915’teki günahını anlamsız biçimde üstlenir gibi bir tavır alındığı ölçüde, hangi karanlık olayı gerçekten çözebilirsiniz ki?
Fransa Ulusal Meclisi’nde “soykırım inkarı”na yaptırım getiren yasa tasarısı geçtiği zaman, Türkiye’de resmi kanallarda kopan kıyamete bakıp “Türkiye’nin moral üstünlüğü var mı?” diye sormuştuk.
Yoktu. Önceki gece geç vakit, aynı tasarı Fransa Senatosu’ndan geçti. Şunun şurasında bir hafta önce Hrant Dink cinayetiyle ilgili kepaze karardan sonra da yok.

Yazının Devamını Oku

“Ankara”ya teslim olma; hükmet!

24 Ocak 2012
Tam anlamıyla fırtına gibi bir “Hrant Dink haftası”nı arkamızda bıraktık.

Türk adalet tarihine kara bir leke olarak düşen İstanbul’da Özel Yetkili 14. Ağır Ceza Mahkemesi’nin kararı toplum vicdanını ayaklandırdı. Onbinler, Hrant’ın ölüm yıldönümünde Taksim’den Agos gazetesine yürüdüler.

Bizde “Osmanlı’nın yasağı beş gündür” diye bir halk deyişi vardır. “Hrant Dink haftası”nın fırtınası dindikten ve hükümetin “teskin edici” açıklamalarından rehavete kapılmamak ve “kamusal denetimi” sürdürmek gerekiyor.

Öncelikle, Başbakan’ın bir takım “argümanları”nı düzeltmek lazım. Örneğin, “Biz, yürütme olarak bizden ne istendiyse yaptık; ondan sonrası yargıya ait“” yaklaşımı doğru değil. Ayrıca,yürütmenin başarısı olarak “Faili 32 saat içinde yakaladık. Hrant Dink cinayetini faili meçhul cinayet olmaktan çıkarttık” sözleri ilk bakışta doğru görünse bile doğru değil.

Şöyle ki:

1. Hiç kimse hükümeti “niçin yargıya müdahale etmiyorsunuz” diye eleştirmedi ve eleştirmiyor. Ancak, konu yargıya müdahale etmemiş olmasında değil; hükümetin yerine gereğince getirmediği sorumluluğu, polise, jandarmaya, güvenlik bürokrasisine, istihbarat örgütlerine müdahale etmemiş olmasında. Bu alan, “yürütme”nin alanı

2. Failin 32 saat içinde yakalanmış olması doğru. Ama bunun nedeni, Hrant Dink cinayetinin bir yıldır planlanıyor ve faillerinin kim olacağının biliniyor olmasından kaynaklanıyor. “Devlet” bunu bildiği için harekete geçti ve “tetikçileri” 32 saat içinde yakaladı.

“32 saat” başarı mı; yoksa?

Ama, bu şu aynı zamanda şu iki “can sıkıcı” soruna da işaret ediyor:

Yazının Devamını Oku

“Vicdan Türkiye’si”nin “ulusal simgesi”...

21 Ocak 2012
Agos’un önündeyiz. Arkamızdaki insan seli Taksim’e kadar dayanıyor, kimisine göre 40, kimisine göre 50 bin kişi. Hrant’ın beş yıl öncesindeki cenaze töreninden bu yana İstanbul’un gördüğü en büyük kitle gösterisi.

Öldürülmesinden bu yana aradan geçen her yıl Agos’un önünde anma toplantısı yapılırdı. Ama bu kez gerçekleşen bir anma toplantısından ötede anlam taşıyor. Türk adalet tarihinin en büyük kara lekesi sayılabilecek Hrant Dink cinayeti davası kararına ayaklanan Türkiye vicdanının protesto gösterisi bu. Dış dünyada da yankılandı.

Türkiye’nin neredeyse bütün renkleri oradaydı. Sadece Türkiye’nin “muhafazakarları” toplum içindeki sayısal ağırlıklarıyla ters orantıdaydılar. Vardılar ama olmaları gerektiği gibi değil.

Taksim’den Osmanbey’e yürüyen büyük kalabalığın önünde, Rakel Dink’in yanında Abdi İpekçi’nin kızı Nükhet İpekçi, Sabahattin Ali’nin kızı Filiz Ali, Metin Altıok’un kızı Zeynep, askerde vurularak katledilen Sevag Balıkçı’nın annesi, Turan Dursun’un oğlu Abdi Dursun, kortejin en önünde tekerlekli arabada 90’ını geçmiş Vedat Türkali, onun hizasında vücudunun yarısı protezli Şafak Pavey. Güzel bir tanımlamayla “acının akraba kıldığı bir aile onlar”. Onlarla birlikte, Türkiye’nin tüm “şekvacıları” yürüyor. Kürtler, Aleviler, ayrımcılığa uğradığını hisseden herkes...

Hrant Dink, adeta Türkiye’de vicdanların ortak paydası. Nitekim, Agos’un önünde öldürüldüğü saatte yapılan geleneksel konuşmada, birinci kat penceresinden, unutulmaz içerikteki beşinci anma günü konuşmasını yapan Karin Karakaşlı’nın şu sözleri Türkiye’nin bütün renklerini içeren muhteşem kalabalığın böylesine oluşmasındaki “sihirli formül”ü açıklıyor:

“... Bundan beş yıl önceydi: ‘Türklüğü tahkir ve tezyif’ten mahkum edilen, Türk düşmanı ilan edilen bir Ermeni gazetecinin cenazesi hepimizi buluşturdu. Çünkü Hrant Dink bu ülkenin bütün acılarının dermanına talipti.”

O yüzden bu ülkenin bütün acılarını tadan kim olursa olsun, herkes de, Hrant Dink’e talip oldu.

Hrant Dink “vicdan Türkiye’si” için öyle bir “ulusal simge” ki, ona karşı işlenen cinayetin davasında adalet aranmadığı, toplum vicdanını tatmin eden bir karar çıkmadığı takdirde, ülkenin “yargı”sı çökmüş sayılır. O “enkaz”ın altında başta ülkenin iktidarı tüm ülke kalır.

Toplum, bu adaletsizliğe öyle bir tepki ortaya koydu ki, ülke yönetimi bugüne dek görülmedik bir tavır ortaya koydu; Cumhurbaşkanı’ndan Başbakan’a, Başbakan Yardımcısı’ndan Adalet Bakanı’na, hükümetin Kültür Bakanı ile AB’den sorumlu bakanından iktidar partisinin genel başkan yardımcısına kadar hepsi karardan “rahatsızlık” duyduklarını yansıtan açıklamalar yaptılar.

Yazının Devamını Oku

Vicdanınız varsa...

19 Ocak 2012
Bugün 19 Ocak. Bundan tam 5 yıl önce Hrant Dink, bugün kahpece, arkasından vurularak katledilmişti. O günden beri, her yıl 19 Ocak’ta Hrant, vurulduğu yerde, kurucusu ve yöneticisi olduğu Agos gazetesinin önünde anılıyor. Her seferinde bir kişi konuşma yapıyor.

Hrant’ın öldürülmesinin üçüncü yıldönümünde oğlu Ararat Dink konuşmuştu. Ararat (Arat) heyecanını zapt edemeyerek, Hrant Dink cinayeti davasını yürüten özel yetkili mahkemenin yaklaşımına gönderme yaparak, “Üç yıldır bizimle dalga geçiliyor” diye haykırmıştı.

Birçok kişi gibi ben de önceki gün Hrant Dink davası kararının açıklanmasından sonra, “O sözleri çok erken söylemişsin. Dalga geçmek için asıl bugünü beklediler” dedim.

Hrant Dink davasına ilişkin kararın açıklandığı sırada Beşiktaş’taki 14. Ağır Ceza Mahkemesi salonunda ben de vardım. Karar açıklanırken kulaklarıma inanamadım. Herkes şoktaydı. Zihnimi, “Türk adaleti bugün intihar etti” cümlesi hızla yaladı geçti.

Anlaşılan herkes benim kadar “rasyonel” düşünme zamanı tanımamıştı kendisine. İzleyicilerden biri, mahkeme heyetine öfkeyle, “Utanın. O cübbelerinizi çıkartın” diye haykırdı. Mahkeme heyeti kendilerine yönelik “hakaret” üzerine, o seslenen kişinin “gözaltına alınması” talimatı verdi.

 Önüne geleni “terör örgütü kurmak, terör örgütüne üye olmak”
suçlamasıyla içeri atmaya alışık “özel yetkili mahkeme”, yıllardır bir “terör örgütlenmesi” olduğunu bas bas bağıran HrantDink’in katillerini “örgüt suçundan beraat ettirirken”, adeta refleksle en çok alıştığı şeyi yapıp, “gözaltı” kararını, “vicdanı incinmiş” bir kadın için derhal çıkarttı. Ama öylesine “aciz” idiler ki, bu kararları uygulanmadı. O haykırışı yapan kadın, gözaltına alınmadı; Beşiktaş Adliyesi’nden Agos’a kadar protesto yürüyüşünde aramızdaydı.

Mahkemenin ağırlığını, sanıklardan biri hakkında hüküm vermeyi unutmuş olmasından anlayın. Böyle bir mahkemenin ciddiyetinden söz edilebilir mi?

Hem madem, Hrant Dink cinayeti, Trabzon’un Pelitli beldesinden iki çocuğun eseridir, ortada “örgüt” falan yoktur; öyleyse bu dava niçin “örgütlü suçlar”la ilgili çalışan “özel yetkili mahkeme”de yargılanıyor? Madem böyle bir hüküm vereceklerdi; niçin “görevsizlik” kararı vermediler. İki kişinin işlediği “adi cinayet”in görüleceği yer bir ağır ceza mahkemesi değil midir? Özel yetkili mahkemeye ne gerek var?

Yazının Devamını Oku

Adaletin katledildiği gün

18 Ocak 2012
Aşağıdaki yazı Hrant Dink cinayeti davası kararı açıklanmadan önce yazılmıştı. Karar açıklandıktan sonra buraya yazılması gereken şudur:

Kararın açıklanması izleyicilerde beklenmedik bir şok yarattı. Adaletin bu kadar ayaklar altına alınacağını kimse tahmin edememişti. Açıklanan karar, Dink cinayetini sadece adi bir cinayet durumuna indirgedi. Sanıkların hiçbiri örgütlü sayılmadı ve terör örgütü suçlamasından beraat ettiler. Bir tek Yasin Hayal, cinayetten ötürü müebbet hapse çaptırıldı. Erhan Tuncel ise Hrant Dink cinayetinden ilgisiz bir suçtan ötürü 10 yıl hapis cezasına mahkum edildi.

Karar açıklanır açıklanmaz salondaki izleyiciler “Katil devlet hesap verecek” sloganıyla yürümeye başladı.

Kısacası dün Dink cinayetinin karar gününde Türkiye’de adaletin katlediliğine tanık olundu.

Şimdi dilerseniz kararın açıklanmasıyla birlikte birçok noktadan yanlışlığı ortaya çıkan soruşturmayı anlatan ve kararın açıklanmasından hemen önce yazılmış yazıyı okuyabilirsiniz:

Yarın Hrant Dink’in alçakça bir cinayetle aramızdan ayrılışının 5. yıldönümü. Dün ise cinayet davasının karar günüydü. Dink ailesi, yakınları, ‘Hrant’ın arkadaşları’, Türkiye’nin aydınlık yüzünün bir bölümü, her duruşma gününde olduğu gibi bir kez daha İstanbul’da Beşiktaş Adliyesi’nde ve çevresinde yerlerini almıştı.

Karar günüydü. Ama hemen hiç kimsede ‘adaletin tecellisi’ beklentisi yoktu. Hrant’ın kardeşlerinden biri bana karar beklentisini basit bir cümleyle özetledi: “5 yıllık tiyatro bugün sona eriyor.”

5 yıllık bir mahkeme sürecinin çarpıcı dillendirmesi. 5 yıl süren bir davada ‘adaletin elde edileceği’ gün değildi dün. Çünkü, mahkeme, savcısının ve heyetin değişmiş olmasına rağmen 5 yıl boyunca izlenen ‘strateji’den ayrılmadı.

Neydi o ‘strateji’?

Yazının Devamını Oku

Lefter, Hrant; “Bu ülkenin güzel yüzü”...

17 Ocak 2012
Cuma akşamı ölüm haberi üzerine bağlandığım Fenerbahçe Televizyonu’na onu futbolu bırakana dek 10 yıla yakın süre defalarca seyretmiş olmaktan ötürü kendimi şanslı ve talihli saydığımı söyledim.

Ankara’da küçücük bir çocukken, 19 Mayıs Stadyumu’nun gişelerinde eksi 20 dereceye yaklaşan bilet kuyruklarında sırf onu görebilmek için zevkli bir çile çekerdik. Bizim kuşak, Lefter’le büyüdü.

 

Fenerbahçe Stadı’nda önceki gün başlayan, Büyükada’da Aya Dimitri Kilisesi’nde süren ve Büyükada Rum Ortodoks Mezarlığı’nda noktalanan son yürüyüşüne katılan gözyaşı döken onbinlerce, televizyon ekranlarından cenaze törenini izleyen yüzbinlerce kişi, onu ömürlerine hiç görmemişlerdi. Onun adı her gün hayatlarının içinde de değildi. Bu genç yığınların içinde sadece Fenerbahçeliler de yoktu üstelik. Fenerbahçe tribünlerinde ona son görevini yapmaya koşup gelen genç insanların bazıları sarı-kırmızı, bazıları siyah-beyaz ve çeşitli Anadolu spor kulüplerinin kaşkol ya da formalarını taşıyorlardı.

 

Bir Fenerbahçeli olan Tayyip Erdoğan da cenazeye geldi. Sadece Fenerbahçeli olarak değil. Türkiye Başbakanı olarak geldi. Çok iyi yaptı.

 

Lefter’in bir “ortak değer” halinde bu ülkede pek az kişiye nasip olacak şekilde ortaya çıkartan “ruh iklimi”ni nasıl anlamalıyız? Nasıl yorumlamalıyız?

 

Yazının Devamını Oku