Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), 2011 yılı “ülkeler sicili”ni açıkladı. En fazla mahkum olan ülkeler sıralamasında Türkiye birinci. Bu, hiç övünülecek bir birincilik değil haliyle.
AİHM’in mahkumiyet listesinde Türkiye, uzak ara birinci hem de. AİHM, 6’sı insan hayatına kast, 38’i işkence ve kötü muamele olmak üzere 159 davada Türkiye’yi mahkum etti. Demokrasi sicilinin çok bozuk olduğu bilinen Rusya, 121 davayla Türkiye’yi ikinci sırada izliyor. Ukrayna ise 105 mahkumiyet ile üçüncü sırada. Rusya ve Ukrayna’nın yaklaşık yirmi yıl önce totaliter rejimlerle yönetilen ülkeler olduğu hesaba katılırsa, “Hür Dünya” üyesi sayılan Türkiye’nin “yargı sicili”nin bu ülkelerden dahi kötü olması utanılacak bir durum. AİHM’in bir önemi de, “ulusal yargı”nın demokrasi ve adalet ölçülerine göre, “sağlaması”nı yapıyor olmasıdır. AİHM kararları, bir ülke açısından “insan hakları karnesi” anlamını da taşıyor.Türkiye, sınıfta çakmış durumda. İç hukuk yollarının tıkanması üzerine AİHM’e başvuru istatistiği bakımından ise, Türkiye, Rusya’nın ardından ikinci sırada. Yani, Türkiye yargısı, bu haliyle devam ederse, 2012 yılında da “Mahkumiyet Şampiyonluğu”nu kaptırmayabilir. Türkiye’nin mahkum edildiği davaların önemli bir kısmını, yargılama süresinin uzunluğu, adil yargılama hakkının ihlali, kötü muamelenin yasaklanması, etkili soruşturma hakkının ihlali gibi şikayetler oluşturuyor. Hükümetin kısa süre önce açıkladığı “Yargı Reformu Paketi”, bu konularda görece bir ilerlemeyi ifade ediyor olsa da, derde deva niteliğinde değil. Hükümetin, yargının toparlanması işine bir an önce el atması şart. Şart, çünkü “adaletsizlik” karabasanı altında yaşayan bir toplumu 21. Yüzyılın ikinci on yılında yönetmekte çok zorlanır. Yargının hali pür melali, giderek Türkiye’nin ve dolayısıyla hükümetin en acil halletmesi gereken sorununa dönüşüyor. Yargıyı polisten ayırdetmek imkansız. Özellikle, özel yetkili mahkemeler, polisin yönlendirdiği, polis operasyonlarının yargısal onay mekanizmaları görüntüsünde. “Otoriter rejim” kaygıları ve bu yöne sapıldığı iddiaları çok büyük ölçü de bu “olgu”dan kaynaklanıyor. Polis, yürütmenin alanında. Bu bakımdan, yargının ve yürütmenin “gedikleri” birbirine eklemlenmiş oluyor ve hükümetin üzerine sadece radikal bir yargı reformu yapmanın ötesinde ciddi ve ağır bir sorumluluk yükü biniyor. Hrant Dink mahkemesi kararı, bu duruma çarpıcı bir çıplaklıkla yansıttığı için, müthiş bir kamusal infial yarattı ve eleştiri oklarının soruşturma sürecindeki tutumu üzerinden hükümete yönelmesine de vesile oldu. İktidar partisinin önde gelen isimlerinden Hüseyin Çelik, dün “hem Ergenekoncu hem de Hrantçı olanları görmekten hayrete düştüğünü”, “Hrant Dink cinayetinin arkasında ulusalcıların olduğunu, bugün Ergenekon’dan tutuklu olan birçok ismin Hrant Dink’e karşı kampanya yürüten, duruşmalarında saldırgan tavırlar ortaya koyan kişiler olduğu” söyledi. Doğru söyledi. Hrant Dink ismi, geçen hafta 14. Ağır Ceza Mahkemesi kararının oluşturduğu toplumsal öfke sayesinde, iktidar karşıtları, Tayyip Erdoğan ve hükümet muhaliflerinin üzerinden harekete geçecekleri bir zemin oluşturdu. Hrant Dink ismini ağızlarına alacak en son kişiler, Ergenekoncular ve Ergenekon muhibleridir. Ne var ki, bu, hükümetin Hrant Dink cinayeti davası arkasına gereken “siyasi irade”yi koymadığı gerçeğinin üzerini de örtemez. Ergenekon karşıtı olarak, hükümeti Hrant Dink davası konusunda eleştirenlerin söylediği tek şey var: Etkili soruşturmanın gereğince yapılmasında üzerine düşeni yapmamak. AİHM’in 2010 yılında Hrant Dink davası ile aldığı kararında aynı noktaya vurgu yapılmıştı. AiHM Başkanı Nicolas Bratza da Türkiye’nin “2011 Avrupa kötü yargı şampiyonluğu” üzerine yaptığı açıklamada, “yaşam hakkı, tutukluluk ve yargılama süresinin uzunluğu adil yargılama ve etkili soruşturma hakkının ihlali” üzerinde özellikle durdu. Hrant Dink davası, hükümet için “Adil Türkiye”ye gidiş yönünde olumlu bir “kırılma noktası” ve dolayısıyla bir fırsat olabilir. Devlet Denetleme Kurulu’nun bir yıldır sürdürdüğü çalışmasını çok yakında tamamlaması bekleniyor. Şimdilik dışarıya sızan bilgilerde, kamu görevlileri hakkında soruşturma açılması talebinin yer alacağı öğrenildi. Başbakanlık Teftiş Kurulu da, benzer sonuçlara varmıştı. Yürütme kımıldamamıştı. Başbakan’ın polis-yargı ekseninden pek hoşnut olmadığına dair verdiği sinyallerden haberimiz var. Şimdi hareket geçmek vakti. Zira, Türkiye’nin “2011 Avrupa Kötü Yargı Şampiyonu” ve 2012’de bu unvanını korumasının muhtemel olması, yargıya değil, dönüp dolaşıp hükümete yazılacak. Düzeltme: Önceki günkü yazımda Musa Anter’in oğluna Türkiye’ye gelerek babasının mezarını ziyaret izni verildiği gün, Musa Anter’in kitaplarının yasaklandığını yazmıştım. Yasaklanmamış. Kitapları hakkında soruşturma açılmış. Hükümet çevresindeki kanı, bunu, bir savcının Anter’in oğlunun gelişine karşı kendince hamlesi olarak yorumluyor. Yargının bir bölümünün yürütmeye bir tür meydan okuması yani.