Çocukken dünyaya bakardım. Arka balkondan, gökyüzüne doğru sarkar, kendimi dünyaya sunardım.
Çınar ağaçları vardı evin arka bahçesinde, en uç yaprakların üstüne uzanır, en tepeden dünyaya bakardım. Dünya büyük, çok büyük ben küçük, yine de korkmaz kendimce en yüksekten karşısına geçip, gözlerimi dikip bakardım dünyaya. Hissettiğim duygu güçtü. Ben bir çocuk halimle karşısında durunca bu kocaman dünyanın korku ile karışık garip bir güç duygusu dolardı yüreğime. Aslında bu dünya ile benim ortak durumumuzdu aslında. Dünya yalnız ben yalnız dönüp dururduk kendi eksenimizde.
***
Yalnız olma duygusunu hem çok severdim, hem üzerdi beni. Sızardı içime sinsice sessiz kalırdım dünya ile. O susardı, içindeki sesin çokluğuna karşın, ben onun suskunluğunun içini dinlediğinden kaynaklandığını bilirdim. Ne çok dinliyor dünya bizi, derdim. Ne çok susuyor. Ne yalnız ne mağrur, kimseye bir şey demeden dönüyor dönüyor. Yalnızlık duygusu hep en saf gerçek gibi gelmiştir bana. Hem varsın çokların arasında onlardan birisin. Hem teksin, bir tek sensin. Bu nasıl bir varoluş ikilemidir ve nasıl hassas bir dengede oluşmuştur. Ürpertisi buradadır yalnızlık durumunun.
İnsanların en büyük korkularından biri yalnız tek başına vedalaşmaktır hayatla. Tek olarak gelinen bu hayattan tek olarak gittiğimiz bu kadar gerçekken, nedense yalnız yaşlanmaktan ölmekten korkarız. Ya da bazılarının saplantısı olur hayat; bırakmak istemez, onun hiç öbür yakaya bileti yokmuş gibi saplanır durur vizyon hayatın geçici maddelerine. Komiktir hayli de hüzünlüdür durumları. Bu değerli dünya içi olmalarından bir hayatı madde bağımlılığı ile tüketmek, para hedefli seçimlerle bitirmek kendini ve hiç bakmamak kendine, hiç bakmamak dünyaya ve hiç farkında olmamak ne üzüntülü bir olmadır. Anlamam! Anlamam, devamlı konuşup hiç dinlemeyenleri. Anlamam, hiç suskunluğunu yaşayamayanları. Anlamam, çokluğun içindeki tekliğin zenginliğini keşfedemeyenleri. Anlamam, dünya ile göz göze gelemeyenleri. Anlamam çünkü ben o programı bitirip rafa kaldırmışım. Belki de hatırlamak istememektir benimki. Yalnızlığa kaçıştır hafiften belki de... Yalnızlığın garip döngüsü vardır. Çok yüzlüdür yalnızlık. Çok köşeli çok sürprizli, çok bilinmez bir denklemdir. Bir eşiti vardır elbette, bulan var mıdır bilemem ama zordur çetindir. İçine düşersen ki hep beklenmedik ani gelmeler ve ani gitmelerle oluşur. Korkarsın önceleri. Sonra hafiften sindirimli alışmalar gelir peşinden. Sonrası soluk alma yalnızlığın içinde, sonrası yine ürperme sonrası kabullenme sonrası suskunlukla kendi ekseninde dönme dönme.
Suskunluğa kavuşma zamanla ve dinlemeyi öğrenme önce içini sonra senden dışını çok dışını çok ötelere ulaşma ve hiç korkmamaca hep gözlerin kapalı bile olsa her şeye ulaşmaları yaşamaca. Tıpkı dönen ve döndükçe farkındalığı yaşayan Mevleviler gibi, Mevlana gibi, tüm gezegenler gibi, Dünya gibi.
***
Yalnızlıktan ürkmeye hiç gerek yok. Dinlemeyi bilmek gerek. Ne söylüyor bize ve oluşumumuza kulak kabartmak gerek. Ayna gibidir yalnızlık, ne verirsen fazlası ile yansımasını alırsın. Sakince susmak ve bu değişmez gerçek aynasına huzurla bakmak lazım.
Tüm evren niye sessiz diye düşünüp dururum. Niye her şeyin olduğu bu sonsuz uzayda niye hiç ses çıkmaz. Sonsuzca suskun, ötesi sessiz döner durur bu gezegenler. Çünkü dinliyorlar! Yalnızlıklarının ve ‘Bir’ olduklarının farkında oluşumu dinliyorlar. Sanırım sır burada.
Kendinizi ve Dünyayı ve de evreni dinlemeyi keşfetmecelere...
Kendiniz gibi kalın.
Paylaşım: Bu yalnızlık yazısını yazarken kelimelerime notaları ile eşlik eden parça: Krıshna. Beats serisinden Paul Schwatz’dan Veni Redemptor Gentium.