11 Ocak 2011
Kars’taki heykel tartışması, ciddi bir konu aslında. Türkiye’deki “yönetim zihniyeti”ndeki tehlikeli bir eğilimi ortaya koyduğu için öyle. Söz konusu “yönetim zihniyeti”nin arka planındaki bir “değer ölçüsü’nü yansıttığı için daha da ciddi.
Konu nereden çıktı?
Başbakan, “İnsanlık Anıtı” adı verilen ve tanınmış heykeltraş Mehmet Aksoy’un elinden çıkmış olan ve üstelik henüz tamamlanmamış durumdaki, Türkiye’nin en büyük heykeli için “ucube” dedi ve “yıkılacaktır” diye hüküm verdi.
Başbakan’ın ardından Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, daha “sofistike” bir hükümle Başbakan’a destek oldu. “İnsanlık Anıtı”nın “Kars’ın mimarisine uygun olmadığını” söyleyerek, “Kars, gerek Selçuklular, gerekse Osmanlılar döneminden mimari bir geleneğe sahip. Bu mimari estetik arasında bu anıt mimariyi yansıtmıyor. Kars’ın kültürünü yansıtmamış. Mimari estetiğe uymamış. Mimari dokuya uygun eserler yapmak lazım. Bu kadar zengin bir mimarinin arasında iyi durmamış” diye konuşmuş.
Yani, heykel yıkılsın!
Ne Selçuklu-Osmanlı mimarisi; Rus hatta Baltık mimarisi...
1. Kars’ın mimarisinde Selçuklu-Osmanlı mimari uslubu pek ön planda değildir. Kars mimarisi diye “özgün”müş diye öne sürülen doku, Rus ve Ermeni binalarına ilişkindir. Kars, 1878-1918-20 (ya da 1877-1917) arası Rusya’ya aitti ve bugünkü Kars’a özgün kişiliğini kazandıran tüm yapıtlar o Kars’ın Rusya’ya dahil olduğu o 40 yıllık dönemin izlerini taşır. Söz konusu binaların “Baltık mimarisi” olduğuna ilişkin görüşleri de bir kenara not edin.
Davutoğlu, kusura bakmasın ama bugünkü Kars’ın “gerek Selçuklu, gerekse Osmanlılar döneminden gelen bir mimari geleneğe sahip olduğunu” doğrulayan bir durum yok.
2. Eğer, herhangi yeni bir yapıt, “mimari geleneğe aykırı” durduğu için yıkılmalı ise, başta İstanbul, tüm Türkiye’yi yerlebir etmek gerekiyor.
Yazının Devamını Oku 8 Ocak 2011
Yıl 1995. PKK ile çatışmanın en kanlı dönemlerinden biri. Faili meçhuller ile Güneydoğu’da herhangi bir “kırsal”dan gelen ölüm haberlerinin haddi hesabı yoktu. Yılın ikinci yarısında güvenlik kuvvetlerinin “saha”da üstünlüğü ele geçirdiği öne sürülüyordu. Sabah gazetesinin genel yayın yönetmeni Zafer Mutlu, Hasan Cemal ile bana “atlayın bölgeye gidin, izlenimlerinizi yazın” dedi. Salih Memecan bölgeye bizimle birlikte giderek ilk kez ayak basacak ve gözlemlerimizi karikatür olarak çizecek, deneyimli Ramazan Öztürk ise fotoğraflayacaktı. Ve, bu hemen yapılacak ve yayımlanacaktı.
Dört kişilik “Sabah’ın dev kadrosu” diye sunulan bizler, “bölge çıkartması” için alel acele yola koyulduk. Dinç Bilgin’in özel uçağı ile Diyarbakır’a konmak için havalandık. Haber Müdürü rahmetli Ahmet Vardar (Ahmet Abi), biz uçağa giderken, “Herşeyi ayarladım. Ünal sizi helikopterle dolaştıracak. Zaman kazanacaksınız” dedi. Ünal, Olağanüstü Hal Bölge Valisi Ünal Erkan...
Ertesi sabah Diyarbakır Hava Taburu’na gittik. Ünal Erkan’la birlikte helikoptere bindik. Önce Cizre, ardından Habur, sonra Silopi ve en son İdil. Her vardığımız yerde bir saatlik yüzeysel gözlemlerle “izlenim” oluşturuyorduk. En olaylı merkezlerden biri olan Cizre, büyük ölçüde göç vermiş, pek olay çıkaracak “ahali” kalmamıştı. Şehrin kontrolü, güvenlik kuvvetleri ile devlete sadık bir korucu aşiretinin eline geçmişti.
Hizbullah mı? Kontrol altında!
Son durağımız İdil de sakindi. Orada beni İstanbul’dan tanıyan eski koruma polislerinden biriyle karşılaştım. “Gel seni gezdireyim” dedi. Grup, bir çay bahçesine gitti, ben, İdil’de görev yapan polis memuruyla esnafı dolaşmaya başladım. Yanımda Olağanüstü Hal Bölge Valisi ve çevresindeki güvenlikçiler olmayınca, “vatandaş” biraz daha serbest konuşabiliyordu. Olay sayısında gerçekten çok azalma olmuştu. Dikkat ettim, azalan eylemlerle ilgili olarak kimse “örgüt”ten yani PKK’den söz etmiyordu. Eylemlerin “Hizbullah”ın işi olduğunu söylüyorlardı.
Diyarbakır’ı dönmek üzere helikopterle havalandığımızda Ünal Erkan, izlenimlerimizi sordu. Devletin sahada duruma hakim olduğunu gözlerimizle gördüğümüzden emindi. Öyleydi de. “Sadece” dedim, “İdil’de sizden ayrı dolaşırken, vatandaşların Hizbullah’dan söz ettiğini duydum...”
Ünal Erkan, kayıtsız bir el hareketiyle “O, kontrol altında” karşılığını verdi.
Hizbullah, kontrol altında... Yani, “devlet”in kontrolü altında. Endişelenmeye mahal yok.
O dönemde bölgede Hizbullah’ın adı “sokaktaki insan” tarafından “Hizbülkontra” diye anılıyordu. “Devlet”in bir uzvu olarak algılanıyordu.
Ne zaman ki, Abdullah Öcalan 1999’da yakalandı ve PKK’nın silahlı mücadelesi durduruldu, ardından “devlet” Hizbullah’ın üzerine çullandı. “Domuz bağı” ile işlenen cinayetleri ortaya çıkartıldı, lideri Hüseyin Velioğlu ölü ele geçirildi. Hizbullah’ın çökertildiği söylendi.
Hizbullah’ın dönüşü
Ve, Hizbullah 10 yıl aradan sonra tekrar ortaya çıktı. “Ağırlaştırılmış müebbed hapis” cezası istenen tutukluların CMK’nın tutukluluk sürelerine sınırlılık getiren 102. Maddesinin uygulanması sonucu, dışarı çıkmalarıyla değil sadece. Onları halaylar çekerek görkemli biçimde karşılayan yandaşlarının görüntüleriyle.
Kamuoyunun vicdanını yaralayan ve “adalet” duygusunu tarumar eden gelişme, hükümet ile yüksek yargı arasında son yıla damgasını vuran mücadelenin yansımalarından biri, en vahimi.
CMK, 1 Haziran 2005’te yürürlüğe girdi. 5 ya da 10 yılını dolduran sanıkların tahliyesi söz konusuydu. Söz konusu sınırlama hemen yürürlüğe sokulmamış, önce 1 Nisan 2008’e, sonra da 31 Aralık 2010’a kadar uzatılmıştı. Ocak 2011’de Hizbullah tutuklularının dışarı çıkacağı, dolayısıyla, besbelliydi.
Tahliye edilen tutuklu sayısı 1236. Bu sayının 283’ünün davaları devam ediyor. 953’ü ise mahkum olmuş durumda ve dosyaları Yargıtay’da. Nazlı Ilıcak’ın işaret ettiği gibi Yargıtay, öncelik belirleyip, içinde Hizbullahçıların da bulunduğu 953 dosyayı karara bağlayamaz mıydı?
Dosya yükü bir mazeret değil. Olmadığını Taha Akyol’ün dünkü yazısından öğreniyoruz; Yargıtay 6. Ceza Daire Ekim 2010’da harekete geçmiş, elinde bulunan 120 bin dosyası hızla tarayarak tutuklusu bulunan 2000 dosyası ayırarak öncelikle incelemeye almış.
Hrant Dink ve Pınar Selek’e ilişkin Türkiye’nin “utanç belgesi” kararlarının altında imzası olan Yargıtay 9. Daire’nin aynı yolu tutmamış olması manidar değil mi?
Yargıtay Başkanı’nın mesaisinin büyük bölümünün hükümetle polemiğe ayrıldığını görüyoruz. Ama nereden bakarsanız bakın, şu gelinen noktada Yargıtay’ın ikna edici mazereti yok.
BDP’ye karşı Hizbullah mı?
Ama asıl korkutucu olan, bunun bir “ihmal”den öteye olması ihtimali. Acaba Hizbullah yeniden canlandırılmak mı isteniyor?
Türkiye Kürtlerinin dilinde “Hizbulkontra” olan ve 1990’larda bölgedeki olayların seyrine bakıldığında “devletin kontrolünde” bulunduğuna kimsenin şüphesi bulunmayan örgüte, şu seçim yılında, 2011’de yeniden mi hayatiyet kazandırılmak isteniyor acaba?
Salıverilenlere davullu zurnalı, halaylı, tekbirli karşılama törenlerine bakıldığında, Hizbullah’ın bölgede tabanının ve “uyuyan hücreleri”nin bulunduğu anlaşılıyor.
Bölgede, KCK davası ile önü kesilemeyen hatta anadilde eğitim ve çift dillilik tartışmalarıyla alevlenen gelişmelerin önüne “Hizbullah barajı” mı dikilmek isteniyor?
“Dinsizin hakkından imansız gelir” kafasıyla sözde “dindar” Hizbullah, “imansız” BDP’ye mi karşı dikilecek?
Bu yıl içinde bölgeden yeni cinayet haberleri duymayı başlayacak mıyız?
Bu sorular akla haliyle geliyor.
Bu soruları üreten Yargıtay’ın yaklaşımını anladık da, Ak Parti hükümeti Hizbullah’a ilişkin olarak nerede duruyor?
Bu da bir soru...
Yazının Devamını Oku 7 Ocak 2011
“Devam edeceğiz” diye noktalamıştım bir önceki yazıyı. Muhsin Kızılkaya ile edelim.
Muhsin Kızılkaya, PKK-BDP eksenine bulunabilecek en uzak noktada yer alan bir Kürt aydını. Ama, “Kürt kimliği”, “anadilinin onuru” söz konusu olunca en önde. Bazı hayati önemde konuları, onun-bunun “tezgahı” olarak görmemek ve nitelememek gerektiğinin canlı örneği.
Muhsin Kızılkaya Hakkari’li, yıllardır İstanbul’da yaşıyor. Star’ın pazar eki Açık Görüş’te “Hani her şeyi konuşacaktık!” başlıklı yazısını Cumhurbaşkanı başta, tüm devlet yetkililerinin ve özellikle Başbakan başta tüm hükümet ve iktidar partisi üyelerinin okumasında yarar var.
“İşin özü” daha basit bir dille ve olanca çarpıcılığıyla ortaya konamazdı. Yazının dikkate getirmek istediğim satırları:
“... Vaktiyle Diyarbakır’da bir televizyon mikrofonu yaşlı bir adama uzatılır, ‘Amca, Kürtler ne istiyor?’ diye sorar röportajcı. Yaşlı adam hiç sektirmeden, yüz yıldır anlatamadıysak hata bizde der gibi, ‘Kürtler quzilqurt (zıkkımın kökünü) istiyor,” diye cevap verir gülerek, röportajcı meseleyi hala anlamamış, aval aval bakar adamın yüzüne.
Bir süre sonra ‘Kürtler daha ne istiyor?’ argümanın aslında pek de öyle sağlam bir argüman olmadığı ortaya çıktı. Evet, Kürtler bu memlekette her şey olabiliyorlardı; milletvekili, bakan, başbakan, hatta cumhurbaşkanı da... Bir tek Kürt olamıyorlardı. Kürt olduklarında hiçbir şey olamıyorlardır çünkü. Kendi kimliğinden vaçgeçtiğin, Türk kimliğine bürünmekten gocunmadığın, evinde Kürtçe konuşmaktan imtina ettiğin, ama yakın akrabalar arasında kulağına çalınan Kürdçe bir sese, bir ezgiye de nostaljik bir tepki vermeye devam ettiğin, kimliğine folklorik bir bir malzeme muamelesi yaptığın sürece bu devlet önünde bütün engelleri kaldırıyor, seni istediğin yere getirebiliyordu.
Çünkü ulus yaratma projesini bizzat ulusun kendisi başlatmamıştı, devlet denilen bir aygıt vardı, devlet bir ulus yaratmaya soyunmuştu ve bu ulusu da o memlekette yaşayan birbirinden farklı etnik gruplardan toplamaya başlamıştı. Kndi kimliğinden vazgeçip Türk olmayı kabullenen ‘kim olursa olsun’ başımızın, gözümüzün üzerinde yeri vardı.
Böylece devletimiz, Anayasaya da, ‘Türkiye Cumhuriyetine vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes Türk’tür’ tanımını koyup, ‘kanun yoluyla’ Türk olmayı başarabilen ilk devlet oluyordu.
Bu arada Kürtlerin dili yasaklanmış, kimlikleri inkar edilmiş, köyleri boşaltılmış, evleri yağmalanmış, hapishanelere doldurulup olmadık işkencelere maruz bırakılmış, sürgüne gönderilmiş kimin umurunda. Şakiler başkaldırıyordu ve cezaları ağırdı. Devlete başkaldıran sonuçlarına da katlanırdı.”
Yazının Devamını Oku 5 Ocak 2011
Dün de berabergitticancağızım,?Şimdiyenişeylersöylemeklazım.
Ne kadarsözvarsadüneait,?Şimdiyenişeylersöylemeklazım.?
Mevlana
Tam bir önce, 4 Ocak 2010’da Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, “Yeni Yıl Mesajı”nı Hasan Cemal ile birlikte yaptığımız “Tecrübe Konuşuyor” adlı televizyon programı aracılığıyla vermek istemişti. Dakikalar geçiyor, Cumhurbaşkanı Gül, gazeteci deyimiyle “manşetlik” bir sözü ağzından çıkarmıyordu.
Reklam arasına gitmeden önce damdan düşer gibi basit ve yalın bir soru yönelttim kendisine: “2010 yılı içinde Türkiye’de askeri darbe tehlikesi var mı?”
Yüzünü belli belirsiz alaycı bir ifade kapladı, “Söz konusu değil, artık böyle şeyler geride kaldı” mealinde cevabını tereddüt geçirmeden verdi. “Manşet” kurtulmuştu.
Askeri geri getirmeye gerek var mı?
Yazının Devamını Oku 4 Ocak 2011
Geçen yılın (2010) son günlerine damgasını vuran ve Türkiye”yi 2011’e belirgin bir kutuplaşma ve gerilim içinde sokan Diyarbakır Çalıştayı’nın (19 Aralık 2010) gecesi, Kürt siyasi hareketinin çok tanınmış bir ismine söylediklerim, yeni yılın ilk günü doğrulandı. Diyarbakır’ta düzenlenen DTK’nın (Demokratik Toplum Kongresi) Çalıştayı’nın ikinci günü, yani 19 Aralık Pazar günü sabah oturumunda “Demokratik Özerk Kürdistan Modeli Taslağı” katılımcılara dağıtıldı ve okundu. Üzerinde kısa bir tartışmadan sonra öğle yemeği arası verildi.
Öğledensonraki ve akşam saat sekize kadar süren tek oturumun “moderatör”ü bendim. İlki Ahmet İnsel, sonuncusu BDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş olan beş konuşmacısı olan bir paneli yönetecek, ardından söz almak isteyenlere söz verecektim.
Toplantıyı açarken, dağıtılmış ve okunmuş olan “Taslak”ın “sorunlu” olduğunu söyledim ve içeriğine, lafzına ve ruhuna ilişkin genel eleştirilerimi dile getirdikten sonra sözü Ahmet İnsel’e bıraktım. Taslağın özellikle Türklere hitap etmek ve onları kazanmak bakımından çok sorunlu olduğunun altını özellikle çizmiştim.
Toplantı boyunca en kapsamlı, ciddi ve hatta ağır eleştiriler Ahmet İnsel tarafından ortaya konuldu.Tartışma bölümünde ise “Taslak”, gerek lafzı ve ve gerekse ruhu üzerinden adeta lime lime edildi.
Öcalan damgalı DTK taslağı ve bir tahmin
İmralı’daki PKK lideri Abdullah Öcalan’ın avukat görüşmeleri aracılığıyla yayımladığı görüşlerini uzun bir süredir izleyenler açısından, “Demokratik Özerk Kürdistan Modeli Taslağı”nın birebir onun görüşlerini yansıttığı konusunda en ufak bir şüphe yoktu.
“Taslak”a yöneltilen ciddi ve yer yer ağır eleştiriler, metin onun izini taşıdığı için değildi. İçeriğine ilişkin yanlışlıklar, boşluklar, çelişkiler ve esas olarak “Taslak”ın gerçeklerle bağdaşmayan “ütopik” yönü, daha da önemlisi içerdiği “totaliter” özelliklerinden ötürüydü.
Çalıştay gecesi Diyarbakır’da, Kürt siyasi hareketinin etkili bir ismi bana, Abdullah Öcalan damgalı bir metnin, Kürt siyasi hareketinin değişik bileşenleri ve Türk aydınlarının müştereken katıldıkları bir toplantıda enine boyuna eleştirilmesinin bir “ilk” olduğunu ve 19 Aralık gününün o nedenle “tarihi” sayılabileceğini söyledi.
Ben ise ona, “Taslak”ın eleştirilmesinin faturasının Abdullah Öcalan tarafından kendilerine çıkartılacağını tahmin ettiğimi söyledim. “Öcalan, sizleri görüşlerini iyi anlayamamak, yanlış biçimde sunmak ve eleştirileri davet etmekle suçlayacaktır” dedim.
Aynen öyle oldu!
Öcalan, BDP ve DTK’yı açığa düşürdü
20 Aralık gününden beri Türkiye “Demokratik Özerklik” tartışmalarıyla sallandı. Başbakan, “milliyetçi söylem” bayrağını, MHP’ye gerek bıraktırmayacak şekilde kaptı ve dalgalandırmaya başladı. CHP Genel Başkanı “iki dil” tartışmasına bodoslama “Türk devlet milliyetçiliği” üzerinden girdi. Yetmedi, çoktandır varlığını unuttuğumuz, gereği artık kalmamış gibi gözüken MGK devreye girdi. “Tek dil, Tek Millet, Tek Devlet, Tek Vatan” paslı klişesi tekrar dolaşıma “askeri vurgu”yla girdi. Cumhurbaşkanı, söz konusu “monizm”i yılın son iki günü Diyarbakır’a taşıdı.
Ve, Abdullah Öcalan’ın bu hengameye ilişkin pozisyonunu yılın ilk günü öğrenebildik. Tam tahmin ettiğim gibiydi. Şöyle diyor:
“Kongre de, Parti de demokratik özerkliği çok dar ve basit ele almışlar. Onlardan beklenen bir taslak veya kırmızı bir kitap ortaya koymaları değildi. Bu projeyi daha iyi sunabilirlerdi. Mesela demokratik özerkliğin tüm Türkiye’nin projesi olduğunu yeterince açıklayabilirlerdi. Öncelikle Türklerle nasıl bir demokratik bütünleşme sağlayabileceğini açıklayabilirlerdi. Türkiye’deki milliyetçi kesimin ne kadar güçlü olduğunu, dirençli olduğunu bilmeleri gerekirdi...”
İşte bu kadar.
Dahası var; “Bizim bayrakla, sınırlarla, resmi dille bir işimiz yok, bir sorunumuz yok... “
Abdullah Öcalan, bu açıklaması ve seçtiği sözcüklerle Kürt siyasi hareketinin yasal alanda faaliyet gösteren BDP ve hatta DTK gibi oluşumlarını bir anda açığa düşürmüştür.
Dolayısıyla, Diyarbakır Çalıştayı”nda okunan “Taslak” iptaldir, tedavülden kalkmıştır.
“Devlet” ve “Hükümet” tekledi...
Öcalan’ın liderliğini kabul eden ve yasal alanda faaliyet gösteren Kürt aktörleri açığa düşürme durumu ilk defa da olmuyor. Yaklaşık bir yıl önce Anayasa Mahkemesi DTP’yi kapattığı vakit, “sine-i millete dönme” yani TBMM’yi terketme kararının açıklanmasından sonra, İmralı’dan “geri dönün” hükmü gelmiş ve DTP, BDP olarak TBMM’ye geri dönmüştü.
Son iki haftanın gelişmelerinin üzerine Abdullah Öcalan’ın son açıklamasıyla, “yasal Kürt siyaseti” taktik bakımdan sıkıntılı bir döneme girebilir.
Varılan noktaya bakarak, “devlet” ve “hükümet”in, Cumhurbaşkanı’ndan Başbakan’a, MGK’dan şuna buna uzanan geniş ve “meşru” yelpazede, son iki haftanın gelişmeleri sonucunda “haklı” ve “güçlü” çıktığını söyleyebilir miyiz?
Söyleyemeyiz. Derece derece farkı olsa da, onlar da başka türlü açığa düştüler.
Kimi vakit “isteri krizi”ni andıran bir hala alan “Tek Millet, Tek Devlet, Tek Vatan, Tek Dil” haykırışları içinde demokrasi güzergahında “teklediler”.
Devam edeceğiz.
Yazının Devamını Oku 10 Aralık 2010
İstanbul tartışmasız dünyanın en başdöndürücü şehirlerinden biri, belki de birincisi. İstanbul’un olağanüstü özelliklerinden biri Allah vergisi doğal konumundan kaynaklanıyor. Dünyanın “içinden deniz geçen” tek şehri o. Boğaziçi, nehir halindeki deniz... Eşsiz güzellikteki Boğaziçi, onun Marmara yönündeki ağzının hemen kenarından kıvrılıp içeri dönen Haliç, Boğaz’ın iki yakası, Marmara’da az ötede doğal tespih taneleri gibi dizilmiş güzel ve özgün Adalar...
İstanbul’u olağanüstü yapan bir başka özelliği ise “insan yapımı”. Yani, mimarisi; şehre kimliğini veren binaları.
“Allah vergisi” ile “insan eli”nin “izdivacı’nın ürünü bir şaheser İstanbul.
Şimdi sıkı durun. İstanbul’u eşsiz kılan o “insan eli”nin yapımlarına ve üzerindeki imzalara bir göz atalım.
Haliç çevresinden başlayalım; Cibali Tütün Fabrikası binası (bugünkü Kadir Has Üniversitesi). Mimar Hovsep Aznavur. Aynı imzayı Sirkeci’deki tarihi Sansaryan Hanı’nın ve Fener’deki ünlü çelik döküm Bulgar Kilisesi’nin de üzerinde görüyoruz. Ve, bir de Galatasaray’ın bensersiz binası Mısır Apartmanı’nda.
Haliç’in karşı kıyısına hükmeden Kasımpaşa Deniz Hastanesi’nin mimarının adı Adam Tahtacıyan. Tünel’deki Hidivyal Plas’ın mimarı da o. Tünel’e adını verdiren Metro Han’ın mimarı ise Mikayel Nurican.
Kadıköy’ün en tarihi mekanlarının başında gelen Süreyya Sineması’nı Keğam Kavafyan yapmış. Kadıköy Belediye Binası’nı ise Yetvart Terziyan. Fatih Belediye Binası’nı da.
Büyükada İskelesi’nin imzası Mihran Azaryan’a ait. Bugün Büyükdere’de Sadberk Hanım Müzesi olan güzel binanın orijinal adı Azaryan Yalısı, mimarı ise Andon Kazazyan.
İstanbul’un silinmez Balyan imzası
Yazının Devamını Oku 8 Aralık 2010
Rusya, Ekim Devrimi ile (1917) Sovyetler Birliği olunca, ülkenin yeni Komünist yöneticileri Çarlık yönetiminin “emperyalist güçler”le gizli anlaşmalarını yayımlamış, Ortadoğu’nun ilk “bölüşüm” anlaşması olarak tarihe geçen Sykes-Picot Anlaşması’nın (1916) varlığından o sayede haberdar olmuştuk.
İngilizler ile Fransızlar arasındaki Sykes-Picot harfiyen uygulanmadı ama bugünkü Ortadoğu sınırları büyük ölçüde Sykes-Picot’nun ürünüdür. Sykes-Picot, aynı zamanda Sévres’in de öncülüdür.
Bolşeviklerin yaptığı bir anlamda yaklaşık 100 yıl önceki Wikileaks’tir!
“Güncel Wikileaks” de, tarihçiler ve siyasal bilimciler için mükemmel bir malzeme oluşturuyor. Konunun dedikodu ve vıdı vıdı ayrıntılarını bir yana bırakırsak, bugüne dek açıklanan az sayıdaki bilgi bile başta Ortadoğu, dünyanın bir çok yöresindeki ilişkiler ve siyasi yaklaşımlar konusunda paha biçilmez bilgiler sağlıyor.
Örneğin 10 Aralık 2009 tarihli belge, Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani ile Amerikan Savunma Bakanı Robert Gates arasında geçen görüşmeye ilişkin. Talabani, Amerikalı muhatabına, “Irak’ın bütün komşularının değişik biçimlerde Irak’a müdahale ettiğini, Körfez ülkeleri ile Suudi Arabistan’ın bunu para yoluyla, İran’ın hem para ve hem de siyasi nüfuzla, Suriye’nin ise her türlü yolla yaptığını” söylüyor; Türkiye’nin Irak’a müdahalesinin “kibarca” olduğunu belirterek, “Irak’ı Türkmen topluluğu ve Musul’daki Sünnileri etkilemeye devam ettiğini” ileri sürüyor.
Türkiye, Irak’a nasıl müdahele ediyor?
Irak’la ilgili Wikileaks’in bugüne dek sızdırılan belgeleri üzerine yazan New York Times’ın itibarlı askeri uzmanı Michael Gordon’un imzasını taşıyan yazıda Türkiye ile şu bölümler kayda değer:
“Irak’ın bütün komşuları arasında Irak hükümeti ve kuzey Irak’taki Kürt yetkililer ile en iyi ilişkilerden birini Türkiye geliştirdi. Telgrafların bildirdiğine göre, Türkiye, 2011 sonunda Amerikan birliklerinin geri çekilmesine ilişkin anlaşmanın Amerika ve Irak arasındaki müzakeresinde önemli rol oynadı. Nisan 2009’daki bir telgrafa göre ise, Türkiye’de Irak siyasetine müdahale dürtüsüne karşı koyamadı ve Irak yerel seçimlerinde, Irak’ın Ninova (merkezi Musul) vilayetinde bir Sünni siyasi grup olan, anti-Kürt el-Hadba’ya gizli mali destek sağlayarak olumsuz bir rol de oynadı.”
31 Icak 2010 tarihli bir telgrafta ABD’nin Bağdat Büyükelçisi Christopher Hill, Türkiye’nin Bağdat Büyükelçisi Murat Özçelik’in Maliki’nin yeniden başbakan olmasına karşı olduğunu söylediğini bildiriyor. Özçelik, Türkiye, geçmişte Maliki’yi desteklemiş olmakla birlikte, şimdi onun rakiplerini destekliyor çünkü Türkiye eğer Maliki yeniden başbakan olursa, kedi kişisel iktidarını güçlendirmeye çalışacak ve çok büyük sorunların çözümünde işbirliği yapmayacak demiş.
Yazının Devamını Oku 7 Aralık 2010
Karmel dağındaki orman yangının alevleri, İsrail’in iki yıl önce, 2008 Aralık ayındaki Gazze saldırısından beri Türkiye ile buz kesen ilişkilerinin yeniden ısınmasına mı vesile oldu? Türkiye’nin gönderdiği yangın söndürme uçaklarının sıktığı sular, Türkiye-İsrail ilişkilerinin ateşinin sönmesine de mi yaradı?
İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, telefonla görüştüğü Tayyip Erdoğan’a “Bu olay ülkelerimiz arasında ilişkilerin düzelmesi için bir fırsat sunuyor. İsrail şükran duygularını sunmak için bir yol bulacaktır” demişti ve ardından Mavi Marmara soruşturmasını yürüten Birleşmiş Milletler’deki İsrail Temsilcisi Yosef Ciechanover’i, Türkiye’nin Dışişleri Müsteşarı Büyükelçi Feridun Sinirlioğlu ile görüşmesi için Cenevre’ye gönderdi.
İsrail için fırsat
Gelişmeler, Türkiye-İsrail ilişkilerinin düzelmesi için umutları besledi. İlişkilerin toparlanmasından yana olan İsrail çevreleri fırsatın kaçmaması gerektiğini vurguluyorlar. Etkili Haaretz gazetesinin tanınmış köşe yazarı Zvi Bar’el şu satırlara yer verdi:
“Yardım konvoyu (Mavi Marmara) olayı ne kadar sürtüşmeye neden olursa olsun, İsrail için Türkiye’nin stratejik önemini azaltmadı. Türkiye’nin Suriye, Lübnan ve İran’la yürüttüğü temaslar, sadece, Ankara ile Kudüs arasındaki sağlam ilişkilerin önemini vurguluyor. Bir fırsat penceresinin açılabilmesi için feci bir felaketin gerçekleşmesine ihtiyaç duymuş olmamız üzülünecek bir şeydir ama İsrail’in bu fırsatı heba etmesi büyük bir diplomatik hata olacaktır.”
Netanyahu’nun harekete geçmesi ve Türkiye’ye “şükran duygularını” iletmek yolu olarak önemli diplomatlarından birini Türkiye’nin hiyerarşide bir numaralı diplomatı olan Feridun Sinirlioğlu ile görüşmeye göndermesi, İsrail’in “fırsatı heba etmek istemediğini” ortaya koyuyor.
İsrail’de büyükelçilik yapmış ve orada yaygın bir takdir toplamış olan Dışişleri Müsteşarı Feridun Sinirlioğlu’nun İsrail’in “Türkiye açılımı”na cevap olarak Cenevre’ye gönderilmesi ise, Türkiye’nin İsrail’in hamlesine bigane kalmadığını gösteriyor.
Önce özür dileyecek
Türkiye-İsrail ilişkilerini “normalleştirme” sürecinin açıldığı söylenebilir ama “birinci kare”ye “geri dönmek” için dahi, daha hayli yol alınması gerekiyor; yani, ham hayallere kapılmak gerekmiyor.
Çünkü, Türkiye, İsrail’in Mavi Marmara saldırısından ötürü “özür dilemesi” ve hayatını kaybeden vatandaşlarının ailelerine “tazminat ödenmesi” gerçekleşmeden, Karmel dağındaki yangın söndürme çalışmalarında katkısında ötürü, İsrail’in “şükran duyguları”yla yetinecek durumda değil.
Feridun Sinirlioğlu’nun müzakere sınırlarını Başbakan Erdoğan çiziverdi. Türkiye’nin Karmel yangınına koşmasını “insani yardım” olarak niteledi ve bunun başka türlü yorumlanamayacağını ve İsrail ile atılacak herhangi bir adımdan önce, Türkiye’nin “özür” ve “tazminat” taleplerinin karşılanmasını “ön şart” olarak koştu.
Türkiye, İsrail’in burnunu sürtmeye alıştığı Arap ülkelerinden biri değil. Türkiye söz konusu olursa, “burnunun sürtülmesi”ne alışması gerekecek. Yani, önce “özür” dileyecek.
Sinirlioğlu ile İsrail’li muhatabının Cenevre’de yapacakları, bu “özür” ve “tazminat” ön şartını diplomatik dile sokmak ve bir diplomatik çerçeve içine yerleştirmek.
İsrail’in “özür” ve “tazminat”ı üzerine, Türkiye, altı aydır Tel Aviv’den çektiği büyükelçisini gönderebilir, İsrail’in Türkiye’de yeni bir büyükelçi ile temsili, yani ilişkilerde “yeni bir sayfa” açılması simgelenebilir.
Bu arada, İsrail’de Lieberman (ırkçı Dışişleri Bakanı) faktörünü göz ardı etmemek gerek. Netanyahu’nun atmak istediği adım, Ulusal Güvenlik Başdanışmanı Uzi Arad’ın gözetiminde, Lieberman dışarıda tutularak yürütülüyor. Lieberman haberdar ediliyor ama Türkiye ile diplomatik ilişkileri düzeltme girişimi Lieberman’ın eseri değil.
Lieberman, atılan adımlara taş koyabilir mi?
Tümüyle ihtimal dışı değil.
İsrail, Türkiye’ye oranla daha zorda
Türkiye-İsrail ilişkilerine dair bir takım gerçekler, Karmel dağında yangın çıkması, Türkiye’nin “insani yardımı”, İsrail Başbakanı’nın ilişkileri düzeltme fırsatını değerlendirmesi ile değişecek türden olmayan bazı özellikler taşıyor:
1. Türkiye ile İsrail’in Ortadoğu’daki “siyasi pozisyonları” örtüşmüyor, çelişiyor.
2. Bunca yıl, bölgede Amerika’nın “evlad-ı manevi”si olarak davranan İsrail’in, Türkiye’yi “bölgesel güç” olarak sindirmesi ve Türkiye’ye ilişkin olarak kendisini “ikincil rol”e indirgemek gerektiğini kavraması gerekiyor. İsrail, bölge siyasetini bu noktaya ulaştıramaz ise, Türkiye ile çelişkileri her zaman “sürtüşme boyutu”nda canlanacaktır.
Türkiye’nin İsrail ile “sürtüşmesi”, Washington’a –Yahudi lobisi üzerinden- yansımış ve Türkiye-ABD ilişkilerinde sorunlara yol açmıştır ama İsrail’i de uluslararası politikada ve bölgede ciddi bir “tecrit”in içine sürüklemiştir.
Türkiye, 2010-2011 itibarıyla Washington ile ilişkilerini “sorunlu” yaşamayı kaldırabilir ama İsrail, Türkiye’yi de yitirerek, “uluslararası tecrit”i daha az kaldırır.
Cenevre’deki Türkiye-İsrail ilişkilerinin tekrar rayına oturtulması girişimini bu “geniş ekran”da seyretmekte yarar var.
Konuya Wikileaks üzerinden tekrar eğileceğiz...
Yazının Devamını Oku