Paylaş
◊ “Colette” önceki gün Amerika’da gösterime girdi. Harika bir performanstı, tebrik ederim. Film, Fransız yazar Sidonie Gabrielle Colette’nin hayat hikayesini anlatıyor.
Kocası Parisli yazar Henry Gauthier-Villars’ın kendi ismiyle yayınlanan kitabını eşi Colette gizli olarak yazıyor. Kitap çok büyük başarı kazanınca ise yazdıklarını sahipleniyor. “Colette”nin hayata meydan okuyan hikayesini izledik. Siz onun özgüvenini nasıl değerlendiriyorsunuz?
- Bence özgüven bir süreç, herkeste hemen ortaya çıkmıyor. Colette’de benim hoşuma giden şey korkusuz değil cesur olmasıydı. Yani korkularıyla yüzleşecek cesareti vardı.
◊ Yönetmen Wash Westmoreland filmde cinsel kimliklerin de araştırıldığından bahsetti. Biraz açar mısınız bu konuyu?
- Şöyle ki Colette iki cinsiyetli olduğunu söylüyor ve bizlere dayatılan kalıplara karşı çıkıyor. 1800’lü yılların sonundan bahsediyoruz bu arada... Kadınlar büyük, kabarık elbiseler giyiyor. Nasıl erkek gibi davranabilirler diye düşünebilirsiniz. Mesela o dönemde kadınlar ayakları ve kolları birbirine yakın, koltukta çok yer kaplamayacak şekilde otururmuş, erkekler ise daha rahat bir şekilde. Colette de erkeklere özgü fiziksel tavırlar sergilemekten çekinmemiş. Öyle davrandığı için de kimseden özür dilememiş. Kendini olduğu gibi kabul ettirmek istemiş.
◊ Colette’nin elbiselerine bile yansımış bu başkaldırı...
- Evet... Daha maskulen giyiniyor. Dik yakalar, kravat tarzı fularlar... Kadınların erkek gibi giyinmesinin yasak olduğu dönemde bile maskulen bir tarz yaratmış. Biliyor musun, ben de çocukken büyüyüp erkek olacağım diye düşünürdüm. Çünkü oyun parkında biz kızlar güçlü olsak da yanımıza gelip “Hayır biz varız, sizden daha güçlüyüz” hissi veriyorlardı. Tabii ki öyle değillerdi ama öyle davranıyorlardı...
◊ Söylediğiniz oldukça ilginç geldi. Yeniden doğma şansınız olsaydı erkek olarak dünyaya gelmek ister miydiniz?
- Asla... Hayat çok kolay olurdu o zaman. Bir de beyaz adam olarak doğduğumu düşünsene, tüm dünya ayaklarımın altında olurdu. Hiç ilgimi çekmez. Savaşmak daha güzel...,
İYİ ANNE OLMAYI DENİYORUM
◊ Biraz kadın olarak gerçek hayattaki anne ve eş rollerinizden konuşalım o zaman...
- Evet onlar da rol ama aynı zamanda benim hayattaki en önemli seçimlerim. Çocuğum olmasını seçtim, sevdiğim ve yanında olmak istediğim partnerle evlenmeyi seçtim. Olduğum gibiyim, daha iyi anne olmayı deniyorum. Ama ne kadar denersem deneyeyim, hatalarım olacak. İyi günler, kötü günler olacak ama hep kızımın annesi, kocamın da eşi olacağım.
◊ Filme geri dönmek istiyorum, Colette Parisli yazarla evlenince ortamı değişti. Daha lüks bir çevreye girdi. Siz kendinizi hangi ortamda daha rahat ifade edebiliyorsunuz?
- Bence kimse dümdüz değil. Colette ile başlayacağım... Tamamen dışa dönük, ilgiyi seven, tanınmaktan hoşlanan biri ama aynı zamanda küçük bir kasabadan gelmiş, yalnızlığı, kendi kendine kalmayı seven bir kadın.
Bu ikilikler hepimizin hayatında var. Kendimden örnek verirsem, film setlerinde kalabalığın içindeyim, yaptığım iş ilgi çekiyor ama özel hayatımda hiç böyle biri değilim. Tamamen sakin, özel ve gizli bir hayatım var.
◊ Colette kocası adına yazarken kocasının kendisine hiç kredi vermemesi size neler hissettirdi?
- O döneme bakalım. Colette yazmaya başladığında kadın yazar yoktu. O dönemde Colette “yazar olup para kazanacağım” diyemezdi. İlişkilerine gelirsek, biri para kazanıyor diğeri destekliyor. Yazar olarak tanınan, para kazanma olasılığı yüksek olan erkek taraf. Dolayısıyla Colette de kocasını destekliyor. Sonra kocasının en büyük hit eserini yazıp kendine en küçük kredi bile verilmeyince Colette’de bir uyanış oluyor.
◊ Size de yaptığınız bir işten dolayı kredi verilmediği, başkasının üstüne konduğu bir durum oldu mu?
- Benim hakkım olan krediyi başkasının almasına hiç izin vermedim.
◊ Geçenlerde uçakta “Bend It Like Beckham”ı izledim. Futbol alanında da oldukça yetenekliymişsiniz. Önceden oynuyor muydunuz?
- Kızımla oynuyoruz. Gerçi kızım futbolun mantığını sevmiyor. “Eller varken neden ayaklarla uğraşıyoruz” diyor. (Gülüyor)
◊ Peki futbol maçlarını izlemeyi sever misiniz?
- Evet, hatta ara sıra maçlara da giderdim. Ama şimdi evde saplantılı bir futbol hastası ile yaşadığım için tüm zevkim kaçtı. Zaten eşimin tuttuğu takımı da desteklemiyorum.
◊ Hangi takım?
- O Tottenham Hotspur’u destekliyor, ben ise West Ham United’ı...
◊ Geçenlerde okul mezuniyet töreninde arkadaşınızı öptüğünüz için başınızın belaya girdiğini okudum. Bu olay doğru mu?
- Evet... 15-16 yıl önceydi. Mezuniyet törenimde balonların altında herkesin yaptığı gibi öpüştük.
Bizim fotoğraf olay oldu, uygunsuz bulundu.
Çünkü iki kız öpüşmüştük. Şimdi İngiltere’de böyle bir durum olsa sorun olacağını zannetmiyorum.
◊ Etkilendiğiniz kadınlar oldu mu?
- Cinsel olarak mı?
◊ Beğendiğiniz kadınlar diye sorayım...
- Evet, oldu. Kimler olduğunu söylemeyeceğim, eşimin hoşuna gideceğini zannetmiyorum ama oldu.
BU FiLMi NASIL ÇEKTiK BEN DE ANLAMADIM
◊ Gelelim Türkiye’de de 1 Kasım’da gösterime girecek “Fındıkkıran ve Dört Diyar” (The Nutcrackers and The Four Realms) filminize...
- Hâlâ filmin bitmiş halini görmedim. Filmde büyük pembe bir pasta gibi görünüyorum... Uzun zamandır ciddi, duygusal, ağır filmler yapıyorum. Böyle eğlenceli bir projede yer almayı uzun zamandır istiyordum. Pembeler içinde tatlı bir karakter oynamak güzel bir değişiklik oldu.
◊ Yönetmenlerin çalışma tarzını hep merak ederim. “Fındıkkıran ve Dört Diyar”daki yönetmeniniz Lasse Hallström ile çalışmak nasıldı?
- Lasse en baştan bana kaosu seven bir yönetmen olduğunu söyledi. Tahmin edemezsin, gerçekten kaosu seviyor! Prova yapmamıza izin vermedi. Bir sahneyi başından sonuna kadar çekmedi. Filmi nasıl çektik, ben de anlamadım. Çok ilginçti... Ortaya nasıl bir şey çıktı ben de merak ediyorum.
KENDiMi AVRUPALI HiSSEDiYORUM
◊ Neden Los Angeles’ta oturmayı tercih etmiyorsunuz?
- Çünkü kendimi çok Avrupalı hissediyorum. Avrupa Birliği’nden ayrıldıktan sonra kendimi daha çok Avrupalı hissediyorum.
İngiltere’ye bağlıyım. Doğduğum yer, yetiştiğim kültür sonuçta... Amerika’ya da gelmeyi seviyorum...
Paylaş