Paylaş
Galileo zamanın felsefesini boş vermiş, grafikler çizerek zamanı arşetipsel bir boyutta açıklamaya çalışmıştır.
Albert Einstein ise zamanın dördüncü bir boyut olduğunu her gün içinde ileri geri, yukarı aşağıya tıpkı bir yoyo gibi gidip geldiğimizi iddia etmiştir. Yani Einstein, zamanı hareket kavramına benzetmiştir;
“Ne kadar hızlı hareket edersen zaman o kadar yavaşlar”
Fakat Einstein’in en radikal teorisi geçmiş, gelecek ve şimdiki zaman kavramlarının hayal ürünlerimizin bir eseri olduğunu söylemesidir. Yani beynimizin inşa ettiği bir sürece hayatımızı yayarak her şeyi bir sıraya sokabilmek için basit bir hayal ürünüydü onun teorisinde zaman. Böylece zaman kavramını biz kendimiz yaratıyor, yaşamlarımızı ona göre programlıyoruz.
Ontario Waterloo şehrindeki Çevre enstitüsünden Fizikçi Lee Smolin bu konuya başka bir yorum eklemiş; “İhtiyacımız olan zamanın niyetini veya bizlerle ilişkisini öğrenmek yerine yepyeni bir şeyler keşfetmek olmalı. Zamanın amacı farklı olmalı.” diyor.
Diğerleri en başta ünlü astrofizisyen Stephen Hawking, zamanı genişlemeyle açıklıyor. Yani evrenin big bang’ten bu yana her geçen gün daha da fazla genişlediğini ve bir dağınıklığın meydana geldiğini, bunun da kaosa sebep olduğunu söylüyor. Hawking, zamanı evrenin dağınık bir ölçüsü olarak ifade ediyor. Bu teoriye göre evreni böylece dünyayı da gittikçe daha büyük bir kaos bekliyor.
İnsanoğlunun hayatında zaman yemek, uyumak, işe gitmek, yaşlanmak, çocukları okula götürmek gibi kavramlarla bağlantılı önemsiz bir ayrıntı. Gerçekte zaman bundan çok daha ötede. Çünkü evrensel zaman ilerlemiyor, genişliyorsa bunu anlamak o kadar kolay da değil. Her şeyin bir başı ve sonu varsa arasını ancak geçen zamanla tanımlamamız gerekiyor gibi gözüküyor. Ama gerçekten genişlediğini düşünürsek başka bir varsayım ortaya çıkıyor. Zamanın başı sonu yok, genişi darı var. İyi de eğer evren genişlemek yerine daralmayı tercih ederse olan her hareket geriye dönüş moduna geçer mi? Yani yere düşen bir bardak evren o anda küçülmeye başlarsa tekrar hiçbir şey olmamış gibi yerine döner mi? Daha da ileri gidersek hayatı tersten yaşamaya başlar mıyız? Veya evrenin genişlemeye son verdiğini düşünelim. Öylece kalırmıyız?
Hiç yaşlanmayacak olan bir beni, ölmeye mahkum olan bene tercih edip sonsuza kadar yaşayabilir miyim?
Hiç sanmıyorum…
Hayat ne kadar güzel olsa da, devinip durduğumuz yaşam sürecimiz her ne olağanüstü güzellikler sunsa da bizler için, sonsuz kavramında tıkanmak ben de panik hissi yaratıyor. Stephen King’in meşhur romanı Yeşil yol’daki final sahnesi bunu çok güzel anlatır. Bir türlü ölememenin, yaşadıklarının üstündeki katlanılamaz yükü ve bunu binlerce yıllara yaymak. Neyse ki bu matematik henüz çözülebilmiş değil. Ölümsüzlük keşfedilir mi bilemem ama ben şahsen çok uzun yaşamanın bile zor olduğunu düşünmeye başladım şu anki dünya psikolojisinde.
Çok büyük bir senaryonun içindeyiz. Ne olduğunu da bir türlü anlayamıyoruz. Büyük resmi görmek için aklımız belki de hiçbir zaman yeterli olamayacak. Milyonlarca parçadan oluşan kocaman bir puzzle’ın iki üç parçasını bulup anlamaya çalışıyoruz. Bilim adamları fantezi ve katı gerçekliği kesin çizgilerle ayrıştırmaya çalışıyor. Bilimin dediği gibi ispatlanmış olan her şeyin var olduğu, gerisinin ise olmadığı için yok sayıldığı düşüncesi bende trajikomik bir his yaratıyor. Koskoca bir bilinmeyenin içinde bildiğimiz üç beş şeyi var sayarak yaşamak, bilinmeyene saygı duymak yerine onu küçümsemek ancak insanoğlunun yapacağı iştir herhalde.
Geceleri gökyüzünde gördüğümüz yıldızlar bir çok insan için dekorasyon amaçlı gibi gözükse de ve “Yıldızların altında “ şarkısını hatırlatarak romantizm eşiklerinde süründürse de, daha tam olarak ne olduklarını bile bilmiyoruz. Niye varlar? Varlar mı? Yok olmuş hallerini mi görüyoruz? Oralarda ne var? Bizden başkaları var mı? Onlarda bizi seyredip romantik takılıyorlar mı? Niye beraber takılamayacak kadar uzağız?
Bu ayrılık niye?
Öylesine merak ediyorum ki uzayı, arada bir bilim kurgu filmlerindeki uzay gemilerini gördüğümde bizim bilim adamlarına çok kızıyorum. Çok ağır gidiyorlar. Ülkemiz ise uzay bilimleri konusunda içler acısı durumda. Kendimiz ve ülke sorunlarımızla öylesine boğuşuyoruz ki, Taksim’in ortasına UFO’lar inse selam verip geçeceğiz hani. Bizim uzaya olan alaka ve ilgimizi Cem Yılmaz’dan daha iyi özümsemiş birini de tanımıyorum bu ülkede. Oysa büyük resmi gerçekten görebilsek, o resimde ne kadar mini minnacık ve önemsiz olduğumuzu içimize sindirebilsek inanıyorum ki çok daha büyük düşüneceğiz. Hayatımızda yer alan aşk, din, para, güç gibi kavramları daha faydalı bir şekilde kullanacağız ve en önemlisi birbirimize daha az zarar vereceğiz. Bundan eminim.
Neyse zaman şimdilik genişlemeye devam ediyor, bizler de genişliyoruz arada. Bakalım nereye kadar? Patlar mıyız acaba?
Paylaş