Bir cumartesi sabahı. Koşturmalı, bol ıslanmış beş günün ardından gelen, şahsa özel kıymetli gün.
Sakince uyanıp, mis kokulu kahvaltı etme günü. Ne bir ses isterim beni tırmalayan, ne de beynimi kurcalayan düşünceler zinciri.
Ama ne gezer. Hatta nerde bile gezdiği belirsiz anlamsızlıklar hortumunla uyandım o sabah. Bir rüya görüyordum, haylice garip ve şekilsizdi ama ben oyalanıyordum, ne güzeldi. Birden gerçek Nişantaşı dünyasından kocaman bir ses ordusu rüyamın içine daldı. Tamam dedim, sonunda oldu. Uzaylılar burası çok hareketli bir bölge, burada çook enteresan şahsiyetler mevcuttur diye, Nişantaşı’nı ablukaya aldılar. En devasasından bir gemi yolladılar, o gemide ne tesadüf bizim apartmanın üzerine park etti, birazdan hepimiz ışınlanacağız diye, kızımı kurtarmak maksadı ile yan odaya koşarken, benim gibi panik olmama akılcılığında olan sevgilim gerçeği duymamı sağladı.
Bu yalnızca bir jeneratör sesi idi. Köşe komşumuz Beymen mağazasının bir blok büyüklüğündeki sakinlik bozucu jeneratörü!
Biçer ve ustaca döver misali beynimizin en sakin köşelerini bile sesi ile dövüyordu.
Nişantaşı mahallisinde o sabah yalnızca bu arsız ses vardı. Sakinlik, canım cumartesi sabahı falan anında uzaya fırladı. Üstüne, tarihe baktım biz 2004 yılındayız değil mi diye sordum kendi kendime.
Evet; hatta 2005’e üç kalayız. Peki, niye elektrikler ve dolayısı ile su yok? Niye, İstanbul’un bu müstesna semtinde böyle bir köy durumu yaşıyoruz?
Cevap, yağmur yağdı!
Haksızlık. Şimdi tüm çevredeki kafelerde de bir şey yenilmez içilmez, çünkü onlarda da elektrik yok. Kimbilir mutfaklar ne alemde.
Aç kaldık. Üstüne bir donarak ölmediğimiz senaryosu eksik. Bir de vahşi hayvan saldırısı falan. Onlar da oldu mu tam bir filimiz yani. Şehirde açlık, susuzluk bu olsa gerek.
* * *
Saçma sapan rüyama geri dönmek istiyorum. İnanın bu yaşananlara göre rüyalar daha emniyetli ve daha anlamlı. Hiç değilse tüm acayip rüyaların sonunda, aman rüya işte deyip, boş verme özgürlüğüne sahibiz. Ama bu kaçınılmaz gerçeklere boş ve hoş veremiyor insan.
Bayağı ciddiye alıp, dertleniyorum. Hem canım bir tanem İstanbul diye hayatıma yazmışım, hem de ardından bu anlamsızlıklarınla karşılaşmışım; tıpkı tutkulu bir aşk hikayesi gibiyiz İstanbul ve ben.
Ne yardan, ne serden vazgeçmek var. Özlerim mesela ben şehrimi. Üç gün görmesem, içim burkulur. Anılarım saklıdır köşelerinde, bucaklarında ne şarkılar gizlidir.
Ne özeldir bu ilişki. Bir insanın şehrinle ilişkisi bence çok önemlidir.
Güvenmezsen toprağına, sen de güvensiz ve sevimsiz ve korkak olursun hayata. Sevmezsen sokaklarını şehrinin, geçmezsen ara yollarından bilmezsen içini bağrını yaşadığın yerin; kendini de şehrin gibi bilmezsin işte.
Sen kendini bilmeyince; her yer olur yaban, herkes olur bir yabancı sana. Şehrini de kendin gibi seversen, nazlı yar misali hoş görürsün bazı kaprislerini.
Rüzgarına saçlarını salarsın, yağmuruna aman ne romantik dersin, karına şiir yazar, lodosuna bu hep huyudur iki günde geçer dersin.
Canım İstanbul; bu sabah kızgın uyandım sana biraz.
Önce sinirlendim, ne yalan söyleyeyim. Yağmuruna yenildik iki gündür hepimiz. Olsun dedim dün gece, bak sevdiğim şahidimdir. Saat dokuz falandı, Pera’da idik birlikte, aynı şemsiye içinde. O çok ıslanacağız dedi, ben ne romantik değil mi diye kıkırdadım.
Hoş romantiklik, bir an sonra sel misali beni sarınca, biraz üşüdüm ama olsun. Senin sonbaharında böyle günler olur bilirim.
Ama bu sabah teknik ekibine çok kızdım. Senin şanına şöhretine yakışmayan şeyler yapıyorlar. Seni üzmek beni üzmek demektir bilirsin. Sıkıntım seninle değil, insanlarınla. Bunu defalarca konuştuk seninle.
Bu Nişantaşı tepesinin sakinlerinde bu aralar ciddi problemler görülüyor farkındasın.
Senin hislerine tercüman, ben gerekeni yaparım. Sen mutlu ol bu bana yeter.
Güzelliğini ne kadar uğraşsalar da bozamayacaklarını, her geçen yıl daha da ispat eder gibi gönlümüzde büyüyorsun.
Kendine iyi bak. Huzurun ve ihtişamın hiç bozulmasın.