Korku müziği eşliğinde sokaklarımızdan sofralarımıza sıcacık servis edilen haber programlarıyla ‘reality show’lar hayatlarımızı kışlık yorganlar gibi kaplardı. Bırak ürpermeyi, nefes bile alamazdık. Korkudan kaçıp gitmesin diye ah zavallı kalbimizi zincirleyip, prangalardık. Gelsindi skandallar, gitsindi yangınlar. Cinayetler ve rüşvetler, yolsuzluklar ve tecavüzler karaborsalarımızda tavan yapar, aldatmalar yok satardı. Filmlerde olmaz, olamazdı böyle şöyler. Böyle ciğer söktürücü hikayeler.
Halbuki ‘Sabah Şekerleri’ öyle miydi ya? Sabahın köründe umut sunarlardı bizlere. Neşe saçarlardı tüm sevenlerine. Şarkıcılar, çağırır göz kırparlardı. Danslar edip sana öpücük atarlardı. Dansözler bir sağa bir sola, bol keseden çalkalardı. Dansözün hareketlerini izlerken ve hipnotize olmuşken sen, ilk kez “oh be” deyip nefes alırdın. Bütün hayatın acımasız gerçeklerinden soyutlanmış masal bölgesine zıplardın. Çünkü onlar başka galaksidendi, kötülükler eteklerinin kıyısından bile geçmezdi. Onlar bildiğin reçetesiz kas gevşeticiydi.
Bak sonunda hayat üzerimize üzerimize geldi, geldi, geldi... Ve Sabah Şekerleri’ne de değdi. Kaç gündür 2 Sabah Şekeri’nin haberiyle doldu taştı bültenler. Murat Başoğlu zaten çok fena kirletti o masumiyet ülkesini. Vatan Şaşmaz’ın isminin yanına da hiç yakışmadı cinayet kelimesi. Keşke televizyonlarda tekrar tekrar dönen o görüntülerdeki dönen kapıda yarım tur daha dönüp, gerisin geriye gitseydi de, o otelin içine hiç girmeseydi. Hayatına kaldığı yerden devam etseydi. Sadece bir yarım tur.
Neresinden tutacağız şimdi bu hayatın? Neresine saklanacağız? Hangi kuşağın içine dalıp oyalanacağız.
Maalesef görüntüler gibi geriye sarılamıyor hayatlar han’fendi. Üzerlerine montajlar yapılamıyor. Masum, tertemiz bir TeVe kuşağı da işte böyle kirlendi. Elveda Sabah Şekerleri.
Gizemli, esrarlı, sisli ve de puslu bir soru olduğunu hepimiz anladık da anlamını çözemedik. Neyse ki Kenya diretince, Tuğrul uzatmadı. Ah acaba Tuğrul’un anlattıklarına yaşın yetecek mi senin? Bak sen, sen ol yaşını büyült de cebimden çık. Yoksa muhabbetin alasını kaçıracaksın. Bundan tam 30 sene öncesine git. KSK Basketbol Takımı Galatarasay’la oynuyor. Ama ne oynama! Kazanan şampiyon olacak. Türkiye ligi kupasını kapacak. Antrenör Nadir Vekiloğlu. Ve takımda kimler kimler var. Hatırla. Birtan Saka, Suat Olca, Cihangir Başaran, Murat Taşkın... Üstelik hepsi de tek tek altyapıdan yetişmiş. Tabii iki de Amerikalımız Wiley ve Davis. Kim kapıyor kupayı dersin? Tabii 74-66’lık bir skorla bizim Karşıyaka. Yetmiyor üzerine bir de Beşiktaş’ı yenip o sene Cumhurbaşkanlık Kupası’nı da alıyor.
ZAFER KUTLANIYOR
Neyse bizimkiler Galatasaray’ı yenince kupa kime veriliyor. Tabii ki takımın kaptanı Tuğrul Taşkıngenç’e. Ya işte tam da şu an bize köfte pişirmekte olan boyu 2 metreden uzun efsaneye. Bana da garip gelir ama evet efsaneler ve yiğitler de biz sıradan kullar gibi günlük hayatlar geçirirler. Köfteler pişirip, köfteler yerler. Hatta bazen ekmek, peynirle öğün geçiştirirler.
Kupa alındıktan sonraki Karşıyaka’yı hayal et. Binlerce insan sokaklara dökülmüş. Balkonlardan taşan taşana. Takım zaferi kutlamak için sokakta. Gelen giden kupaya dokunmak, kupayla fotoğraf çektirmek istiyor. Hani Madonna gelse bu kupa kadar kapışılmaz. O denli. Tuğrul kupayı koruyacağım diye, soğuk soğuk terler döküyor. Ve sonunda taraftarın biri gelip kupanın kulbundan tutuyor, çekiyor da çekiyor. Aşıklar gibi gözgöze geliyorlar Tuğrul’la. Bir o çekiyor. Bir öteki. Dakikalarca süren bir inatlaşma. Sonunda keçi inatlı taraftarın tuttuğu kulp kopuveriyor. Taraftar da kupayı olmasa da kulbu kapmış olmanın dayanılmaz hafifliği ve mutluluğuyla ortamdan hızla topuklayıp kaçıyor.
TEK KULAKLI KUPA
Bir kere New York’un üzerini kafadan çizerdin de, diğerlerinin sürpriz pastasına kaç mum dikerdin? Aman iyi ki ayna falan değilsin. Zaten hesap kitap da sevmezsin. Bak, hemencecik yoruluverdin. O zaman sen daha da solmadan cevabı yapıştırayım. Cevap, duayen gazeteci Yaşar Aksoy’un “Symrna -İzmir - Efsaneden Gerçeğe” kitabının içinde. Yaşar Abi bu kitabı 2000’de kaleme aldığında yaklaşık olarak Londra 1956, Paris 2002, Berlin 769, New York 379, Moskova 852 yaşındaymış. İzmir’se ister enseden, ister kuşbakışı ya da profilden, nereden bakarsan bak farketmez, rakamla 5000, yazıyla ifade edecek olursam “beşbin”miş.
O yüzden lütfen derhal ayağa kalkıp, şapkamızı çıkarıp, tiril tiril ceketlerimizin önünü ilikliyelim. Bari en azından yaşına hürmeten saygıda kusur etmeyip, şehrimizi incitmeyelim. Bir pırlanta misali kadife kaplı kutularda muhafaza edemesek de onu, yaptığımız her harekette 5 bin yıllık gözleriyle bizi izlediğini hayal edelim. Yaşlı bilgeden birazcık olsun çekinip, kendimize birazcık olsun çeki düzen verelim.
YAKIŞTI MI?
Bak işte. Mesela polisin 2 genç kadına paldır küldür girişmesi layık mı İzmir’e? Ya da tüm memleket, dünya alem ve insanlık tarihine? Olmaz olamaz canımın içi. Koca bir kılçık gibi saplanır bademciğine. Hani bazen bir şey söylersin ama aslında öyle demek istememişsindir. Yanlış anlamalar, yanlış anlamaları kovalar. Silsileler silsilere yol açar. Domino taşları arka arkaya yuvarlanır. Halbuki bir komedinin içine ne çok yakışır ama gerçek hayatta sakil durur.
Bir kere ilkokulda sokakta oynarken en sırdaşın Yasemin evlerine yemeğe çağırmıştı seni. Annesi Nazan teyze kereviz pişirmiş, “İnşallah seviyorsundur yavrucuğum” demişti. Sen sırf Nazan teyzen üzülmesin ve ayıp olmasın diye “Hayatımda tadına bile bakmadım, kokusunu duymak bile midemi bulandırır” demek yerine “Bayılırım!” diye abartıp, hatta suyunu çıkarıp, tiridine bana bana 2 tabak yemiştin. Kusmamak için kendini zor tuta tuta. Kibarlığını çiğ tavuk misali midene oturta oturta. Tamam böyle saftorik olmayacaksın. Tabii ki istemediğin şeyleri ne diye zorla yapacaksın? Ya da aman kırmayayım diye kibarlıktan mahvolacaksın. Ama bazı meslekler var ki bir kıl daha fazla insanüstü olmayı gerektirir. İki santim daha kibar, anlayışlı, alttan alıcı, hoşgörülü, idare edici olmayı. Doktorluk, öğretmenlik, polislik gibi.
GERİYE SARILABİLSE
Diyelim ki gençler yardım istemeyi bırak, durduk yerde geçerken öylesine polise küfrettiler. İster mikroskop, ister teleskop ya da kaleydoskoptan bak. Yine de olacak şey mi? Keşke bazen olaylar hiç olmamış gibi geriye sarılsalar. Bizi de olduğumuz yerde sayıp durma işkencesinden kurtarsalar.
Bildiğin NASA, ilan vermiş. "Gezegen Koruma Memuru" arıyoruz diye çarşaf çarşaf internetlere. Sanırsın NASA'nın dip bahar temizliği yapma zamanı gelmiş. Duvarları sararmış solmuş. Tez elden binayı sakız gibi tertemiz yapmak için acilen dürüst bir boya badanacı arıyorlar. Sanırsın aradıkları adam, o kadar sıradan.
Sanki bu dünyada hemen her aile ve mahallede sürü-sepet gezegen koruma tahsili almış, üzerine yüksek lisansını tamamlamış fidan gibi gençler elektronik müzik eşliğinde gece kulübünde geçici süreliğine salınıp dans etmekteler. İş buldukları an, dansı bırakacaklar, ışın kılıçlarını kuşanıp, dört elle işlerine sarılıp gezegeni göz bebekleri gibi kollayacaklar.
Bu arada memura layık gördükleri yıllık maaş da (187 bin dolar) az buz değil hani. Üstelik şirket imkanlarından faydalanma ekstraları da cabası. En kapı gibi dayından daha dayı NASA'nın imkanları da bir öğle yemeği kuponuyla sınırlı değildir herhalde. Düşün artık.
Sen kalk, 9 yaşındaki çocuk başvur bu ilana. Bir de "Sevgili NASA" diye başlayan şöyle bir mektup döşen: "Bu işe uygun olmamı düşünme sebeplerimden biri de kız kardeşimin her zaman uzaylı olduğumu söylemesi. Ayrıca uzay ve uzaylı filmlerin izleyebildiğim kadarını izledim. Siyah Giyen Adamlar'ı da izlemeyi umuyorum. Bilgisayar oyunlarında çok iyiyim. Gencim, dolayısıyla uzaylı gibi düşünmeyi öğrenebilirim."
Altına da imzayı çakmış: Jack Davis, Galaksinin Koruyucusu.
Yoo, NASA da boşa NASA olmamış, burnu büyüklük yapmamış, böyle tatlı bir mektubu derhal cevaplamış:
"Sevgili Jack, Gezegen Koruma pozisyonumuz gerçekten havalı bir iş. Ay'dan Mars'tan asteroidlerden örnekler getirdiğimiz zaman, Dünya'yı küçük mikroplardan korumayı gerektiriyor. Aynı zamanda diğer gezegenler ve ayları da bizdeki mikroplardan korumamız gerekiyor... Umarım çok çalışırsın, okulda başarılı olursun. Bir gün seni NASA'da görmeyi çok isteriz."
Bari hayatlarımızın bu cam şeffaflığındaki gerçeğini kabullenelim de artık bu yaşta ızdırap çekmeyelim.
Bak mesela, öptüğün bir kurbağa hiç prense dönüştü mü?
Saat tam gecenin 12’sine vurduğunda ve sen ayakkabını merdivenlerde unuttuğunda, 39 numara ayağının peşine Kont’lar düştü mü?
Ya da söyle, Alaadin’in lambasındaki cin, hiç ziyaretine geldi mi senin?
“Dile benden ne dilersin?” ya da hadi onu geçtim, en azından yanağından bir makas alıp, “N’aber kız?” dedi mi? Cin de olsan bari arada bir uğra, çayımızı iç, hal hatır sor. Değil mi ama?
Kışlığım Foça. Yazlığım da. Hatta baharlığım, sonbaharlığım, röptoşambır ve yorganım da. En azından bu yıl öyleydi. Sonbahar öyle güzeldi ki Foça’da ey sararmış yaprak sevdalısı romantik okur. Görseydin, son kuruşuna kadar paranı fotokopiciye verip, binlerce sayfa çektirirdin. Teksir kağıdının değil, Foça’nın.
Bütün yazlıkçılar kapılarına kilit vurup gitmişken, denizler ve iskeleler sana kalmışken, sokaklar senin ön bahçenken, gün doğumları gün batımları Venezuella’yla Brezilya güzeli gibi birbirleriyle çatır çatır yarışırken, sen halden tazecik balığını aldın. Pişirip, afiyetle yedin. Ve bulutlar tependen geçerken onlara gülümsedin.
BİSİKLETLE 15 DAKİKA
Bak mesela Eski Foça’nın bir ucundan bir ucuna bisikletle 10-15 dakikada gidersin. Sonra aklına geliverir. ‘Aaa’ dersin ‘benim ehliyetimle Cem’in nüfus cüzdanı kayıp! Dur akıllı bıdık, neler lazımmış bir sorayım da yeniden çıkarmak için başvurayım.’ Bisikletini park edersin. Sorduktan 1 saat sonra, tüm evrakları toplamış ve başvuruları yapmış bir İstanbulzede olarak kahvede şaşkın şaşkın denize nazır çayını içersin. Ve dersin ki kendi kendine ‘saat daha sabahın 10.30’u. Acaba gidip, pasaportumun üzerine yaldızlar mı işletsem? Üstüne bir de check-up yaptırıp, sonucunun kenarlarına nakışlar mı ekletsem?’ Neticede insansın, çabucak şımarırsın.
Vuracaklar vuracaklar beni. Alıp onları düğünlere götüreyim de göbekler attırayım. Oyalansınlar. Bu yazıyı okumasınlar. Foça sevdalısı arkadaşlarım. Zannediyorlar ki, ben Foça’yı yazarsam kitleler akın akın gelip yerleşecek. Halbuki bu yalan dünyada şu satırları annemin okuduğundan bile şüpheliyim. Bir tek sen hariç tabii. Neyse derken kış geldi. Cem’le çok da üşüdük bak. Aman nasılsa yazlık yer diye önlemimizi doğru dürüst pencerelere germedik. Bir kar yağdı, 15 yılda bir gelen. 4 gün boyunca erimeyen. Ve fakat lapa lapa karın, Ege’nin deniziyle öpüşmesini görmeliydin. Ah nasıl yakıştılar birbirlerine. Resmen birbirlerini ılıştırdılar. Baharı hiç anlatmayacağım sana. İnan, gücüm yetmez. Aç Vivaldi’den 4 Mevsim’i dinle. Ya da Rüzgar Gibi Geçti’yi izle. Onun gibi bir şey işte.
SONRA YAZ GELDİ
Hani bu kadar mı rap rap hazır asker olunur? Aradan incecik bile olsa hiç mi çatlak ses çıkmaz? Tek bir kulun bile yarına işi gücü, doktor randevusu, uyduruk bir bahanesi olmaz. Sanki 40 yıldır bavullar cebimizde, üniformalar jilet gibi üstümüzde, biri gelsin de “hedefiniz Cunda!” desin diye yaşamış, nefes alıp vermişiz.
Bir de sor bak bana mesela. Yıllar yıllar boyu, fıldır fıldır gezerken bu koca dünyada Atlas Dağları’ndaki köyleri bile tek tek sayacakken sana, burnumun dibindeki Cunda’ya bir kez bile gitmemişim. Çaktık tabii selamı Tuğrul’a. 2 saniye sonra gözümüzü yeni doğmuş bebekler gibi kırpıştıra kırpıştıra Cunda’da açtık.
Aman aman ne şirin yer orası. 22 Ayvalık adasının yerleşime tek açık olanı. Küçük de değil bak. Türkiye’nin Ege’deki en büyük 4’üncü adası... Daracık sokakları, arnavut kaldırımları, sıra sıra dizilmiş lokantaları...
Hani bazen bir şey ararsın evde. Pat diye bir kitap düşüverir ayağının dibine. Açılır ve içinden sararmış ve unutulmuş bir mektup ya da bir not çıkar. Ölmüş bir arkadaşın ya da ölmüş halandan. Tokat gibi. Bak halbuki ne kadar da neşeliydin biraz önce. İşi, gücü bırakır, dünyayı unutur, oturur hüngür hüngür ağlarsın. Sadece kendine has el yazısını değil, onu ne kadar özlemiş olduğunu hatırlarsın. Az önce ne aradığını mütemadiyen unutarak.
TARİH VE ZEYTİN AĞACI
Denizi gördüğün an, içine girmek için yaratılmışsın sanki. Girmezsen ölecekmişsin gibi. Mayon zaten dün geceden beri üzerinde. Hazır ve de nazır. Baban duymaz ve durmaz, sen kahrolursun. Ufukta her deniz göründüğünde sabır talimi yapmaktan yorulursun. Ama yazlığa varır varmaz yeni bir dünya serilir önüne.
Birbirinden tuzlu, birbirinden mavi kapılar açılır. Sen anlamadan kayış gibi olur derin. “Marsık gibi karardın” der annen. Sen marsığın anlamanı bilmeden. Saçların oksijen yağmuruna tutulmuş gibi sararır. Yaz dediğin zaten kendinden tatil. Hafif. Aşkların en samimisi. Hayatın içinde hayat gibi. Hatta hayatın en çiçekli ön bahçesi. Ama gel gör ki, o bile içinde deniz anaları barındırır. Deniz kestaneleri batar ayaklarına ayaklarına. Cildin haşlanmış patates gibi soyulur. Şişme botun üzerinde Don Kişot gibi rüzgarla savaşırken, gelip seni fır hattından balıkçılar kurtarır.
Mutlaka, mutlaka zıtlıklar olacak ki bu hayatta, iyinin güzelin değerini bilesin. Geceyle gündüz, sağlık ve hastalık, yaz ve kış gibi. Bak ve şükret. Hayat seni nerelere sürükledi. Hayatında ilk kez artık yazlıkçıların olduğu yerde kışlıkçısın. Seni gidi bilmiş! Artık yazın içinde kış, kışın içinde yazlar olduğunun farkındasın. Hiç bir mevsimin 3 aylık bavulun içine tıkıştırılamayacağını çoktan anladın. Bak ne güzel uyandın bu sabah. Cem, kankaları Efe ve Can’la fısır fısır rüzgarlara çalışırken. Güneydoğudan esen keşişleme, kuzeybatıdan esen karayel miydi? Acaba bu kropi mi yoksa camadan bağı mıydı? Onları da artık Foça Yelken İhtisas Kulübü’ne teslim ettiniz. Eti sizin kemiği bizim dediniz. Çıkarsın çocuklar yazın tadını. Kendilerini rüzgarlara bıraksın. Orsa, apaz, pupa ne demekti? Dertleri hep bu olsun.