Paylaş
Oh gelsin gökkuşağı meyveler, yeşil saçlı sebzeler...
Boğazımızdan lıkır lıkır akıp giden mutlu sütler, “Kan yapar” diye ağzımıza zorla tıkıştırılan neşeli ciğerler...
Sonra 90’lı yılların ortalarında bir yerlerde “GDO” kelimesi gelip çöktü Godzilla gibi tepemize.
“Ayol sakın yemeyin! Buğdaydan sonra mısırı da maymun ettiler” dedi komşu Nihal teyze, Jaws’ın müziği eşliğinde.
Dört bir yanımızı hormonlu çilekler, domatesler; gözümüzü başımızı da tikler sardı.
Avrupa sınırları kapılarını bir gün bibere, ertesi gün salatalığa kapattı.
Sonra mahallemizin köşesindeki bakkal, “Kaçııııııın tavuk geliyor” diye bağırdı.
Biz daha, “Kız, tavuk ne ara vahşi oldu?” bile diyemeden zavallı tavuğun bırak kaplan kesilmeyi, artık 10 santimetrekarede bile gezemediğini anladık.
Sonra tek tek sosisler, sucuklar, işlenmiş gıdalar, sütler, yoğurtlar, kekler ve şekerler, börekler ve çörekler o güzel atlarına binip gittiler.
Yemin ederim sana, ey canımdan canlar beğen tatlı okur, o yıllarda, “Çok su içmeyin, zararlı” diyen bir gazete haberi bile okudum.
Merak etme su da zararlı çıktı.
Günlerden bir gün artık kimin baskısıyla bilemem, evlerimizin en başköşesine aldığımız su markalarının kötü kalpli olanlarının Rapunzel’in saçı kadar uzun listesi yayınlandı.
Ve hızla konu kapandı.
Hatırla, sonra bir adam, “Ben markette satılan ürünlerin zararlı olanlarını bilmek istiyorum kardeşim” deyip dava açtı, listeyi aldı.
Ama kalkıp da bu listeyi ulu orta anlatması yasaktı.
Çıktı adamcağız televizyonlara, “Marka adı veremiyorum sizlere ama raflarda görmekte olduğunuz balların da çoğu dahil olmak üzere bir çok ürün düşman size!” diye bas bas bağırdı.
Yahu ne ara, kim bu hale getirdi dünyayı?
Bir ara daha tazecik, kırmızı başlıklı bir anneyken ben, çocuğumu tüm bu atom bombası yiyeceklerden safça korumak istedim.
Panter Emel misali şövalye takımlarımı tozlu gardıroplardan çıkarıp, kuşanıp organik pazarlara gittim.
Cem yuvaya başlar başlamaz, “Aaaa o da ne?”, eve sokmadığım ne varsa koyuyorlar önüne.
E anneannesi bile senin sakındığın şeyleri tutuşturmuyor mu eline?
Geçen gün izlediğim bir belgeselde sosisten girdiler, kırmızı eti yerdiler, tavuğun keli, balığın zehiri, peynirin, sütün, yumurtanın hainliği derken, ömrümden ömürler götürdüler.
Tabii bir nevi mesleki deformasyon gibi bizimkisi...
“Acaba” dedim, “Bu belgeseli de vegan lobisi mi yaptırttı?”
Tam tersi olanları diğer lobilerin yaptırdığı gibi...
Bizi hem maymun ettiniz, hem de birer şüpheci Descartes’a çevirdiniz.
Neyse ki hayatım bir kase cacıkla kesişti de veganlığım iki gün bile sürmedi.
Ama inan bu hayatta tutunacak tek bir lokmam da yok artık.
Üstelik akşam oluyor, çocuğum aç aç okuldan geldiğinde ne koyacağım önüne?
Artık yediğinin gerçekten ne olduğunu bilmediğim için, içimden, “Yemeğini bitir” demek bile gelmiyor.
Yıllar yıllar öncesinde çok ileriyi görme kapasitesine sahip kardeşim Sebati Karakurt, sonunda sigarayı bırakmayı becerdiğinde şöyle demişti:
“Kardeşim tek korktuğum bir şey var... Ya yıllar sonra doktor, ‘Hayır beyefendi maalesef yanıldınız, yanlış ata oynadınız! Hastalığınızın nedeni sigara değil, bütün kötülüklerin anası olduğu ispatlanan maydanoz!’ derse?”
Ben bu adaletsiz ve üçkağıtçı dünyadan bir şey anlamadım kardeşim.
Bu kadar mı hem aç, hem şişman olunur?
815 milyon kişi aç, 640 milyon kişi obez.
Kalanlar da muhtemelen benim gibi şaşkın.
Söyle, ben kime inanayım?
Paylaş