Cengiz Çandar

Lizbon: “Eksen kayması”ndan NATO’da etkili Türkiye’ye...

21 Kasım 2010
Günlerdir uluslararası düzeyde basına yansıyan çalkantılardan sonra belki inanması zor ama görünen o ki, Türkiye NATO’da hemen hemen istediği herşeyi elde etti, bir Türkiye-NATO krizi yaşanmadı ve yaşanması bir yana NATO’nun Amerika’nın ardından en etkili üyesi olarak Lizbon’da öne çıktı. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, geceyarısı “21. Yüzyıl NATO’su”nun kararlarının alındığı, eğilimlerin belirdiği Zirve yemeğinden çıkıp, kaldığımız otele geldiği anda yüzünden güller açarak söylediği ilk söz, “Türkiye olmasa konu yok. NATO Zirvesi 10 dakikada biter” oldu.
İşin ilginç yanı, Cumhurbaşkanı Gül’den yarım saat sonra NATO Dışişleri Bakanları toplantısından çıkıp otele gelen Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu da yüzünde keyifli bir gülümseme ile odaya girdiği anda, sanki önceden sözleşmişler gibi, “Biz olmasak konuşulacak konu olmayacaktı” sözleriyle Gül’ün yanına ilişti.
Zirve’nin açılışında “aile fotoğrafı” çektirmek üzere liderler dizilmeye başladığında Gül ile Obama bir köşede hararetli bir sohbete girmişlerdi. İngiltere Başbakanı David Cameron, Ahmet Davutoğlu’nun koluna girdi ve Gül ile Obama’yı işaret ederek, “Bir şey yok değil mi? Herşey tamam. Anlaştık değil mi?” diye kaygılı biçimde başlamak üzere olan Zirve’yi sorguluyordu.
Davutoğlu, gülerek, “Yok, tamam” karşılığını verdi.
Besbelli ki, herkesin zihninde eski Danimarka Başbakanı Anders Fogh Rasmussen’in NATO Genel Sekreterlik seçiminin yapıldığı 2009 Nisan ayındaki Strasbourg-Kehl Zirvesi’nde Türkiye’nin son saniyeye kadar Rasmussen’e direncinin anıları koyu bir tortu bırakmıştı.
Türkiye yandaşı Rasmussen
Oysa, o Rasmussen ile bu Rasmussen arasındaki fark, dağlar kadar. NATO Genel Sekreteri Rasmussen, Lizbon Zirvesi’nde NATO içinde Türkiye’nin “en ateşli avukatı” gibi davrandı. Yemeği o yönetti ve söz alarak, “Türkiye’ye haksızlık yapıldı. Türkiye ile AB arasında güvenlik anlaşması yok. Oysa, Türkiye BAB (Batı Avrupa Birliği) üyesi idi. 2002’de BAB’ı kaldırdığımız vakit, Türkiye dışarıda kaldı, buna karşılık AB üyesi olmayan Norveç, Avrupa Savunma Ajansı’na girdi. Böyle haksızlık yapılır mı!” sözleriyle Türkiye’ye arka çıktı.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, NATO Zirvesi’nde özellikle Genel Sekreter Rasmussen, ABD Başkanı Barack Obama ve İngiltere Başbakanı David Cameron’un Türkiye’den yana ortaya koydukları tavırdan pek memnun olduğunu gizlemedi. Hatta Almanya Şansölyesi Angela Merkel’in Türkiye’nin NATO’daki önemini ve hakkını teslim eden sözleri de kayda geçmiş durumda.
NATO-Fransa çelişkisi
Lizbon Zirvesi’nde günler öncesinin beklentilerinin tersine, Türkiye ile ABD arasında hiçbir pürüz yaşanmadığı gibi, önceki günlerde gözlerden kaçan asıl pürüzün NATO ile Fransa arasında belirdiği ortaya çıktı. Özellikle, füze savunma sistemi ya da Davutoğlu’nun pek benimsemediği bir tanımla “füze kalkanı” konusunda İran’ın adının yerleştirilmesi Fransa’nın ısrarı idi.
Zirve kulislerinden öğrenildiği kadarıyla, Fransa, İran adının geçmesine yönelik adeta bir konsensüs niteliğindeki itirazlar üzerine, İran yerine “Ortadoğu” denilmesini önerdi. Yani, füze savunma sisteminin “Ortadoğu bölgesinden gelecek tehditler” şeklinde anlaşılması için gayret gösterdi.
Türkiye, İran ve Suriye’nin ya da herhangi bir ülkenin ve başta Ortadoğu herhangi bir bölgenin ismen zikredilmesine “ilkesel” itirazı başından beri vardı. Balistik füze sistemi geliştiren 30 dolayında ülke var ve herhangi bir ülke bunlara eklenebilir, herhangi bir ülkede rejim değişebilir; dolayısıyla “tehdit algılamaları” da buna bağlı olarak değişebilir. Türkiye, bu argümandan yola çıkarak, “sistem”in üzerinde duruyor, NATO’nun bir “taarruz” değil “savunma” ittifakı, bir “kollektif güvenlik sistemi” olduğunu vurguluyordu.
NATO’nun aynı dalga boyunda tavır alması sonucunda, Fransa itirazlarını geri çekti ve “füze savunma sistemi” konusunda anlaşma sağlandı. Gelinen noktayı, Türkiye’nin “diplomatik başarısı” olarak kaydetmek gerekiyor.
“Eksen kayması” yerine “NATO ekseninde Türkiye”
Lizbon Zirvesi’nin en önemli sonucu, Lizbon’a gelirken, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün “Buradan çıkacak sonuç, NATO’yu 10-15 yıl götürür” dediği, “Stratejik Konsept”in kabul edilmesi oldu.
İngilizce “Active Engagement-Modern Defence” başlığını taşıyan 11 sayfalık metin, liderler yemeğe geçtiği sıralarda Zirve’nin yapıldığı basın merkezinde, Zirve’yi izlemeye gelen 2500 gazetecinin eline ulaştırılmıştı.
“Stratejik Konsept”in “Kollektif Savunma” bölümünde “NATO üyeleri saldırıya karşı Washington Anlaşması’nın 5. Maddesi uyarınca her zaman birbirlerine yardım edecek. Bu yükümlülük sıkı ve bağlayıcı olarak kalıyor. NATO herhangi bir saldırı tehdidini ve tek tek Müttefiklerin ve bir bütün olarak İttifak’ın temel güvenliğini tehdit edecek nitelikte doğan güvenliğe ilişkin meydan okumaları caydıracak ve buna karşı savunacaktır” formülasyonu dikkat çekiyordu.
Bu, Türkiye’nin özellikle üzerinde durduğu “güvenliğin bölünmezliği” ve NATO Müttefiklerinin Türkiye’nin güvenliği konusundaki yükümlülüklerinin güvence altına alınması anlamına geliyor ve Türkiye’nin NATO’daki diplomasisiyle tam bir uyumu ifade ediyordu.
Böylece, Lizbon Zirvesi’nde Türkiye’de “eksen kayması” iddialarına da bir nokta konmuş olması gerekiyor. Zira, Türkiye, Genel Sekreter Rasmussen’in “tarihi” diye nitelediği “Stratejik Konsept” belgesinin tüm isteklerine uyan bir içerikle kabulüyle “temel ekseni”nin NATO üyesi demokrasiler olduğunu tescil ettirmiş sayılabilir.
Uçakta gelirken ve Lizbon’da yaptığımız sohbetlerde, “eksen kayması” tartışmalarına, Türkiye’ye yönelik bir “psikolojik savaş” yürütüldüğü gerekçesiyle karşı çıkan ve “Türkiye asıl şimdi eksenini bulmuştur” diyen Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün keyfinin sebebi de anlaşılabiliyor.
Soğuk Savaş döneminin, NATO’nun sadece bir “kanat ülkesi” niteliğinde olan ve “kendisine söyleneni yapan” Türkiye’nin yerini, NATO’nun en önemli aktörlerinden biri olan ve söylediklerini NATO konseptleri haline getiren bir Türkiye almış durumda.
Abdullah Gül’ün gülerek “Türkiye olmasa konu yok. Her zirve 10 dakikada biter” dediği de bu olgu.
Lizbon Zirvesi, bu yeni ve değişik durumu tescil etmiş oldu.
Lizbon’dan çıkan dersler
Lizbon Zirvesi’ne gelen yolun hayli meşakkatli olduğu Abdullah Gül’ün şu sözlerinden anlaşılıyor: “Bu konu bizi kaygılandırıyordu. Füze meseleleriyle ilgili söylüyorum. Bugün Lizbon’da ulaşılan sonuç elde edilmeseydi, NATO’yu işletmeyen ülke durumuna düşerdik.”
Yani, İran odağında ortaya çıkan “füze kalkanı” konusu, Türkiye’nin tam da istediği biçimde bir NATO kararı haline dönüşmeseydi, bir “Türkiye-NATO krizi” ortaya çıkacaktı ve Türkiye’nin görüntüsü koca NATO’yu işletmeyen ülke gibi olacaktı.
Batı dünyası içinde zaten AB ile yeterince pürüz ve sorun yaşayan Türkiye’nin bir de NATO’nun “sorunlu ülkesi” olmasının, ileride Türkiye’yi büyük sıkıntılara sokacak sıkıntılar üretmesi kaçınılmazdı.
Lizbon’da bu “varta” atlatılmış, Türkiye elini güçlendirmiş, Batılı müttefiklerinin önemli bölümüyle ilişkilerini tahkim etmiş bir ülke olarak NATO Zirvesi’nden çıkınca, Türk dış politikasını yürütenlerde neredeyse olağanüstü bir rahatlama ve mutluluk oluştu.
NATO Zirvesi’ndeki performansın AB’ye de yansıması ihtimali mevcut. AB’de Kıbrıs Rum Yönetimi’nin üyeliğinin Türkiye’ye oluşturduğu sıkıntı NATO’da yok, çünkü Kıbrıs, NATO’da yok. Cumhurbaşkanı’nın tanımıyla “Onun için NATO’da ağırız.”
NATO’da sahip olunan ve Lizbon’da pekişen ağırlığı, Türkiye’nin elindeki “en önemli koz” ve Türkiye, Lizbon’da elde edilen “özgüven”le bu ağırlığı elinden çıkarmaya hiç niyetli değil.
Lizbon Zirvesi, Türkiye’yi “Batı kollektif güvenlik sistemi” içinde güçlü biçimde tespit etmiş oldu ve bu nedenle “eksen kayması” tartışmalarının ufkunu kararttı.
Etkisini “stratejik anlamda” geleceğe yayacak olan en önemli “Lizbon dersi” bu olsa gerek...
Yazının Devamını Oku

Türkler-Kürtler ve “barışa giden yegane yol”...

19 Kasım 2010
Brüksel’deki Avrupa Parlamentosu’nun büyük binası her zaman her gün olduğu gibi sayısız konuda, sayısız toplantı ve konferansa sahne oluyordu. Bayram ve onunla birlikte gelen uzun tatil, Brüksel’e ve Avrupa Parlamentosu’na uğramamıştı.

AP’daki konferans trafiğinin arasında bizi doğrudan ilgilendiren, “AB, Türkiye ve Kürtler” başlığıyla düzenlenmiş olan “7. Kürt Konferansı” idi. Düzenleyenler, AP’daki “Avrupa Birleşik Solu ve Kuzey ülkeleri Yeşil Solu” adını taşıyan gruplar. Konferans’ın birey sponsorları arasında Güney Afrikalı Rahip Desmond Tutu, Nobel Barış Ödülü sahibi İranlı yazar ve kadın aktivist Şirin Ebadi ve Yaşar Kemal’de bulunuyor.
Desmond Tutu ile yaşı 94’e dayanan yazar Vedat Türkali’nin görüntülü mesaj konuşmaları büyük ekrandan yayımlandı.
Avrupa Parlamentosu binasında aynı konuda yapılan konferanslara benim üçüncü katılımım idi. BDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, DTK’dan (1999’da Abdullah Öcalan’ın “barış ve iyi niyet jesti” çağrısı üzerine gelip teslim olan PKK gerillalarından, 5 yıl hapis yattı) Yüksel Genç, Ruşen Çakır ve ben, “Türk-Kürt Diyalogu- Barışa Giden Yegane Yol” başlıklı panelin konuşmacılardıydık.
Kürt meselesinde “normalleşme” alametleri
İyi kötü, AP’daki Kürt konferanslarının bir kıdemlisi olmaya başlamış olan benim dikkatimi özellikle çeken, Türk basınının ülkenin en önemli sorununa ilişkin Avrupa Birliği bünyesi içinde gerçekleştirilen ve önem verilen konferansa hemen hiç önem vermemiş ve ilgi göstermemiş olmalarıydı. Konferansta sadece tek bir Türk gazetesinin temsilcisi vardı.
Brüksel’deki meslektaşlarımız bundan önce düzenlenmiş olan Kürt konferanslarını izlemeyi ihmal etmezlerdi ve neredeyse tam kadro hazır bulunurlardı. Leyla Zana, Osman Baydemir ve hatta Ahmet Türk gibi isimlerin sözleri cımbızla çekercesine izlenir ve gösterişli biçimde –yani, pek sempatik bir izlenim vermeyecek şekilde- gazetelere yansıtılırdı.
Brüksel’deki 7. Konferans benim tanık olduğum en içeriklisi oldu. İki kadın, Leyla Zana açılışta, Yüksel Genç, benim de konuşmacı olduğum panelde çok çarpıcı konuşmalar yaptılar. Bizim basının ilgisi düşük kaldı.

Yazının Devamını Oku

Yanlış hesap Bağdat’tan döner...

17 Kasım 2010
Geçen hafta Perşembe gecesi, Bağdat’ta Celal Talabani Cumhurbaşkarnı seçildiği vakit, daha önce de yazdığım gibi, Talabani’nin “siyasi üssü” olan Süleymaniye kentindeydim.

Ertesi sabah, Erbil’e hareket etmeden önce ipad’imi açıp Türk basınına bir göz attım.

En çok dikkatimi çeken, Milliyet’te yayımlanan “Türkiye Irak’ta Niçin Kaybetti?” başlıklı yazı oldu. İlk paragrafı doğru cümlelerle örülmüştü:

“Ankara’da sessizlik. Doğruya doğru; Irak’ta yeni kurulan hükümet, (burası yanlış, çünkü daha hükümet kurulmadı; hükümet krizi aşıldı. cç) Türkiye’nin istediği doğrultuda gelişmedi. Bağdat’ta iktidarı, İran damgalı olan güçlü bir Şii blok ele geçirdi. Ankara’nın Sünni’leri kollama ve İran’ı dengeleme çabaları beklenen sonucu vermemiş gözüküyor. Üstelik son dakikada Celal Talabani’ye alternatif cumhurbaşkanı çıkarma girişimleri tam anlamıyla geri tepti. Bu yüzden de medyada ‘Ankara yanlış ata oynadı’ yorumları var. (Benden başka bu yorumu medyada kimse yapmamıştı!)

Dolayısıyla, yazının geri kalan bölümü bana cevap niteliğinde görünüyordu. “Ahmet Davutoğlu’nun yürüttüğü Irak politikası başarısız bulunuyor. Bu böyle mi?”

Öyle.

Yanlış bilgiler, yanlış savunma

Öyle ama “yazdırılmış” yazarımız cevap yetiştiriyor:

“Bence sadece sonuca bakıp ‘Türkiye kaybetti’ demek doğru değil. Öncelikle Irak’ta kaybeden, Türkiye’nin yanında, ABD ve sekter olmayan bütünleşmiş Irak projesi.”

Yazının Devamını Oku

Süleymaniye-Bağdat veya Ankara-Diyarbakır

13 Kasım 2010
Süleymaniye'de "Nedi Komala"da oturuyoruz. Koca salon tıklım dolu, masaların üzerindeki yiyecek ve içecekler gibi. Sağıma eğilip davet sahibine bulunduğumuz mekanın özelliğini soruyorum. "Nasıl anlatayım" diyor, kısa bir tereddüt anından sonra "Marksist dille açıklamak gerekirse, Süyeymaniye aristokrasisinin mekanı burası" karşılığını veriyor.

Solumda Irak Kürdistanı'nın ünü Irak'ın ötesine geçmiş büyük şairi Şerko Bekes oturuyor. Karşımda adaşı, Süleymaniye Edebiyatçılar Birliği Başkanı Dr. Şerko ve Aziz Nesin çevirmeni, tanınmış aydın Baqir. Edebiyat ve kültür sohbeti için biraradayız. Orhan Pamuk'tan Milan Kundera'ya, Albert Camus'dan Nabokov'a, Sartre'dan Borges'e, Adonis'ten Nizar Kabbani'ye daldan dala konuşuyoruz.
Orhan Pamuk'un "Benim Adım Kırmızı"sı ile "Kar" Sorani Kürtçesine çevrilmiş, çevirmenlerinin biri, Çamçamal'lı, diğeri Kerkük'lü imiş. Bir ara Baqir, "Orhan Pamuk'un Nobel'i hak etmediği, Almanların etkisiyle Nobel aldığı söyleniyor, öyle mi? Ne dersiniz?" diye soracak oluyor. "Öyle değil" diye lafa giriyorum. Belli ki, komplo teorileri Kürdistan'da da eksik değil. Hem de edebiyat konularında bile.

Bir merkez: Süleymaniye

Süleymaniye, birkaç yüzyıldır Kürt kültürel kimliğinin tartışmasız merkezi ve Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani'nin siyasi tabanı, üssü.
Edebiyat konuşurken, akıllar Bağdat'ta hükümet kurma çalışmalarında. Talabani, bir başka deyimle Kürtler, Irak cumhurbaşkanlığı postunu koruyabilecekler mi acaba? Salı günü Erbil'den Bağdat'a taşınan hükümet pazarlıklarında ilk gün İyad Allavi ve Tarık Haşimi, yani "Sünni bloku" toplantıya katılmamışlardı. Talabani'nin koltuğu tehlikeye mi girmişti?
Dr. Şerko, ikide bir telefona sarılıp, "güvenilir kaynaklar"ından haber yetiştiriyor. "Amerika ve Suudiler, cumhurbaşkanlığı makamının Sünnilere verilmesi için Kürtleri baskı altına almışlar" diyor. "Kürtler bu tavizi verir mi?" diye soracak oluyorum, yaşlı şair Şerko Berkes, gergin yüz hatlarıyla, Arapça "Rubbama" (belki) diye cevaplıyor.
Az sonra Dr. Şerkes müjdeyi iletiyor, "el Irakiyye'nin üst düzey bir yetkilisi açıklama yapmış, Meclis Başkanlığı ve Siyasi Konsey başkanlığına razı olmuşlar."

Yazının Devamını Oku

‘Halepçe Sokağı’ndan Bağdat'ı izlemek...

12 Kasım 2010
"Bağdat'ta hükümet kurma girişimlerini izliyor musun?" soruma Serkhil omzunu silkti, kayıtsız bir biçimde "Pek ilgilendirmiyor beni" dedi.

"Niçin? Nasılsa bizim hükümetimiz var. Hükümet boşluğu hissetmiyorum mu demek istiyorsun?" diye üsteledim.
"Öyle sayılır" diye karşılık verdi, "Bağımsız olmak istiyoruz. İkinci bir Saddam'a ihtiyacımız yok bizim. Salih Mutlaq ikinci bir Saddam..."
Salih Mutlaq meclis üyesi bile değil ama Türkiye'nin oluşumunda büyük rol oynadığı İyad Allavi listesinin koç başlarından, Arap milliyetçisi Sünni Arap şahsiyet. Eski Baas'çı ve Ahmet Davutoğlu'nun Türkiye'de ağırladığı sürekli konuklardan. Bir Türkiye müdavimi.
Serkhil, "Halepçe Anıtı"nın sorumlusu. Halepçe'de 16 Mart 1988'de Saddam'ın kimyasal silahlarla giriştiği "soykırım"da 9 yaşındaymış. Annesi ve babasını da 5000'den fazla insanın can verdiği, Hiroşima ve Nagasaki ile kıyaslanan o saldırıda kaybetmiş, 2000 civarında insanın yattığı üç toplu mezar ile anne ve babasının da ismi yazılı 1100 mezarın yer aldığı kabristanı gezdirirken, girişteki tabelaya gözüm takılıyor:
"Baasçıların Girmesi Yasaktır"!
"Yani" diyorum, "Salih Mutlaq Irak Başbakanı olsa bile buraya giremez..."
Gülümsüyor, "Hayır!"

Milliyetçi günahların sergilendiği anıt

Yazının Devamını Oku

10 Kasım ve “yeni CHP”ye dair...

10 Kasım 2010
CHP tarihinin en uzun süreli genel sekreteri Önder Sav, makamını nihayet terkederek, yeni tüzükle yetkileri azaltılmış genel sekreterlik mevkiini yeni sahibine terketti. Şunun şurasında bir hafta önce, Önder Sav, Kemal Kılıçdaroğlu’nun “hukuku öğretmek” söz ediyor, kendisinin, kurucu genel başkanı “Mustafa Kemal”e bağlılığını ilan ederek, “yeni CHP”nin “Kemalizm’den saptığını” ima ediyordu.
Bir hafta sonraki görüntüde, Atatürk’ün ölüm yıldönümünde CHP’de ortalık süt liman. “Yeni CHP”nin referansını ne ölçüde “Kemalizm”den alacağı çok net değil ama, Atatürk’e sıra gelmeden Bülent Ecevit’in ölüm yıldönümün aradan çıkarttılar, Ecevit’e bağlılıklarını sundular.
Bugün sırada Atatürk var. “Yeni CHP”, 10 Kasım münasebetiyle, bakalım, Kemalizm ile bağlarını nasıl tazeleyecek? Tazeleyecek mi?
“Yeni CHP”liler acaba, “Mustafa Kemal’e sadakat”ları konusunda Önder Sav’ın geçen hafta ortaya attığı şüpheleri giderebilecekler mi?
“Ha Ali Hoca, ha Hoca Ali...”
Geçen haftaya dek “ebedi genel sekreter” sıfatını hakkeden, “Mustafa Kemal”e sadık Önder Sav’ın  yerini alacak kişinin de hayli ilginç yönleri mevcut. Önceki günkü Star gazetesinde bir söyleşisi yayımlanan Ümit Fırat’ın kendisiyle ilgili şöyle bir tanımı vardı:
 “Kendine yönetici olabileceği bir parti arayan, önceleri Süleyman Demirel’in partisi için, daha sonra ANAP-DYP birleşmesinden çıkan yeni DP’nin başına getirilmesi için ismi geçen bir zat, bir de baktık ki, CHP’de açılan münhal bir kadro için uygun bulunarak oraya transfer olup işe başladı. Bu zat şimdi de CHP’nin ‘zayıflatılmış’  genel sekreterliğine getirildi. Türkiye’nin demokratikleşmesi yönünden böylesi insanlardan kimsenin bir beklentisi olacağını sanmıyorum.”
Türkiye hukuk tarihinin en büyük skandallarının başında gelen 2007 yılındaki “367 rezaleti”ne attığı imzayla hep hatırlanacak olan Süheyl Batum, geçen hafta İstanbul’da “Avrupa’daki Türkiye” başlıklı Yeşiller’in düzenlediği toplantıda Yeşiller’in yüzünü kızartacak bir konuşma yaptı.
Batum’un konuşmasının ardından, Avrupa Parlamentosu’ndaki Yeşiller grubunun başkanı Daniel Cohn-Bendit, yarı-hayret içinde bana ne düşündüğümü sordu, cevaben “Nereden buldunuz Allah aşkına Süheyl Batum’u da, bu toplantıya çağırdınız?” diye ben ona takıldım.
Yeşiller, meğerse CHP’den isim istemişler, parti Batum’un ismini vermiş. Zaten, 24 saat içinde Kemal Kılıçdaroğlu, Önder Sav’ın yerine onu uygun gördü.
“Nöbet değişimi”ne bakınca, CHP’de gerçekten “radikal” bir değişiklik olup olmadığı konusunda çok kişinin kafası karışabilir. Bir tür “ha Ali Hoca, ha Hoca Ali” durumu yani.
“Alevi-Endişeli Modern ittifakı”
Tabii, CHP’ye ilişkin, partinin doğası gereği “reform dikişi tutmayacağı” görüşü yabana atılamaz. Nasıl Sovyet komünizmi –yapısal nedenlerden olsa gerek- reforma gelemedi ve Gorbaçov’un “perestroika” ve “glasnost”unun sonucunda dağılıp gittiyse, varoluşsal yanını Türkiye’deki “bürokratik vesayet rejimi”nde bulan CHP’nin tepede “nöbet değişikliği” ile bir “sol muhalefet partisi” haline dönüşmesi herhalde beklenmemeli.
Tersine, CHP’nin temel işlevi, “sol muhalefet kulvarları”nı tıkamak gibi görünüyor.
Bununla birlikte, CHP’nin Kemal Kılıçdaroğlu ile birlikte esaslı bir “kitlesel zemin” kazanacak olmasına da dikkat edilmeli. Türkiye Alevilerinin çok önemli bir bölümünün, CHP’nin “halk desteği”ni oluşturması kesin gibi. Belki hep böyleydi gibi gelebilir ama Kılıçdaroğlu’nun bu durumu konsolide ettiği de tartışma götürmez.
Bağdat Caddesi-Kavaklıdere-Kordonboyu, iktidar getirmeye yeterli aritmetik sunmuyor. Anadolu’daki CHP ise esas olarak milyonlarca Alevi’ye dayanacak.
Anadolu’daki Alevi kitle tabanı ile büyük şehirlerin tuzu kurularının (yeni sıfatlarıyla endişeli modernler) toplamı da, beraberliklerinin üreteceği sinerji de, iktidar için yeterli aritmetik oluşturmuyor.
Kılıçdaroğlu, “Kürt” diyebilecek mi?
Kılıçdaroğlu’nun Kürtler ile ittifakı ise tüm dengeleri değiştirebilir.
Tarhan Erdem’in bulgularına göre, referandum kampanyasındaki 140 konuşmasında bir kez –evet tek bir kez bile- “Kürt” sözcüğünü telaffuz edememiş Kılıçdaroğlu bunu nasıl yapacak? Türkiye’nin bir numaralı sorununun sıfatını telaffuz edemeyen ve üstelik kökeni öyle olan bir ana muhalefet lideri, tuhaf gelmiyor mu?
Keşke bizi yanıltsa, keşke demokratik haklar ve özgürlüklerde iktidar partisinin önüne geçebilse, esaslı bir muhalefeti temsil edebilse.
Göreceğiz.
Yazının Devamını Oku

Davutoğlu, Irak’ta doğru hesap yapmadı

9 Kasım 2010
Irak’ta hükümet kurulabilmesinin eli kulağında. Irak, seçim sonrası hükümet kurulamamasının rekorunu kırmıştı. Bu alandaki rekoru, bir süre önce Hollanda’nın elinden almıştı. Irak seçimleri 7 Mart’ta yapıldı. 325 sandalyeli parlamentoda, Türkiye’nin oluşturduğu ve desteklediği el-Irakiyye listesi 91, Başbakan Nuri el-Maliki’nin “Yasa Devleti” listesi 89 sandalye kazanınca, hükümet kuruluş çalışmaları kilitlendi ve sekiz aydır Irak’ta hükümet kurulamıyordu.
Önceki gün Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Erbil’e uçtu, arkasından Bağdat’a geçti ve Türk basını, “Davutoğlu gitti, Irak’ta hükümet krizini çözdü” diye başlıklar attılar, o içerikteki haberlere yer verdi.
Bu, doğru değil. Tam tersine, Irak’ta hükümet kuruluşunun bu kadar uzamasında Davutoğlu’nun payı var ve Irak’ta hükümetin kurulması noktasına gelinmesi, Türkiye’ye ve hatta Amerika’ya rağmen –Kürtlerin sıkı ve birleşik durması sayesinde- gerçekleşmiş görünüyor.
Irak’ta hükümet kurulabilmesinde Kürtlerin “Kingmaker” rolü, dün Mesut Barzani’nin daveti üzerine Erbil’de Cumhurbaşkanı Celal Talabani’nin yanısıra Nuri el-Maliki, İyad Allavi ve Şii liderlerden Ammar el-Hekim ile çeşitli grupların temsilcilerinin biraraya gelmeleriyle vurgulandı.
Toplantı bugün Bağdat’a taşınıyor ve Celal Talabani’nin Cumhurbaşkanlığı, Nuri el-Maliki’nin ise Başbakanlığı üzerinde uzlaşmaya ulaşıldığının açıklanmasıyla “hükümet kurma krizi”nin aşılması bekleniyor.
Öyle bir durumda –ya da en geç Çarşamba günü bir uzlaşmaya ulaşılması halinde- Perşembe günü Irak Parlamentosu toplanacak ve başkanını seçecek ve hükümet krizi aşılmış olacak.
Türkiye, Sünni Arap milliyetçileri ile İslamcılara ağırlık verdi
Türkiye’nin krizin uzamasındaki rolü, İyad Allavi liderliğindeki Sünni Arap ağırlıklı listeye ağırlık vermesiyle yansıdı. İyad Alllavi, “laik Şii” olarak biliniyor, listesi ise genellikle Arap milliyetçileri ve eski Baasçılardan oluşan bir “Sünni listesi”.
Bu listenin Ahmet Davutoğlu’nun beyninin ve nüfuzunun ürünü olduğu ve Irak’taki İran etkisine karşı “Sünnileri kollayan” bir yönü bulunduğu bir sır değil. Üstelik, el-Irakiyye adlı bu listenin geçerli oyların yüzde 24.72’sini ve Irak parlamentosunun 91 sandalye ile en büyük gücünü elde etmesi Türkiye’nin (daha da doğrusu bizzat Davutoğlu’nun) başarısı olarak görülebilir.
Ancak, Irak’ın siyasi ve sosyolojik denklemi, (Nuri el-Maliki ise yüzde 24.22 ve 89, Kürt ittifakı yüzdi 14.59’la 43 sandalye, diğer Şii ittifakı yüzde 18.15 ile 70 sandalye kazanmıştı) bu sonucun Allavi başbakanlığında, Sünnilerin neredeyse yarım hisseye sahip olacağı bir iktidar denklemine tercüme edilmesine yetmedi.
Irak’ta iktidar, savaş sonrasında olduğu gibi yine Şii-Kürt omurgasına dayanmak mecburiyetinde kaldı.
Ankara diplomasisi Talabani ve Maliki’yi dışlamak istemişti
Seçim sonrası uzun ve krizli süreç boyunca, Türkiye’de pek dikkatle izlenmedi ama Davutoğlu diplomasisi, önce Irak’ta bir “Sünni Arap cumhurbaşkanı” –mümkünse Tarık el-Haşimi- üzerinde odaklandı. Kürtlere Meclis başkanlığı verilmesi için ısrarcı olundu.
Bunun basit Türkçesi, Celal Talabani’nin cumhurbaşkanlığının, Nuri el-Maliki’nin ise başbakanlığının engellenmesi idi.
Türkiye’nin öncelikli başbakan adayı İyad Allavi olamayınca, Ankara, Şii liderlerden Adil Abdülmehdi’nin adı üzerinde yoğunlaştı.
Davutoğlu diplomasisinin en güçlü kozu, bir bakıma en büyük “zaaf noktası”nı oluşturduğu için, Türkiye’nin tercihleri yürümedi, gerçekleşmedi.
Tutmayan hesaplar
Davutoğlu ağırlığı olmasaydı, birbirlerinden farklı onca milliyetçi, eski Baasçı ve de İslamcı Sünni Arap grubu Şii-laik Allavi listesinin içinde biraraya getirebilmek mümkün olamazdı.
Ne var ki, Sünni Arap milliyetçilerinin en önemli şahsiyetlerinin en belirgin özelliği, -Musul Valisi örneğinde olduğu gibi-  kuvvetli anti-Kürt kimlikleriydi. Bu kişilerin Kürtler tarafından asla kabul edilemeyecekleri besbelli idi.
Barzani-Talabani çelişkisi üzerine oynamak belki sonuç verebilirdi. Hatta ABD’nin Irak politikasından sorumlu Başkan Yardımcısı Joe Biden bile cumhurbaşkanlığının Kürtlere verilmesine karşı beyanlarda bulundu.
Ama bütün bunlar sonuç vermedi.  Barzani-Talabani ittifakı sağlam durdu. Cumhurbaşkanlığı makamına ilişkin Talabani isminden geri adım atmadıkları gibi, 19 maddelik “Kürt talepleri” konusunda kendilerine en yakın duran Nuri el-Maliki’nin başbakan olması üzerinde anlaşmaya vardılar.
Şimdi meclis başkanlığı İyad Allavi grubuna gidecek, bazı önemli bakanlıklar da Sünnilere verilecek. Pazarlığın son safhasına gelindi.
Türkiye’nin şansı devam ediyor
Türkiye, şimdi kurtarabildiğini kurtarmak ve zararı azaltmak üzerinde bir politika izlemek durumunda.
Kürtlerin “stratejik çıkarları” Türkiye ile örtüştüğü için, bir ayrılık noktası veya “kazanan-kaybeden”den söz etmek anlamsız olabilir ama içinden geçilen krizli aylar boyunca Davutoğlu diplomasisinin hem Kürtlerde ve hem de Başbakan Nuri el-Maliki’de bir “buruk tat” bıraktığı da bir gerçek.
Davutoğlu, önümüzdeki dönemde Türkiye’nin gerek Erbil ve gerekse Bağdat ile ilişkisini yeniden daha güçlü bir “güven zemini”ne oturtmak için daha fazla çaba göstermek durumunda.
Söz konusu aktörlerin Türkiye ile örtüşen çıkarları nedeniyle bu pekala mümkün...
Yazının Devamını Oku

Tam da “Savaşma Konuş” zamanındayız...

6 Kasım 2010
Radikal, “savaşma konuş” kampanyasıyla önemli bir iş yapıyor. MHP lideri Devlet Bahçeli’nin bile altına imzasını atma ihtiyacı duyacağı bir kampanya önemli ve yararlı bir iştir. Radikal yeni halini almadan, Eyüp Can bana bu kampanya niyetinden söz etmişti. Kampanya, yeni Radikal’i sağlam bir kitle tabanına oturtmak gibi bir “ticari yan ürünü” elde etmeyi elbette hesaplıyordu. Ancak, “savaşma konuş” gibi bir kampanyayı sadece ve öncelikle “ticari amaç”a bağlamak doğru olamaz.
Ticari niyetlerle bambaşka kampanyalar yürütebilirsiniz. Radikal’in “savaşma konuş” kampanyası “siyasi” ve “ahlaki” bir önceliğe sahip. Eyüp Can, bu tasarıdan bana bir ay önce söz ettiğinde, PKK’nın genel seçimlere dek “eylemsizlik” kararı alacağına dair hiçbir işaret yoktu ya da netleşmemişti.
“Savaşma konuş” kampanyasının yola çıkışı ile “Eylemsizlik” kararının zamanlaması –hem de Taksim’deki TAK saldırısının hemen ardından- örtüştü, üst üste geldi. Yani, “cuk” oturdu. Radikal’in “savaşma konuş” kampanyası ile PKK’nın (İmralı ve Kandil’in) “eylemsizlik” kararının buluşması, kamuoyunda “sinerjik” etki yaratmaya uygun.
Bu kampanyanın hemen öncesinde Ertuğrul Mavioğlu’nun Kandil’de Murat Karayılan ile yaptığı ve Radikal’de ayrıntılı biçimde yayımlanan röportaj dizisi, “eylemsizlik” kararının “zihinsel arka planı” için ipucu verdiği gibi, “savaşma konuş” kampanyası için adeta bir de “start” vermiş oldu.
“Savaşma konuş” kampanyası, Ezgi Başaran’ın mükemmel çalışmasıyla desteklenerek daha da anlam kazandı.
Ezgi Başaran “Onlar Nasıl Çözdü?” sorusunun cevabını aramak için, etnik temelli silahlı hareketlere konu olan Kuzey İrlanda ve İspanya-Bask deneyimlerinin peşine düştü. Röportajları IRA’ya silahları gömdüren Sinn Fein lideri Gerry Adams ile başladı. Türkiye’deki “Kürt-PKK sorunu’na ışık tutucu nitelikte çok başarılı röportajları izlemeye devam ediyoruz.
Gerry Adams’ın unutulmaz sözleri
Gerry Adams röportajı, Sinn Fein liderinin şu sözleriyle açılıyor:
“Barış yapmak, düşman bellediğiniz tarafla iletişime girmek çok ama çok zordur. Bizimki 1986’da John Hume’un (Nobel Barış Ödüllü İrlandalı politikacı) benimle konuşmaya razı olmasıyla başladı. 90’ların başında Sinn Fein ve İngiliz hükümetinin gizli görüşmeleri başladı. Diğer bir adım ABD’deki İrlandalılarla bağlantı kurulması ve ABD’nin devreye girmesi. En önemlisi IRA’nın 1994’te tamamen silah bırakmasıydı..”
 Unutmayalım, “silah bırakma” ile “silahların teslimi” yani “toptan silahsızlanma” aynı şey değil. Birleşik Krallık (İngiltere), İrlanda hükümetleri ile Kuzey İrlanda’lı taraflar arasında imzalanan “Hayırlı Cuma Anlaşması”nın tarihi 1998. IRA’nın silahlarını teslimi, yani “silahların ortadan nihai olarak kalkması” ise 2005’te söz konusu oldu.
Biz daha Türkiye’de işin çok ama çok başındayız. Elbette her tecrübe arasında farklar vardır ve IRA konusunda İngiltere’nin 1990’ların başında geldiği noktaya PKK konusunda ancak gelmiş gibi görünüyoruz ama “çözüm” ve “nihai barış” için 15-20 yıl geçmesi illa da gerekmiyor.
“Teröristlerle masaya oturmayız” sözlerine inanmayın
Gerry Adams görüşmesinde, “Ezgi’nin “’Teröristlerle masaya oturmayız’ diyen bir devleti anlayabilir misiniz?” sorusuna verdiği şu cevabı da not edin:
“Öncelikle inanmam. Arka kapılar bulunur, gizli görüşmeler yapılır. Dünyanın her yerinde olmuştur, bizimki de böyle bir vaka. Devletler öyle söyler ama bu halka karşı takınılan bir tavırdır, kamuya kapalı gayrı resmi kanallarda görüşmeler yapılır. Niye böyle derler peki? Zayıf görünmekten korktukları için. Nasıl çözülür? Risk alabilen liderlerle.”
Türkiye’de şu anda olan budur ve PKK’nın seçim sonuçlarına kadar “eylemsizlik” kararı bu sayede söz konusu olmuştur. Bakın Abdullah Öcalan, önceki gün avukatları aracılığıyla açıklanan son görüşmede bu konuda neler söyledi:
“Kamuoyu ile şunları paylaşmak isterin. Öcalan’ın devletle görüşmeleri devam ediyor, görüşmeler daha da ciddileşiyor. Henüz diyalog aşamasından müzakere aşamasına geçilmiş değil ama müzakereye geçiş aşaması olarak değerlendirebiliriz. Gelen yetkililer dürüst ve ciddi insanlar. Biz çatı rolünde devlete karşı değiliz. Devlet uzlaşmacı, birleştirici, çatı rolünde olmalı ve hizmeti esas almalıdır. Devlet bir ideolojiye bağlı kalmamalıdır. Etnik-ırki, cinsiyetçi, dini, ideolojik olmamalıdır...”
Abdullah Öcalan söyledi diye bu yaklaşıma itirazınız olabilir mi?
Devletle görüşmesine, devletin Öcalan’la görüşmesine karşı olabilir misiniz?
“Savaşma konuş”un tersinin “Konuşma savaş” olduğunu düşünürseniz, 2010-2011 Türkiye’sinde hangisini tercih edersiniz?
Dili değiştirelim, “bölücübaşı”, “teröristbaşı” sıfatlarını terkedelim
Siyasi partiler ve medyanın önemli bir bölümü, gelişme dinamiğinin çok gerisinde. Abdullah Öcalan’ın son açıklamalarının medyada –yazılı basın ve internette- nasıl ele alındığına baktım, “Avukatların bölücübaşı Abdullah Öcalan ile son görüşmesinin notları yayınlandı”, “Terör örgütü PKK’nın elebaşı Abdullah Öcalan’dan yeni mesajlar var” gibi sunumlar söz konusu.
“Bölücübaşı”, “Teröristbaşı”, “terör örgütü” gibi sıfatları artık terketmek gerekli. Çünkü, yeni dönem “yeni dil” gerektirir. Savaş ya da çatışma dönemi dili ile konuşarak, “uzlaşma”ya, “savaşı sona erdirme”ye, kısacası “barış”a ulaşmak mümkün değildir.
Sevmeseniz, çok karşı olsanız da, uzun süre savaşmış da olsanız, şayet barış yapmak yoluna koyulmuşsanız, muhatabınıza saygılı olmak zorundasınız.
“PKK lideri Abdullah Öcalan” demek hem zor değil, hem de yanlış değil.
Gerry Adams’a geri dönelim, “Barış yapmak, düşman bellediğiniz tarafla iletişime girmek çok ama çok zordur. Zaman ister, gerekli taşların üst üste birikmesi lazımdır” dedi Radikal’e.
Taşları biriktirmeye başlayalım. “Savaşma konuş” zamanıdır...
Yazının Devamını Oku