Yine uzaklardayım. Öylesine sessiz ve öylesine yalnızca ağaçlarla konuşabileceğiniz bir yerinde dünyanın...
Tabii ki ucunda iş güç var. Ama iş de olsa uzakta olmanın amacı, her anını değerlendirmeyi artık öğrendim.
Anlara keşif, anlara görme, anlara öğrenme doldurunca, hiç kasmadan kendiliğinden akıyor ve ben yalnızca keyif alıyorum.
Amerika’nın bu bölgesine daha önce hiç gelmemiştim. Kendimi yıllardan beri seyrede seyrede nerdeyse oyuncularından biri zannettiğim tipik bir Amerikan filminde sandım.
Otobanlar, kenarlarındaki hemen yenilsin ve hemen gidilsin de arada bolca yağ oranı artsın türünden ‘fast food’ restoranları, neredeyse oyuncak sandığım birbirinden güzel ve düzenli evleri, hepimizin belleğine ezbere yerleştirilmiş güzel bir Amerika kasabasından sahneler işte.
Sonbahar bu kadar mı renkleri dolu dolu, bu kadar mı şaşırtıcı güzelliğinle gelir bu diyara. İkide bir de, inip bisikletten cebime renkleri sanki hiç solmayacak sandığım yapraklardan dolduruyorum. Kırmızının en ateşi ve sarının en güneşi. Amaç bu keyifli ana renkleri de eklemek.
Sokakta kimsecikler yok. Acaba hep birlikte buradan kaçtılar mı diye soruyoruz birbirimize. Cem, ağaçlarla çevrelenmiş caddeden hızla bisiklet ile giderken, ‘İster misin yolun sonunda setin duvarına çarpalım tıpkı Truman Show filmindeki gibi’ diye bağırıyor bana.
Sessiz sakinliğe bakıp içimize bu güzelliği çekiyoruz. Daha önce hiç bu kadar çok çalışıp aynı anda da çok dinlenmemiştim.
Karar verdim biri ya da birileri bu diyara sakin ve mutlu olun büyüsü yapmış. Zaman bile etkilenmiş olmalı ki bir ağır, bir yavaştan alıyor işini anlatamam. Ağır ama verimli olmuş zaman buralarda.
* * *
Bizim gibi iki şehir çocuğu için bu kasaba ilaç gibi geldi. Fabrikada çalışanlar ile sohbet ediyoruz. Dünyanın bir garip ucundan geldiğimiz için merak ediyorlar bizleri.
Biri soruyor, ‘İstanbul da kaç kişi yaşıyor’ diye. ‘12-13 milyon olduk sanırım’ diyoruz. Cevap onda hafiften şok etkisi yapıyor. İki üç dakika düşünüp, ‘Hayalimde bile organize edemedim, nasıl yaşıyorsunuz bu kadar kalabalık bir arada’ diye cevap veriyor.
Türkiye’yi yakından bilen bir ailenin, aslında bu fabrika. Bol bol memleket sohbeti yapıyoruz birlikte. Hepsinin gözlerinde İstanbul’u görüyorum. Türk kahvesi yapıyorum her sabah, Ahh! güzel İstanbul özlemini paylaşıyoruz.
Babaları, ‘Hayatımda yaptığım en güzel birkaç şeyin başında İstanbul ile tanışmak geliyor’ diyor. ‘Tanrı biliyor İstanbul’u çok özlüyorum’ diye ekliyor.
* * *
Nedir bu şehrin insanı içine çeken büyüsü, diye düşünüyorum. Ne onla, ne de onsuz olabilen bu garip aşk hikayesi nedir?
Gördüm ki yalnız içinde yaşayanlara değil, uzak diyarlardakilere kadar bulaşmış bu büyü. Suyundan mı, toprağından mı, havasından mı belli değil! Ama bu İstanbul küresinde gizli bir şeylerin olduğu kesin!
Keyifi bol akşamlarında hazırlanan lezzeti doyumsuz sofralarından mı nedir, bu şehrin duruşu başka. Buna defalarca kere şahit olmak beni gerçekten içten kandan gülümsetiyor.
Şehrimden hayli uzakta dünyanın bu sonbaharı, rengi doyumsuz, taksi bile olmayan kasabasında benim ülkemi özlemle anan sımsıcak insanların gözünden bir masal gibi İstanbul’u dinledim.
Sayısız kere yaptığım yurt dışı fuar katılımlarında, benim bölümümüm önünde neden gelen geçen bir çok kişinin gülümseyerek durduğunu daha iyi anladım.
Koleksiyonların farklılığı bir yana, esas farklılık kıyafetlerin üzerine damga olarak bastığım ‘Made in İSTANBUL’ yazısından geliyormuş, bir kere daha anladım!
Bir kere bulaşmaya görsün hayatınıza. İstanbul tanıştığınız andan itibaren ne rüyanızdan çıkar, ne anılarınızdan. İstanbul’da yaşamak değil önemli olan, İstanbul’u anlamaktır gönülde kalan.