Cengiz Çandar

Osman ile Orhan

4 Aralık 2010
Bu iki isim Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk iki sultanının adı. Son günlerde siyasi gündemimize de bu iki isim düştü. Osmanlı İmparatorluğu’nun kurucu padişahlarından söz etmiyoruz. “Kürt siyaseti’nin Türkiye siyaset sahnesinde bilinen iki isminden söz ediyoruz: Osman Baydemir ile Orhan Miroğlu.

Her iki ismin aynı dönemde ön plana çıkmalarına birleştiren husus, PKK’nın “gazabı”nı üzerlerine çekmeleriyle ilgili.
Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir, bir televizyon programında “Silahlı mücadele miadını doldurmuştur” dediği için İmralı’dan kendisine yönelik öfkeli değerlendirmeye hedef oldu.
Bazı basın organlarında Abdullah Öcalan’ın, Osman Baydemir için, avukatlarıyla görüşmelerini yayımlayan Fırat haber ajansında okuduğumuzun ötesinde ağır sözler sarfettiği iddiası yer aldı. Şayet doğru ise, Öcalan, Baydemir için “Nedir bu Allah aşkına. Bu zırtapoz ne yapmaya çalışıyor. Amacı nedir. Çıkıp sorumsuzca silahlı mücadele miadını doldurmuştur diyor. Buna sen nasıl karar verirsin. Bu hakkı kendinde nasıl bulursun. Silahlı güçlerin pozisyonu ve geleceği hakkında Kandil bile tek başına karar veremezsen sen kim oluyorsun, bunları nasıl söyleyebiliyorsun. Kandil bile bu konuda tek başına yetkili değil” demiş.
Baydemir doğrusunu yaptı
Öcalan’ın şimşeklerini üzerine çekmek, Kürt siyasi hareketi içinde görülen hiç kimsenin siyasi kariyeri bakımından iyi sayılmıyor. Bu tür bir açıklamanın Osman Baydemir’in konumunu sıkıntılı hale getireceği açık. Nitekim, Baydemir, “silahlı mücadele miadını doldurmuş” sözünü hiç tevil yoluna gitmeden, Öcalan’ın salvosunu “eleştiri hakkı” diyerek savuşturmak ve kendi ismi üzerinden Kürt hareketine zarar verecek bir polemiğe malzeme oluşturmamak istedi.
Doğru yaptı. Osman Baydemir’in bugüne dek açık yüreklilikle ve dürüstçe dile getirdiği görüşlere en amansız saldırıları yöneltmiş olan çevrelerin birden “Osman Baydemir’ci” kesilmelerinin ironisini ve bunun ne gibi olumsuzluklara yol açacağını haliyle farketti.
Osman Baydemir’e üyesi olduğu BDP’nin eş genel başkanı Gültan Kışanak da, “görevinin başındadır” açıklamasıyla sahip çıkması da dikkat çekti. Gültan Kışanak da doğru yaptı.

Yazının Devamını Oku

Wikileaks Türkiye’ye yaradı

3 Aralık 2010
Wikileaks’in Amerika’yı rezil rüsva ettiğine dair genel hükümlere katılmayanlar da var. Örneğin, Amerikan dış politikasının önemli isimlerinden, Council on Foreign Relations adlı çok etkili düşünce kuruluşuna uzun yıllar başkanlık etmiş olan Leslie Gelb, Wikileaks’ten sızan bilgilerin, bunu yapanların niyetinin tam aksine Amerika’nın yararına olduğu düşüncesinde. The Daily Beast adındaki tanınmış Amerikan internet gazetesindeki yazısında şöyle diyor Les Gelb:
“Wikisızdırıcaları, Amerika’nın bencil, aptal ve iğrenç olduğunu kanıtlamak için geniş bir gizli bilgiler destesini ortalığa yığdılar ama ortaya çıkarttıkları tam da aksini kanıtladı. Basının gözünü kamaştıran dedikodu ve ıvırzıvırı ayıkladığınız vakit, Wikisızdırıcalarının asla ummadıklarını açıkça görebilirsiniz: Amerika, korkutucu ölçüde komplike bir dünyadaki en tehlikeli sorunları ciddi ve profesyonelce çözmeye çalışıyor, ama çözüm empoze edecek güçten yoksun
Amerikan siyasi karar vericileri ve diplomatları, oldukça isabetli biçimde, yapmaları gerekeni yapmış olduklarını gösterdiler. Yabancı liderlerden önemli enformasyon elde etmek, ortak eylem için yol araştırmak ve müttefikler ve hasımlar üzerinde uygun ölçüde baskı uygulayabilmek için gayret göstermek. Ve bir çok durumda, hesap vermesi gereken Washington değil, ama korkaklık ve ikiyüzlülük nedeniyle ortak eylemden kaçınan yabancı liderlerdir.”
Leslie Gelb, bu değerlendirmesini güçlendirmek için bir dizi örnek veriyor. Özellikle, Kuzey Kore nükleer gücünün İran’a intikalini önlemek için, bu ülke üzerinde nüfuzu olduğuna inanılan Çin’e yönelik girişimler gibi.
Türkiye’nin kaybettiği bir şey yok
Bu bir görüş tabii ama Wikileaks’i sadece Türkiye ile ilgili “Amerikan dedikodu belgeleri” görürsek ya da bazı yetkili ağızların işin kolayına kaçarak söylediği gibi “İsrail oyunu” olarak tanımlamak yoluna saparsak, olan-biteni hiç anlayamamak gibi bir sonuca ulaşabiliriz.
Wikileaks’in en kestirme açıklaması, Amerikan Dışişleri Bakanlığı ile dünyanın her yanına yayılmış olan ABD’nin 274 büyükelçiliği, konsolosluğu ve diplomatik misyonu arasında bir kısmı “gizlilik kaydı”na sahip yazışmaların ortalığa dökülmesidir.
Hepsi bu.
Kimisi, Leslie Gelb gibi bundan aslında Amerika’nın yararlı çıktığını, onun işaret ettiği noktalara dayanarak ileri sürebilir, kimisi de tam tersi görüşü savunabilir.
Türkiye’de kendi açımızdan baktığımızda, kimi yetkili ağızların takındığı tavrı anlamak mümkün değil, çünkü Türkiye ile ilgili olarak şu ana kadar yayılan bilgilerden Türkiye’nin kazançlı çıktığını söylemek mümkün.
Türkiye’nin Wikileaks’ten ötürü kaybettiği bir şey yok.
Tayyip Erdoğan kazançlı çıktı
Gerek Başbakan Tayyip Erdoğan, gerekse Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, bugüne dek yayımlanan Wikileaks belgelerinden, yayım öncesine oranla daha güçlü çıkmış durumdalar.
Başbakan Erdoğan ile ilgili olarak tümüyle “duyum üzerine” kanıtsız-belgesiz biçimde eski Amerikan Büyükelçisi Eric Edelman’ın bir telgrafının üzerine CHP siyasi akıl yoksunu olarak atladı. Bazı gazeteler bunu “haber haberdir” gerekçesine sığınarak manşete taşıdı.
Ne oldu?
Tayyip Erdoğan ancak masum insanların bulabileceği bir öfke enerjisiyle, “Benim, İsviçre bankalarında Allah’ın bir kuruşum bile yok” diye haykırarak öyle bir gürledi ki, bunun bir “iftira” olduğuna inanmayan herhalde pek kimse kalmamıştır. Ana muhalefet partisinin seçim kampanyası silahı, kullanılamadan “kullanım süresi”ni doldurmuştur. Üstelik o silah bir “bumerang” olarak kendine dönmüştür.
Wikileaks’in Tayyip Erdoğan’a ve onun üzerinden Türkiye’ye zarar verdiği söylenebilir mi?
Clinton ile Aliyev zora düştü
Amerikan Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, Ahmet Davutoğlu’ndan alenen özür dilememiş midir? Wikileaks sayesinde, Clinton-Davutoğlu görüşmesi, Davutoğlu lehine “1-0” başlamamış mıdır?
Wikileaks sayesinde, Azerbaycan Devlet Başkanı İlham Aliyev, daha “Bismillah’ demeden Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e koşup, kendisine atfen yer alan sözleri yalanlamamış mıdır? Azerbaycan Devlet Başkanı, Türkiye Cumhurbaşkanı’nın önüne mahçup bir konumda çıkmamış mıdır?
Şu ana kadar Wikileaks’ten Türkiye’nin de, Türkiye’yi yönetenlerin kaybettikleri hiçbir şey olmadığı gibi, kazandıkları çok şey olduğu söylenebilir.
O nedenle, Türkiye’nin liderlerinin –eğer bir bildikleri yoksa- Wikileaks’ten “komplo teorisi” üretmek üzere telaşla her dakika ekran karşısına çıkmalarının gereği de yoktur.
Tabii, herşey şimdilik...
Yazının Devamını Oku

Adaletin üç lekesi...

1 Aralık 2010
Wikileaks Depremi’nin artçı şokları artarak devam edeceğe beniyor.

Bu konuda daha çok yazacağız, konuya gelen bilgiler üzerinden daha çok eğileceğiz. Wikileaks patlamasaydı, yazmaya kararlı olduğum yazıyı vakit geçirmeden yazmak istiyorum, çünkü ne kadar gecikirsem, onu hiç yazmaya fırsat bulamayacağımı hissettim.

Türkiye’nin vicdansız hukukunu. Bir başka deyimle, Türkiye’nin “hukuk devleti” olmaktan ziyade bir “kanun devleti” olduğunu.

Bana böyle bir yazı ihtiyacına, son günlerde, üç isim ilham verdi. Biri Pınar Selek, diğeri Doğan Akhanlı, üçüncüsü Ahmet Kahraman.

Pınar Selek...

Pınar Selek, tam 12 yıldır süre gelen ve kendisini tanıyanların “Kapalıçarşı Komplosu” diye niteledikleri bir davanın mağduru. Mağduru, zira Pınar Selek, 12 yıl içinde iki kez beraat kararı verilen davasının Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nde beraat kararının bozulması üzerine, Yargıtay Genel Kurulu’nun 9. Ceza Dairesi’nin bozma kararını onaylaması sonucunda, 2011 Şubat’ından itibaren “ağırlaştırılmış müebbet” cezasına çarptırılmak amacıyla tekrar yargılanacak.

Pınar Selek, kendisine isnat edilen suçtan ötürü 2,5 yıl hapiste yatmış olmasından gayrı, ağır işkencelerden de geçmişti. Buna rağmen, Türkiye’de hukukun rafa kaldırıldığı yıllarda dahi, iki kez beraat etti. Gelgelelim, 2010 Türkiye’sinde tekrar “ağırlaştırılmış müebbet cezası” istemiyle tekrar yargılanmasına karar verildi.

12 yıldır tecelli edemeyen bir “adalet” söz konusu. Bu davaya, neresinden bakılsa, yabancı dillerde “adaletin travestisi” gibi bir değerlendirme yapılır.

Unutmayalım, Pınar Selek için verilen beraat kararını bozmuş olan Yargıtay 9. Ceza Dairesi, Hrant Dink için verilen mahkumiyet kararlarını onaylayan yüksek mahkeme. Ve, o Yargıtay 9. Ceza Mahkemesi’nin kararları, Yargıtay Genel Kurulu’nda onaylanırken, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nden dönüyor.

Yazının Devamını Oku

Wikileaks Depremi: Washington’da hasar, Ankara’ya teğet geçiş (şimdilik)...

30 Kasım 2010
Wikileaks depremi!

Tüm dünya Wikileaks adlı internet sitesine sızan ve onun sızdırdığı Amerikan diplomatik yazışmalarının ortalığa, Türkiye saati ile Pazar gece yarısına doğru ortaya saçılmasıyla sarsılıyor. “Wikileaks depremi” güçlü “artçı şokları” günlerce devam edecek.

İtalya Dışişleri Bakanı Frattini, buna “diplomasinin 11 Eylül’ü” nitelemesini yaptı bile. 11 Eylül, uluslararası sistemde güvenlik algılamalarını nasıl derinden değiştirmiş ve bunun en doğrudan sonuçları Afganistan ve Irak savaşları olmuşsa, Wikileaks şayet “diplomasinin 11 Eylül’ü” ise, bunun da uluslararası ilişkilerde yansımaları olması kaçınılmaz sayılıyor.

Olay, büyük ölçüde bir “Amerikan ürünü” olan küreselleşmenin  cilvelerinden biri. “Sanal alem” kavramı, “internet” bütün bunlar, 20-30 yıl öncesinden söz konusu değildi. Küreselleşme, nasıl bir bakıma “sermayenin demokratikleşmesi”ni beraberinde getiriyor, Çin ve Hindistan gibi ülkeler başta olmak üzere 21.Yüzyıl’ın süperdevlet adaylarının ortaya çıkmasına imkan veriyorsa, tanımı gereği bir hayli “gizlilik” konusu olan diplomasi de gizli kalamıyor ve diplomatik yazışmalar “sanal alem”de dolaşıma girebiliyor.

ABD’ye “ölümcül darbe” mi?

Wikileaks’in yaptığı tarihte görülen en büyük boyutlu ve çoğu gizlilik kaydı taşıyan diplomatik yazışmaların “kamu bilgisi”nin önüne getirilmesi olayı. 1966 yılından 2010 yılının Şubat ayına dek, Amerika’nın Dışişleri Bakanlığı ile dünyanın her yanına yayılmış 274 büyükelçilik, konsolosluk ve diplomatik misyonunun aralarındaki “yazışmalar” ortaya dökülüyor.

11 Eylül, New York’un “ikiz kuleleri”ni ve Washington’daki Pentagon binasını vurmuştu. “Diplomasinin 11 Eylül’ü” ise Amerika’nın Dışişleri Bakanlığı’nı doğrudan ve bu arada Amerika’nın uluslararası itibarına vurdu.

Bu darbe “ölümcül” mü?

Pek sayılmaz. Yıpratıcı ama ölümcül olamaz, zira ortaya çıkan Amerikan diplomatik yazışmaları, ne uluslararası sistemde Amerika ile diğer ülkeler arasındaki ilişkilerin yapısal özelliklerini toptan ortadan kaldırabilir, ne de Amerika’nın “tek süperdevlet” statüsü, bu yazışmaların ortaya dökülmesinden ötürü iptal olmuş olur.

Yazının Devamını Oku

Lübnan mesajı: Ortadoğu’da İran’a rakip biz varız!

27 Kasım 2010
Başbakan Tayyip Erdoğan, Lübnan’a iki gün süren ve yoğun temaslarla süren bir gezi gerçekleştirdi. Bu, Türk medyasının algılamasının aksine, Erdoğan’ın öyle “rutin” dış gezilerinden biri değildi. “Sembolizm”i hayli yüksek, dış politika çağrışımları önemli bir geziydi. Geziyi önemli kılan, Lübnan adlı, İsrail’e komşu ve Türkiye ile de ciddi sürtüşmeler yaşayan Yahudi devletiyle sorunlu, Suriye nüfuzu altındaki küçük ülkeye çok kısa süre içinde en üst düzeyde yapılan ikinci ziyaret olmasıydı.
Tayyip Erdoğan’dan kısa süre önce İran Devlet Başkanı Mahmut Ahmedinejad da Lübnan’a hayli ses getiren bir ziyaret yapmış, Güney Lübnan’a, İsrail sınırının dibindeki Şii kasabası Bint Jbeyl’e de uğramış ve İsrail’e yönelik çok sert konuşmalarıyla yankı yapmıştı.
Tayyip Erdoğan, Lübnan’ın neredeyse her yönüne ayak bastı. İsrail’e yönelik sert mesajlarını, ülkenin en kuzeyinde bir Türkmen yerleşiminde yaptı. Güney Lübnan’a 2006’daki savaştan sonra yerleştirilen UNIFIL bünyesindeki Türk birliğini ziyaret vesilesiyle gitti. Ayrıca, Beyrut’un güneyinde, Başbakan Saad Hariri’nin bir suikaste kurban gitmiş babası Refik Hariri’nin memleketi Sayda’da bir tesisin açılışını yaptı.
Başkent Beyrut’ta Lübnan denklemine taraf tüm örgütlerin liderleri ve temsilcileriyle ayrı ayrı görüştü. AB’nin Schengen’ine karşılık, bölge ülkeleri arasında vizeden muaf bir serbest ticaret bölgesi oluşturulması çağrısını Beyrut’ta yaptı.
Bütün bunların, tümünün, bir hayli “sembolizm”le yüklü bir anlamı söz konusu.
İran ile adı konmamış bölgesel rekabet
Tayyip Erdoğan, Lübnan’a “bu bölgede güç merkezi olarak sadece İran değil, ben de varım; Türkiye var” mesajını, Lübnan üzerinden tüm bölgeye ve uluslararası sahneye iletmek üzere gitmiş oldu.
Ahmedinejad’ın Beyrut-Güney Lübnan eksenindeki turuna karşılık, Lübnan’ın kuzeyine ve Hariri’nin memleketi Sayda’ya özel olarak ayak basarak, “Lübnan Sünnileri”nin bölgesel siyasi merkezinin Türkiye olduğunu, dile getirmeden ifade etmiş oldu.
Gerçi, İsrail’in kendisi başta olmak üzere, ziyareti yakından izleyenler, İsrail’e karşı alışılmadık ölçüde sert açıklamaları üzerinde odaklandılar ama Tayyip Erdoğan’ın İsrail’e ilişkin mesajları, Ahmedinejad’ınkilerden hem ton ve hem de –daha önemlisi- içerik olarak çok farklı nitelikteydi.
“İsrail, Lübnan’a en modern hava gücü ve tanklarla kadınlar ve çocukları öldürmek, okulları ve hastaneleri yıkmak üzere gireceğini ve bizim buna sessiz kalacağımızı mı düşünüyor” diyerek, Lübnan’a bir İsrail saldırısı karşısında Türkiye’nin desteğini ilan etti ama bu son derece sert sözleri, Ahmedinejad’ın “Siyonist devleti ortadan kaldırmak” yönündeki sözleriyle kıyaslanamaz bir farklılık ortaya koyuyor.
Türkiye’nin Başbakanı, İsrail devletinin varlığını sorgulamıyor, onu “bölgede barış ve istikrar içinde” yer almaya davet ediyor.
İsrail’e karşı sarfettiği sözlerin ağırlığı bir yana, Türkiye’yi –İran’dan farklı olarak- bölgenin “yumuşak güç” kullanan bir “bölge gücü” olarak sunuyor. Bu iddiayı güçlendirmek üzere, bir dizi ekonomik ve ticari anlaşmayı gerçekleştiriyor.
İnce ve hassas dengeler
Lübnan’da bazı yorumcular, Erdoğan’ın tüm manevrasını Türkiye’nin yavaşça da olsa İsrail’e karşı “direniş cephesi”nde yani İran-Suriye hattında yer almaya başlaması olarak yorumlamak eğilimindeler.
Amerika’daki İsrail lobisi ve İsrail’in kendisi de bundan farklı yorumlamıyorlar.
Oysa. Tayyip Erdoğan’ın Lübnan’da sergilediği Türkiye’nin Ortadoğu politikası daha ince hatlar üzerinde ve esas olarak “İran ile rekabet” zemininde yol almaya çalışıyor.
Lübnan, “Suriye-Suudi Arabistan uzlaşması”nın kırılgan zemini üzerinde “egemen bir devlet” olarak yaşam savaşı veriyor. Refik Hariri suikastını soruşturan Uluslararası Mahkeme’nin Hizbullah’ın (İran-Suriye ekseninin Lübnan’daki uzantısı, Lübnan Şiilerinin temsilcisi) yakasına yapışması ihtimalinin güçlendiği şu günlerde, ülkeyi tehlikeli bir gelecek bekliyor.
Türkiye’nin Lübnan’da “Suriye-Suudi Arabistan uzlaşması”nı takviye eden bir role girmesi, bölgede İran’a karşı “nüfuzunu geliştirici” bir sonuç verebilir.
Ne var ki, Lübnan’ın kırılgan zemininde meydana gelecek gelişmeleri önlemeye Türkiye’nin gücü de yetmeyebilir.
Ayrıca, İsrail’e karşı pozisyon almadan bölgede “nüfuz sahibi” olunamayacağı için Türkiye’nin hamleleri anlaşılır olsa bile, bunların Washington’ta Türkiye aleyhinde bir “çarpan etkisi” yapmasının da önüne geçilemeyebilir.
Soru işaretleri
Tayyip Erdoğan’ın iki günlük Lübnan ziyareti, arkasında etkisini önümüzdeki aylara bırakacak sonuçlarla tamamlandı.
Lübnan gezisi, Ortadoğu’nun yakın gelecekteki belirsizliğini dağıtmadığı gibi, Türkiye’nin uluslararası politikadaki konumundaki belirsizliği de beslemiş olabilir.
Önümüzdeki dönem, iç politika kadar, dış politikada da heyecanlı gelişmelere gebe gözüküyor...
Yazının Devamını Oku

Tertele Dersim

26 Kasım 2010
Bir Dersim’li, bir genç kadın “Niçin Türk halkının hassasiyetleri insanların hak taleplerinden daha öncelikli olmak zorundadır?” diye sordu. Doğru ve haklı bir soruydu. Sorunun muhatabı ben ve bir nebze en solunda benim oturduğum kürsünün en sağında oturan Hasan Cemal’di. Her ikimiz de konuşmamızda, “Dersim Soykırımı” sözcüklerinin Türk halkında hassasiyet yaratabileceğini ima etmiştik. İma, besbelli, “çok hassas” Dersim’lilerin dikkatinden kaçmamıştı.
Berlin’de “Dersim Konferansı”nın konuşmacıları arasındaydık. Benim katıldığım ilk “Dersim Konferansı” idi, sağımda diğer konuşmacılar, BDP Tunceli (Dersim) Milletvekili Şerafettin Halis ile Hasan Cemal’in dünkü yazısını ayırdığı 54 yıllık ömrünün 20 yılını Türkiye’de, yaklaşık 3,5 yılını ise Almanya’da hapiste geçirmiş olan Muzaffer Ayata ve en uçta Hasan Cemal dizilmişti.
“Dersim Konferansı”nın açılış konuşmacısı Berlin Eyalet Meclisi Başkanı Walter Momper idi. O ve Berlin’in merkezindeki Berlin-Mitte Belediye Başkanı Dr. Christian Hanke. İkisi de sabahtan akşama dek süren panellerin tüm konuşmacıları gibi dikkate değer konuşmalar yaptılar.
Walter Momper adını görünce şaşırdım. 1989 yılında Berlin Duvarı yıkıldığı, yani 20. Yüzyıl’ın sona erip 21. Yüzyıl’ın başladığı sırada Batı Berlin Belediye Başkanı, Berlin’in birleşmesinin ardından “Birleşik Berlin”in Belediye Başkanı tarihi bir şahsiyet idi.
“Dersim Soykırımı” başlıklı bir konferansta açış konuşması yapması, “Holocaust” dosyasını kapatmış ve geleceğe doğru yola çıkmış bir ulusun, en tarihi dönemeç noktasında en tarihi şehrinin “Belediye Başkanı” sıfatını taşımış bir insanın Dersim’e ilişkin duyarlılığının yansımasıydı.
“Dersim 1937-38”e ne isim koyacağız?
Türkiye’nin bir insanı olarak bundan sevinmeli miydim?
Daha “Ermeni Soykırımı” sözcüklerini sindirmemiş bir ülkede, “tarihimizle yüzleşmek” adına, buna bir de “Dersim Soykırımı”nın eklenmesinin “sindirimi” hepten imkansız kılacağından kaygılanmıştım. Hasan Cemal de öyle.
O nedenle dilim döndüğünce ve hayli üstü kapalı biçimde, Dersim’de olan-bitene “soykırım” denmesinin sakıncasına işaret etmeye çalışmıştım.
Ama “yakalanmıştık” işte.
“Türk halkının hassasiyetleri insanların hak taleplerinden niçin daha öncelikli? Öyle olmak zorunda mı?” sorusuyla karşılaşmıştım.
Soruyu cevapsız bırakmadım gerçi, ama “Dersim 1937-1938”in “soykırım”dan başka bir şey olmadığının da, “soykırım dememenin pragmatik açıklamaları”nı yaptığım sırada gayet iyi farkındaydım.
Dersim’de 1937-38’de olan-biteni belgeleriyle, kanıtlarıyla, tanıklarıyla dinlediğiniz vakit, “soykırım”dan başka hiçbir tanım içine girmiyor yaşanmış olanlar.
“Dersim Katliamı” desek?
Kulağa “soykırım”dan daha hoş geliyorsa, öyle diyelim.
Yapılan zaten “katliam”, ama “soykırım” niteliğinde bir katliam.
En doğrusunu “kurbanlar”ın kendisi bilir, söyler. Dersim’liler “Tertele Dersim” diyorlar, 1937-1938’de olanlara.  Bir Dersim’li anlatıyor:
“Eski (yaşlı) insanlarımız hep iki Tertele’den bahsederlerdi. Biri 1915’te Ermeni Tertelesi’dir. Yani Tertele Hermeniu. Diğeri ise, Tertelo péén veya Tertele Kırmancu dedikleri Dersim Tertelesi’dir. (Munzur Dergisi, sayı 30, s.55)
Yani, isim belli: Tertele Dersim!
Başbakan Tayyip Erdoğan, Dersim’de 50 bin kişinin öldürüldüğünü haykırmıştı. 50 bin kişinin sistemli, planlı biçimde öldürülmesine ne isim koyalım?
“Dersim İsyanı” hiç olmadı...
Bu arada, dilimize pelesenk olmuş “Dersim İsyanı” nitelemesinin doğru olmadığını da hiç kuşkuya yer bırakmayacak biçimde Berlin’de öğrendim. Katliam için yola çıkan askere bir “direniş” söz konusu ama bi “ayaklanma” sureti kat’iyede söz konusu değil.
Bir “yalan tarih”le, “tarih yalanı” ile bunca yıl yaşamış olmak, onbinlerce insanın kuşaktan kuşağa aktardığı “gerçekler”den habersiz yaşamış olmak ağır bir duygu.
Dersim’in başına gelecek felaket, 1925’ten beri adım adım planlanıyor. 28 Haziran 1930’da 1850 sayılı yasa ile Doğu bölgesinde suç işleyenler her türlü cezai işlemden muaf tutuluyor. Bu yasa ile orduya, bölgede atış serbest, öldürmek mübah denmiş oluyor.
Dersim’in kaderini 1935 yılında Atatürk’ün talimatıyla bölgeye giden İsmet İnönü’nün “Şark Raporu” belirliyor. İnönü’den sonra, Celal Bayar’ın, Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey ve Genelkurmay’ın Dersim raporları var. İkincisi “Dersim bir çıban başıdır, behemehal temizlenmelidir” derken, üçüncüsü “Dersim’li okşanmakla kazanılmaz. Silahlı kuvvet müdahalesi Dersim’e daha çok tesir eder. Türk camiası içinde Kürtlük eritilmeli, ondan sonra öz Türk hukukuna mazhar kılınmalıdır” diyor.
Bu raporların “yol haritası” işlevi gördüğü askeri harekatı, o dönemde bölgede görev yapmış olan, eski dışişleri bakanlarından İhsan Sabri Çağlayangil, Kemal Kılıçdaroğlu’na “Ordu, zehirli gaz kullandı. Mağaraların kapısının içinden bunları fare gibi zehirledi. Ve yediden yetmişe o Dersim Kürtlerini kestiler...” diye anlatmıştı.
Evet, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu bir Dersim’li. Berlin’de hemşehrilerinden dinledik, Kureyşan aşiretinden, aile fertlerinden çok sayıda insanı Dersim katliamı ya da Dersim soykırımında yitirmiş.
Ve yine Berlin’de öğrendik ki, Kemal Kılıçdaroğlu, olan-biten herşeyden haberdar; Dersim 1937-1938 ile ilgili tüm belgeleri yıllar öncesinden toplamış.
Erdoğan ve Kılıçdaroğlu’na düşen görev
Peki, bunların şimdi sırası mı?
Olmayabilir. Peki, sırası ne vakit?
Sıraya kim koyacak? Ne sıfatla, ne hakla koyacak? Sıranın şimdi değil, o vakit –hangi vakit ise-  olması neye göre, niçin öyle olacak?
Kaldı ki, bir Dersim’linin ana muhalefet partisi genel başkanı olduğu, siyasi rakibi olan Başbakan’ın yüksek sesle “Dersim’de 50 bin kişi öldürüldü” dediği bir dönemin Türkiye’sinde, “Dersim dosyası” açılmayabilir mi?
Kemal Kılıçdaroğlu ve Tayyip Erdoğan, Dersim konusunda Berlin’li Walter Momper’den daha az duyarlı olabilir mi?
Herşeyden önce şunu Dersim’in adı iade edilmelidir. Zira, soykırım önce ismi ve kimliği silmek demektir.
Ya Tertele Dersim; ya Dersim...
Yazının Devamını Oku

CHP-Kürt siyasi hareketi diyalektiği

24 Kasım 2010
Bir bakıma, CHP ile BDP’nin “atası” arasındaki ilk seçim ittifakı 1991 yılında gerçekleşti. CHP de değil SHP idi. BDP değil HEP (Halkın Emek Partisi) idi.

SHP o sayede Süleyman Demirel’in DYP’si ile birlikte koalisyon ortağı olarak iktidara taşındı. 1977 seçimlerinden tam 14 yıl sonra, CHP hattına hükümet ortağı olmak şansı, büyük ölçüde o ittifak sayesinde gerçekleşti.

SHP-CHP hattında “ittifak”ın mimarı Genel Başkan Erdal İnönü idi. 1991 Aralık ayında Diyarbakır’da dönemin başbakanı Süleyman Demirel, “Kürt realitesini tanıyoruz” dediği vakit, kürsüde yanında Başbakan Yardımcısı Erdal İnönü duruyordu.

TBMM’deki meşhur “Kürtçe yemin” yüzünden vaveyla kopartan Leyla Zana ile Hatip Dicle, Erdal İnönü’nün genel başkanı olduğu ve hükümet ortağı olacak partinin milletvekilleriydiler.

Kürtlerin SHP-CHP’den ayrışması

Erdal İnönü, iki milletvekilinin partiden istifasını istemek zorunda kaldı. HEP’liler, SHP listesinde yer alarak TBMM’ye 18 milletvekili sokmuşlardı. “Yemin krizi”nin ardından SHP’den ayrılıp DEP’i (Demokrasi Partisi) kurdular.

1991’in evveliyatı var. SHP’li 7 Kürt milletvekili 1989’da Paris’teki Kürt Enstitüsü’nün düzenlediği “Kürt Konferansı”na katıldıkları için SHP’den ihraç edilmişlerdi ve ihraç kararının mimarı partinin genel sekreteri Deniz Baykal’dı.

SHP zamanla CHP oldu ve Deniz Baykal’ın genel başkanlığı altında 1999 seçimlerinde baraj altında kalarak, TBMM’ye giremedi. 2002 seçimlerinden sonra ise Deniz Baykal’ın liderliği altında adeta seçim kazanmasının imkansızlığını kanıtlayarak bugünlere ulaştı.

CHP’nin Türkiye’de “vesayet rejimi”nin parlamentodaki temsilcisi olması, demokrasiye değil asker-sivil bürokrasiye bel bağlayan tavrında, gönüllü “Silivri avukatlığı”nda, “Sosyalist Enternasyonal”dan ihracın eşiğine gelmesinde, MHP’nin “milliyetçilik” versiyonunu “ulusalcılık” adı altında “devlet milliyetçiliği”ne savrulmasında yansıdı.

Yazının Devamını Oku

“CHP-BDP İttifakı”nın anatomisi

23 Kasım 2010
BDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın dün yaptığı açıklamayla, günlerdir tartışılan “CHP-BDP seçim ittifakı” tartışmasına “noktayı” koydu.

Demirtaş’ın “mevcut CHP’li seçim ittifakının olamayacağı”na ilişkin açıklamasından çıkartılan sonuç bu.

Bana kalırsa, Selahattin Demirtaş’ın açıklamaları noktayı koymaktan ziyade, bir haftadır siyasi gündemin üzerine oturan bu konuya ilişkin tartışmalara yeni bir ivme kazandıracak nitelikte.

Mesele, CHP-BDP seçim ittifakı konusuna “noktayı koymak” idiyse, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Paris’teki Sosyalist Enternasyonal toplantısından Türkiye’ye dönüşünde, “Tek başımıza iktidara gelmek istiyoruz, dolayısıyla herhangi bir parti ile seçim ittifakı söz konusu değildir” dediği vakit, bu tartışmanın noktalanmış olması gerekirdi.

Ama öyle olmadı.

Tersine, tartışma daha da alevlenerek sürdü. Dolayısıyla, bu tartışmayı başlatan Selahattin Demirtaş’ın açıklamasıyla da tartışma biteceğe benzemiyor.

 

CHP-BDP seçim ittifakı tartışması sürecek

 

Yazının Devamını Oku