Saksağan...

İKİ hafta önce "bir de saksağanımızın olduğunu" sizlere müjdelemiştim.Mutfakta, salonda dolanıp duruyor, uykusu geldiğinde aldığımız kafese gidip tünüyor.

Kimin elinde tabak görse peşine takılıyor.

Karnı toksa verilen yiyecekleri götürüp kafesindeki gazete káğıdının altına saklıyor.

Ben hiç böyle "kuş" görmemiştim.

Bir dili yok.

Ona havuç verildiğinde, koşup kásesine götürüp yemek tabağının içine koyuyor, yenisini almak üzere acele dönüyor.

Hepimizi tanıdı, ev ahalisinin peşinde dolanıp duruyor.

*

"Saksağanımız olduğunu"
köşemde okuyan dostlar arayıp kutladılar.

Muhterem karım telefonda onlara uzun uzun "Saksağanımızın kedi sendromundan kurtulduğunu, sağlığına kavuştuğunu, onu fizik tedaviye götürmesi gerektiğini" anlatıyor.

Misafirlerimiz çoğaldı.

Gelenler doğrudan soramıyorlar, ama bize belli etmeden gözleri saksağanı arıyor.

Karım başlıyor onu anlatmaya. Sonra dönüp bana, "Sen iyi yapıyorsun, hadi kalk saksağanın nasıl yürüdüğünü göster onlara" diyor.

Nazlanıyorum...

Karım, "Bir bilseniz, Bekir saksağan uyuklamasını da çok güzel yapıyor..." diyor.

*

Saksağanın sırrı birkaç gün önce çözüldü:

Evden kaçmış.

Ankara Üniversitesi’nde okutman Güneş Cansız, bahçede yaralı bulup büyütmüş, o da insanlara alışmış, dost olmuşlar.

Adı; Alican...

Muhtemelen yolunu yitirip bize kadar geldi.

Güneş Cansız onu yitirince çok ağlamış. Benim köşemde, "Bir saksağanımız da oldu" yazısını okuyunca, aile olarak çığlıklar atıp sevinmişler.

Ve gelip aldılar, Alican gitti.

Biz ise bir dost aile kazandık, artık sahibi olmayan o boş kafese baka baka...

*

İşte böyle...

Bu en taze öykü; bir kuşun dahi asla görmek istemediğimiz dünyasını-duygularını anlatır bize.

Ve yok etmek ile yaşatmak arasındaki farkı fısıldar kulağımıza...
Yazarın Tüm Yazıları