Ara zamanlarda takılıp kalıyorum. Geçmişteki tadı damakta kalmış küçük ama huzurlu detayları, yeninin kötümser değişimini görünce beni girdap gibi ara zamanlara çekiyor.
On üç yaşındaydım Bodrum ile tanıştığımızda. Tepeden aşağı inerken otobüsün camından turkuvaz denizle kucaklaşmış kaleyi gördüm ilk kez. Uzaktan esrarlı duruşu, az yeşil çok deniz halli bu küçük sahil kasabasını çok sevmiştim. Sırtımızı kaleye emanet eder bağrımızı denize açıp çay içerdik yat limanındaki kahvelerde. Mavi boncuktan bilezik dizer, arka sokaklardan birinde elde yapılan meşhur Bodrum sandaletini Truvalı Helen misali ayağımıza geçirir, bir güzel Bodrumlu olurduk kendimizce.
Sonraları M.F.Ö.’nün Bodrum Bodrumu geldiğinde dilimize, daha bir yeni yetme halleri ile aynı kasabanın aynı sokaklarını şarkı gibi yaşar olmuştuk. Ama bildik simaları hep aynı köşelerinde bulurduk. Aynılarına aynen kavuşmak her yaş değişiminde güven verirdi. Bilmiş olurduk Bodrumu bilmeyenlere karşı. Bizimdi yazın o küçük kasaba. Bilirdik sokaklarını, yeni boyanmış taze tahta kokulu teknelerini, gözlemecisinin, dondurmacısının tadını biz bilirdik.
***
Sonraları keşif’e başladık ehliyetimize kavuşunca çevre köylerini Bodrumun. En sevdiğim Gölköy ile Türkbükü. Aman nasıl sakin nasıl kendine özgü. Güzelim Ege köylerinden en güzeli bu ikisi. Sırt sırta vermiş sakin ve huzurla yaz insanlarını bekliyorlar. Ördeklerin yolu vardı arabaların yoktu Türkbükünde. Sahilden bir ayağınız denizde ulaşırdınız koyun sonuna. Sondan, baştan veya ortadan veya tam tersinden, biri veya toplu halde azgınca birileri geldi, eldiven gibi hızla ters çevirdi sanki bu küçük kasabayı aniden. Geçen her yıl büyük adımlarla değişti Bodrum. O toplu halde gelenler hep bir ağızdan bağırdılar kaleye doğru: ‘Tüm bu diyara özgü huzurlu detaylar hemen şimdi çizginin dışına, bilinçsiz plastik görüşler derhal kasabanın ve civar köylerin içine!’ Yeni adıyla Göl-Türkbükü’nün hali malumunuz. Herkesler yazdı çizdi. Kimliğini koruyan azlar dışında, şehirli sahicidışılara servis verme uğruna değişen ve güzelim Ege rengine uymayanları görünce derhal ara zamanlara kaçış yaşıyorum. Uzunca bir küskünlük döneminden sonra sonunda şarkılarda kalan Bodrum Bodrum’a indim geçen gün. Kale aynen duruyor. Sanırım tek aynı kalan da Kale. Her taraf beşinci sınıf taklit markalar satan giyim dükkanları, incikçi boncukçu ve de artık mide bulantısı ve de ruh sıkıntısı yaratan dünyada taklit edilen en birinci marka olan Louis Vuitton çantacılar. Artık yeter türünden, aksanlarından nereli olduklarını bile çıkaramadığınız en para pul harcamaz altıncı türden turistler.
***
Tüm bu tuhaf değişimden kendimizi kurtarıp, yine eskisi gibi bir çay içelim dedik denize doğru. Hoş denizde görünmüyordu ya teknelerin kıçlarından neyse. Oturduğumuz kahve- birahane arası yerde ince belli yoktu. Tost istedik sandviç var cevabı geldi. Ama ama ama bu kadar da olmaz ki! Bırakın şarkılarda kalan romantikliğimi ben yalnızca cam bardakta çay, bir de tost, şöyle eriyen peynirli o da mı geçmişte kaldı diye ağlayacakken; imdadımıza Denizciler Derneğinin Kale yanı kahvesi yetişti de gözyaşlarım bana kaldı. Ben hep problem görücü biri oldum gibi gözükmesin. Bilincimizi toplum olarak geliştirmezsek bize özgü hoşlukları kaybedip, plastik maskelere bürünüp dururuz böyle. Gözüm Bodrum’dan karşı kıyıya takılıyor. Komşunun kendine özgü hallerini nasıl da kendine özel tavırlarla koruduğunu görüyorum. Onlar gibi olmak değil, bizim gibi olmak önemli. Bodrum’a bakıyorum, inanın o sokaklarda Bodrum’a özgü olan tek şey canım Kale kalmış. Nerede yakın geçmişte tüm güzelliği ve huzuru ile boylu boyuna uzanan o küçük kasabanın sahiciliği?
***
Ara zamanlara kaçtım yine. Ne geçmiş ne gelecek. Tam arasında tatlı mutlu oyalanıp, biraz naz biraz niyaz Bodrumu anıp, hemen geri döneceğim Nato sonrası şehrimin şimdisine. Yine aynılarımı korumaya çalışıp, yine hatalarımı geleceğe doğru düzeltip, yine bildik şarkımı söyleyeceğim: