27 Eylül 2004
Huzurun kaç derecede? Fazla ise rakamı, sıkıntı başlar içinde. Bir hain kıvrım, sorular hareket halinde beynine üşüşür. Nedeni ne içini arayım derken derece hızla düşer, farkında değilken sen.
Az ise rakamı derecenin, bir sıkıntı ve mutsuzluk topu olarak yuvarlanıp gidersin hayatta.
Ne kimse senin umurundadır, ne de sen kimsenin ilgi alanı içerisinde.
* * *
Anlaşılan her şey de olduğu gibi huzurun da dengesini korumak başlı başına güç bir iştir. Üstelik bir çok şeyi satın alabilirsiniz torbalar dolusu.
Ama huzur pahalı ve lüks bir duygudur. Gramı hayat anı kadar pahalı, satılan yer neresidir, kimdir bu huzur işinin babası, kim pazarlar, karaborsası var mıdır bilinmez ve çözülmez bir insan denklemidir.
Dualarda rastlanır ara sıra paradan, puldan, aşktan, yeni ev ve arabadan hemen sonra. Yanlış yerlerde arandığı çokça görülmüştür. Huzurlu olduğunu sanmak da epeyce yapılan kahredici bir eylemdir.
Gülünce kahkahalarla, başka yapay renklere boyanınca üstü başı, huzuru sanırsın hayatının amacı. Aranır mı? Bulunur mu? Buldum sanıp sahtece suratına yapışır mı bilinmez, bilinmez...
* * *
Gerçekte ise kişinin bilmesi gereken tek alanıdır huzur. Dünya bir yana, nefesime saklanmış anı küçük, tadı sonsuz huzur bir yana. Etrafa bakınca tanelerini pırıldayan huzurun hemen görürsünüz aslında.
En olmadığında akıp giden günün, bir ışık yanarsa bir yerinde hayatın, bu küçük pırıltıyı hemen alın avucunuza ve tadın sakince. Anlamını çözmeye gerek yok. Anı anlamını da getirir içinize aniden, siz sadece görün ve paylaşın yeter.
Nereden mi takıldım bu huzur durumuna? Etrafa bakınca yandaki pencereden, ne az huzurlu insan var, ne aza inmiş huzurun derecesi de biz mi farkında değilmişiz diye düşündüm birden...
Ne çok somurtan, birbirine sonsuz kince kızan, her an yokluğa düşecekmiş gibi acele ile huzuru kaçıran ne çok olmuşuz. Halbuki küçücük anlarda, keşfedince ne güzellikler gizli. Sabahları içiyorsak demli bir çay cam bardakta sıcak, sonrasında orta şekerli mis gibi bir sabah Türk kahvesi, o ilk yudumdaki huzur değil de nedir?
* * *
Bu aralar mevsimin ışığı en güzel günleri, yürürken etrafa bakın, aslında huzur hemen köşede pırıltısını vermeye hazır bekliyor bence. Benimki sonsuz ve manasız bir iyimserlik değil inanın. Kızgın ve sinirli olmayı çok güzel beceriyorum aslında. En çok sevdiğim de, tüm bu derecesi düşmüş hallerimden çıkmayı öğrendiğimde aldığım sessiz huzur. Siz siz olun bu aralar ve yayılmış sonra hallerine değin, derecesizi huzurunuzun ayarda tutmaya bakın. İyi yaşamak bence buna denir.
* * *
Bu arada geçen hafta başlattığım ‘Bizim Kahramanlar Listesi’ne hayli ilginç yanıtlar geliyor. Kimler kimler yok ki. Sonuçlar hepimizi şaşırtacak ve toplumumuzun bir bölümünün içsel durumuna sanki röntgen olacakmış gibi...
Yanıtları hálá bekliyorum bir hafta daha süre, sonra bakalım kahramanlarımız kimlermiş, göreceğiz hep birlikte.
Sevgiyi yanınızdan hiç ayırmamanız dileği ile...
Yazının Devamını Oku 23 Eylül 2004
Saatler beni ve bedenimi o şehirden bu şehire sürüklerken, aynı günün farklı havaalanlarında ben hálá uçaklarla ilgili sıkıntımı kendi kendime sessizce kusarken, bir kurtuluş yolu buldum! Çantamı açtım ve ona dokundum. İşte elimde. Kapağını açmadan tekrar tekrar adını okuyorum: ‘Makber.’
Ne acıtıcı bir kelime bu. Beni hüzünlendirip derinlere çekiyor. Kulağımda annemin benzersiz sesi ile söylediği temiz ılık tınılı şarkısı. Çocukluğuma hızla dönüyorum.
Dönerken bu hüznün nedenini bulamadan yine hüzünleniyorum!
Bu kelimede bir tuhaflık var. Hem düşündürüyor gizliden öğrenecek gerçekleri içine içine sokuşturuyor, hem de sızısı gönlünde, bak yine aynı şarkı ama bu kez tam gerçeğini bulmuş, karşıma Cem Mumcu’nun Okuyanus Yayınevi’nden çıkan ‘Makber’i olarak çıkıyor.
Ben insanlar ile karşılaştığımda ya da tanımanın ilk duraklarında beklediğimde bir çeşit derinlik oyunu oynarım.
Kim daha derine dalacak, kimin derini nereye kadar oyunu....
Kendimce küçük sınavlarım vardır işte.
Anlamak derinlikleri hoşuma gider. Ama Cem’in derinini keşfedemedim. Böylesine uzar gider, böylesine genleşmiş midir mi bir insan ve böylesine ‘sahici’ böylesine gülünce gözlerinin içi güler ve böylesine bir kalem beni her satırında sarsarak derinlere çeker.
***
‘Makber’i elimden bırakmadan ve bazen geri geri dönerek içime çekerek okudum. Hayata dair olan ve olmayanların cümlesinin böylesine yalın ve yumruk gibi düzenlenip usulca ruhuma işlediği az rastlanır bir durum. Beni, soluduğum zaman diliminden başka bir platforma çekerek yenilediği için Cem’in ‘Makber’ine teşekkürler.
Satırlardan örnek vermek istemiyorum. Bu büyü bozulsun istemiyorum. Makber’i siz kendinizce keşfedin, açın o güzel kapağını, başlasın bu yanık özlü şarkı, bakalım siz nereye kadar genleşeceksiniz?
Kim söylemişti hatırlamıyorum, ‘İnsana ait hiçbir şey beni şaşırtmaz.’ Bu cümleyi çok seviyorum. Evreninde her an genleştiğini, yayıldığını düşünürsek, bizler kendi çevremizden biraz olsun sıyrılıp olana bütünden bakmayı artık öğrenmeliyiz, diyorum.
Eminim Makber’in satırları size bu yolculukta iyi bir rehber olacaktır.
Annemin o kimselere benzemez içten sesi ile Makber’i o zor yolculuğumun sonunda bir otel odasında bitirdiğimde sadece sessizce evreni dinledim.
Kendinize ve içinize iyi bakın.
Not: Makber, Okuyanus Yayınevi- Cem Mumcu
Yazının Devamını Oku 20 Eylül 2004
<B>Kahraman nerde?<br><br></B>Nerde o? Daireler çizdi kendi ekseninde. Gözlerini savurdu her yana. Her başka gözde onu aradı. Gözleri kesişmeyince; algılarını yolladı bilinmeyene. Kapattı göz kapaklarını gerçeklere. Kokuları bekledi sakince.
Sustu.
Havayı bekledi.
Bekledi.
Bekledi....
Kahramanını getirecekler diye,
Rüzgarı dinledi.
Tohumların büyümesini
Seyretti.
Tohumların kahraman olma olasılığını
Diledi.
Hiç konuşmadı
Hiç soru sormadı
Bir doruğa çıktı ve bekledi.
İçinden, bazı yarım ay gecelerinde;
Keşkeleri, olmazları, endişeli anlarını söküp atmayı deneyip,
Büyümeyi öğrendi.
Büyümenin kahramanlık olduğunu sonunda anladı.
* * *
Gecenin bir vaktinde, sohbet tatlı tatlı seyrederken, biri anlamı derin bir cümle savurdu ortalığa. ‘Ortalıkta ne zamandır bir kahraman göremiyoruz değil mi?’ dedi.
Sustuk.
Aslında komik bile olabilirdi bu cümle. Kahraman deyince, yeniden moda olan plastik Amerikan kahramanlarını sayabilirdik kahkahalar ile. Kedi kız, Süperman, Örümcek adam, zart adam, zurt yeşil dev, acubeler diyarına dönüş, kalkış gidiş...
Dalgasını geçerdik sonra.
Eski Türk kahramanlarını yapıştırırdık tak diye, Tarkan ve Kurt, en meşhuru Malkoçoğlu, Salkaç torunu, Boş beşiğin gelini... falan derdik, diyemedik.
Çok ciddi ve ağırdan aldık hepimiz birden konuyu. Hatta suratımız bile asıldı hafiften. Derin düşünme koridorlarına daldık. Diplerinde koridorun birbirimize yeniden rastladığımızda, bakıştık ve konuştuk.
Liste çıkarmaya karar verdik.
Yakın geçmişte bu ülkenin kahramanları kimlerdir listesi.
Samimi olmaya ve abartısızca gerçeği yakalamaya söz verdik.
Belleğimizde adları netleşenleri yazmaya başladık.
Yazdık, biri úamaú dedi, açıkladı, bir diğeri savundu, çarpışmalar sonucu ve saatler güne galip gelene kadar bu ciddi mesele ile boğuştuk.
Uykudan bayılmaya yakın anlarda anladık ki bu ağır cümle tek gecelik ilişkilerden değildi. Bu cümle ile olan taze beraberliğimizi geleceğe yaymamız gerekiyordu.
* * *
Tıpkı aşk gibi cümle ile elele tutuştuk. Hatta ben koynuma sokuşturdum, kalbime yakın tuttum. Zira cümleyi ve derinini çok önemsiyorum.
Bana açıldıkça saydam, şaşırtası gerçekleri yüzüme püskürteceklermiş gibi geliyor heyecanlanıyorum.
Siz de bir yudum düşünün lütfen, hatta oturun bizim gibi bir liste yapmaya çalışın.
Nasıl sürpriz bir tarih ile karşılaşıyorsunuz anlatamam. Hadi bir adım daha ileriye gidelim.
Bana listelerinizi mail atın... Ben hepsini toplayayım. Uğraşmaya adayım. Derleyip, bir sonuç çıkaralım.
Bakalım ülkemizin kahramanlar listesi ne imiş, beraberce bulalım ne dersiniz?
Listeleri heyecan ile derin düşünce koridorumda bekliyorum.
Çünkü biliyorum ki, biz insanoğulları ve kızları hep bir kahraman ararız. Hoş, tarih bizi çukurun dibine kazıyan kahramanlar ile dolu olsa da, bizler aramaya devam ederiz.
Daha fazla kendi yorumumu yazmak istemiyorum.
Dedik ya bir kere saydam gerçek arayacağız diye. Benden şimdilik bu kadar cümle...
Gerisi sizden gelecek listelerde. Bekliyorum.
KAHRAMANLAR LİSTESİ OLUŞTURMA ÇALIŞMALARI BAŞLAMIŞTIR.
Sevgi ile kalın...
Not: Kahraman listelerinizi aşağıdaki mail ve faksa gönderebilirsiniz.
Mail: info@baharkorcan.com
Faks: 0212 216 78 02
Yazının Devamını Oku 13 Eylül 2004
<B>K</B>apılıp gittiğim cümleler vardır benim. ’Yıldızını takip et’ cümlesini proje ile ilgili biri telefonda ilk kez kulağıma fısıldadığında, anında kapılıp gittim. Yeni bir Mercedes- Benz tasarımı olan A- Class’ı dünyaya tanıtmak için daha doğru bir cümle bulunamazdı. 24 ülkeden, sekiz yüz genç insan Avrupa’nın çeşitli yollarından A- Class’a binerek dört gün süren bir macera yaşadılar. Bu enteresan yolculuk Milano’da son buldu.
Turun bu son gününün gecesinde bin iki yüz kişilik bir davetli çoğunluğu ile birlikte Milano’nun olağanüstü şatosu Castello Sforzesco’daydık. Kendi yıldızını inançla ve ısrarla takip eden iki kişi olarak Türkiye’yi temsil ettik. Sertab Erener ve ben. Gerçi biz daha kısa bir yol kullanarak uçakla şatoya eriştik ama olsun.
Amaç orada o gece yıldızların altında sıcak bir Milano atmosferinde kendi yıldızlarımız ışığında var olmaktı. Cümle böyle bir cümle olunca, ister istemez bir hoş oluyor insan.
Felsefe yapıyor kendince, hayat akışını şöyle bir süzgeçten geçiriyor, ayıklıyor artıları eksileri, sağ cebe riskleri, sol cebe inançları koyuyor, üstüne de bir ulusal kimlik, bir de varoluş sorumluluğu ekleyip ‘Yola devam değil mi yıldızım’ diye gökyüzünle bakışıyor.
* * *
O gece gerçekten acayip büyüleyiciydi. Böylesine seviyesi tutturulmuş bir ihtişam az görünür. Abartısız kuvvet, dengelenmiş mesaj falan derken kendimizi kırmızı -pardon turuncu- halının üstünde yürürken bulduk. Sertab’ı hemen Yunan televizyonu ablukaya alıyor.
Kameralar, flaşlar... Aaa bir mutlu oluyorum. Yanımda Avrupa’da tanınan bir starla yürümek bir hoşuma gidiyor, gurur duyuyorum. İçeride etrafa bakınıyorum, ne yalan söyleyeyim en şık Sertab ile ben.
Doğruya doğru!
Hafif bir kokteylden sonra ustanın defilesini seyretmek için, şatonun bir diğer avlusunda hazırlanmış show mekanına geçiyoruz.
Giorgio Armani’den söz ediyorum.
Akışınla, ışığınla, kostümleri ile her şeyi ile mükemmel bir defile seyrediyoruz. Yanımızda başka bir kendi yıldızına inanan biri oturuyor:
Boris Becker. Derken bir ışık karmaşası ile sahne çıkıyor karşımıza birden ve sahnede Christina Aguilera!
Şarkıların arasında, duygulu bir şekilde, kendi yoluna, kendi yıldızına nasıl inandığını ve takip ettiğini anlatıyor bizlere ve bu kampanya için bestelediği şarkısını okuyor.
Bu yaşı da, başı da, boyu da küçük kadının sahne performansına hayran sesine kapılıp gidiyoruz.
* * *
Gecenin ilerleyen saatlerinde, bu ortaçağ şatosundan birçok sanatçının geçtiğini söylüyor biri. En önemli isim de Leonardo da Vinci. En yüksek kulesine çıkıp, aşağıya bakıyorum. Aşağıya, insanlara. Tanrının yarattığı bu karmaşık yaratığa! Her şeyi yapabilecek güce sahip ama bir o kadar da kendinden bir haber bize bakıyorum.
Bu ne kısır döngülü bir oluş şeklidir. Ne acımasız çaresizlikler yatırır koynunda gizliden. Neler olsun ister de, olmayınca bedeninden bile vazgeçer. Ne tuhaf bir ikilemdir yaşamak insan için. Ne çözülmez bir bilmecedir, cevapları içimize yazılmış halbuki. Cevaplar her hücremize işlenmiş dantel misali inceden inceye. Bulmak bazen çok zor, bazı anlar bir nefeste karşımızda.
Kendine inanmak ile başlıyor her şey. Kendi kimliğini keşfetmek ile sürüyor. Bundan dört sene önce bir koleksiyon yapmıştım. Almanya’da defilesini de göstermiştim. Adı ‘Kimlikler’ idi. Mesaj aynı. Kimliğini keşfet, yıldızını takip et. Işığını gör. O zaman sana kimse dokunamaz, kimse ile kesişmez yolun. Risk her an var. Risk ateş gibi, yoluna yakıt senin. Sen yeter ki yıldızını takip et. Elbet o yol seni sana götürür.
Şatonun girişinde kocaman bir şekil vardı. Büyükçe bir yılan ile ejderha birbirine dolanmış. Anlamını öğrenemedim ama kendimce iki gücün birleşmesi dedim. Sonra Leonardo usta da burada benim durduğum yerden eminim bu yılanla ejdarhaya bakmıştır diye içimden geçirdim.
Tuhaf oldum.
Yıldızımı gördüğüm için bir kez daha Tanrı’ya çok teşekkür ettim. Işığı hiç kaybetmemek için sabır diledim. Yıldızınızı her zaman takip etmeniz dileği ile..
Yazının Devamını Oku 6 Eylül 2004
Eylül Yaz’a özenmiş yeni gelen günlerini sıcağa boyamış Paris’te 30 derecede yanarken, kışa hafiften hasret, serine aç, fuarda 2005 yaz koleksiyonlarını sunuyoruz. Pret-a Porter Paris Fuarı’nda İTKİB’in organizasyonu ile 48 Türk firması, çeşitli bölümlerde Yaz’ı paylaşıyoruz. Kadın koleksiyonları ve aksesuvarlar ile 48 firmayız. Güzel bir rakam değil mi? 3-5 gibi sıradan değil. Çokuz yani.
Biz tasarımcılar, fuarın ikinci katındaki ATMOSPHERE bölümündeyiz. Yerimiz çok havalı, dekoru gayet tasarım durumunda. Ama inanılmaz bir durum gibi gelecek sizlere, koca fuarda havalandırma yok! Dışarıda sıcaklık 30 derece, içeride 40- 45 derece müşterilerle beraber eriyoruz. Birara kafede sıcaktan bayılan bir insana bile rastladım.
* * *
Hani bizde olsa böyle bir durum, hepimizi topa tutarlar, geriye ne koleksiyon, ne memleket, ne de Avrupa İnsani Haklar durumu kalır. Yazarlar, çizerler, üstüne de tuz ve pul biber niyetine bir de ‘barbar’ oluşumuzu eklerlerdi.
Paris’teyiz yanlış anlamayın! Hani şu bildik moda dünyasının başkentinde bir moda fuarında 45 derece sıcaklıkta satış yapıyoruz. Olsun, dedik. İTKİB sağolsun, şikayetlerimizi fuar organizasyonuna iletti. Yazdılar, formlar doldurdular. Her şey bir yana katılanlar memnun görünüyorlardı. Bizim Türk firmalarından söz ediyorum. Uzunca süredir katılıp, ciddi satış yapanların yanı sıra, yeni katılıp bağlantı kuranlar, varlığını gösterenler.. Kısacası bana iyi geldi. Ses ve güç meselesi bu.
* * *
Tasarım kanalı ile tüm dünyaya ses duyurmak, doğru tınıda duyurmak önemli. Bir Fransız müşteri hayranlık içinde bana Türk tasarımcılardaki olumlu gelişmeyi anlatırken, çok heyecanlı gözüküyordu. Bizim iki kıta arasında olmamızdan kaynaklanan farklılığımızın ürünlerimize ne denli keyifle yansıdığını anlattı. Bir gururlandım, bir şımardım anlatamam. Katılan tasarımcı grubu sizlerle paylaşmak isterim. Arzu Kaprol, Özlem Süer, Ümit Ünal, İdil Tarzi, Dice Kayek ve bendeniz...
Ümit’in ayrıca ATMOSPHERE içinde bir de defilesi vardı. Her zamanki gibi çok yaratıcı ve çok derindi. Ayrıca bu fuar aracılığıyla ciddi rakamlara ulaşan Türk firmalarını ve başarılı organizasyonu ile İTKİB’i de kutluyorum.
Sıcaktı, eylüldü, Paris’ti derken günler akıyor... Günler bizler için ve tüm dünya için daha iyiye aksın dilerim..
Sevgi ile kalın..
Yazının Devamını Oku 2 Eylül 2004
Bu aralar çok sevilen ve her daim söylenen iki kelimeden var olmuş bir oluş şekli var ‘marka olmak.’ Çok beğendik bu iki kelimeyi biz. Çok sevdik, bağrımıza bastık. Bir misafirperveriz, bir el üstünde baş kenarında tutmalar yaşıyoruz bu oluşumla anlatamam. Kimi görsem, kimi duysam özellikle de tekstil dünyasından herkes çok meşgul, dokunmayın sakın çünkü onlar marka yaratıyorlar!
Paris de aylar önce Avenue des Champs de Elysees’de yürürken Louis Vuitton’un hazırladığı devasa valizden bahsetmiştim, üzerinde kocaman 150. yıl yazıyordu. 150 yıldır var olan bir markadan söz ediyoruz.
Devasa valizin önünde durup düşündüm, benim cumhuriyetimden bile eski bir oluşum ve biz daha yeni yeni markalaşmayı konuşuyoruz. Kaçırılmış yıllar ordusu omuzlarıma düştü. Çok ağırdılar ve çok eksiktiler.
Tamam! Biz toplum olarak bazı pozitif anlamdaki oluşumların geç farkına varıyoruz. Komik olan da tam bu noktada başlıyor. Geç farkına varıyoruz, ama hemen, çarçabuk öğreniveriyoruz.
Biz bu kadar zeki insanlar mıydık yoksa ben mi bir şeyler kaçırdım?
* * *
Çabuk ve acele ile yapılan oluşuma bakar mısınız lütfen; Bir dünya markası olmak!
Hatırlıyorum, danışmanlık yaptığım yıllarda, beni her hafta en az üç hazır giyim firması arardı. Bazıları ile yaptığım toplantı notlarını ileride bilinç düzeyine örnek olur, ders diye okutulur diye saklıyorum. Cümle direkt olarak şöyle başlardı;
‘Merhaba, biz bir dünya markası olmak istiyoruz.’ Daha vurucusu hemen peşi sıra gelirdi;
‘Ama acelemiz var! Bu gelen sezona yetiştirin olur mu?’
Ah, canım insanım ah! Beraberlikleri sonsuza kadar mümkün olmayan iki kelimeyi bir arada istemek zaten bize yakışır. Marka olmak ve acele olsun. Sanki dönerli sandviç siparişi gibi. Bir yarım ekmek içine, acele olsun.
Çetin Altan’ın bizdeki markalaşma üzerine söylediği çok doğru bir cümle var. Geçenlerde kulağıma geldi paylaşmanın tam anıdır; ‘Devamlı dünya markaları yaratıyoruz, yalnız Türk pazarı için’ demiş. Doğru söze bir şey denmez, düşünülür.
* * *
Bizde yeni şimşekler çaktı, tamam. Farkındalığa ulaşmak şahane. Markalaşmadan konuşur olmak, devletin bu konu için yaptığı teşvikler çok önemli. Birilerinin akıl fikir yorması konuya gelecek için gayet dikkate değer bir durum. Ama eksik oluşumlar, yanlış hareketler, hedefi iyi belirlenmemiş yatırımlar; sonucu bir kabusa dönüşecek iyimser bir rüyadan öteye gidemez. Dahası artık bizlerin kötü örneklere hiç ihtiyacı yok, zaten her oluşumda iyi örnek eksiği çeken bu ülkede acele işlere, bırakın şeytan karışıp, görevini yapsın.
Marka yaratmak, uzun vadeler, genişlemiş düzgün hedefler ve ciddi emek isteyen kapsamlı organizasyonlar gerektirir. Fikir ve felsefe ilk doğuş halidir. İnançla beslenir ve sabır ister, yalnızca sabır.
Kısa vadeli bilinçsiz heyecanlarda markanın varlığı yaşayamaz.
Eylül ayı yeni sezon fuarları ve şovları için çok hareketli bir ay. Dünyanın birçok yerinde organizasyonlar var. Türkiye’den bir çok başarılı tasarımcı arkadaşım, ki ben de bu koşturmalara dahilim, İTKİB’in organizasyonu ile çeşitli fuarlara katılacağız. Başta Paris geliyor, sonra New York, Milano devam ediyor.
Bu koşturmalarda güzel olan ne biliyor musunuz?
Kendi fikir ve felsefelerine inanmış, marka olma hayalini geleceğe akıllıca yaymış bir küçük grup olan Türk tasarımcılarının devamlılık göstererek bu fuarlara katılmasıdır. Bu marka olma hayalimizin devam ettiğinin ve hayalin inanca dönüştüğünün göstergesidir.
Marka olma hayalini çocukluğundan beri taşıyan ve üstüne de bir tutam 22 senelik profesyonel çalışma hayatını koyan bendeniz bahsi geçen bu fuarlara ilk kez katıldığımda, benden başka bir Türk tasarımcısı göremez iken, şimdi bir Türk tasarımcı grubuyla oralarda olmanın mutluluğunu da kendimce yaşıyorum işte.
* * *
Moda kelimeler ve oluşumlar ile biz marka hayalcilerinin hiç işi olmaz dostlar. Kısa dönemli olsunlar, hemencecik bitsinler, aman adam sendecilikler başımıza yeterince işler açtı zaten.
Zamanın bu anında Türkiye’de bir marka olma durumunu konuşuyor isek; bunun aritmetiğini de iyi hesaplamak gerekir. Şimdi doğurursun, beslemeye başlarsın, hesaplı kitaplı iyi bir beslenme programından sonra, iyi bir eğitim aldırırsın, kendini doğru ifade etmeyi öğrenirsin, düzgün konuşur, akılcı olursun ve büyürsün, büyümeye devam edersin. Sonra anlarsın ki bu çocuğa bir ömür yetmez, torununa en büyük mirası, markanı bırakırsın.
Tüm marka yaratıcıları...
Acele işlerden, kısa dönemli oluşumlardan uzak durmanızı diliyorum, yolunuz doğru ise açık olsun...
Sevgi ile kalın...
Yazının Devamını Oku 30 Ağustos 2004
İki mevsim arasında neler yapılır? Fark edecek kadar farklıysak eğer, çok şey yaşanır. İki mevsimin ilk ve son özelliklerine tanık olunur.
Hálá yaz olmasına karşın bu sıcakta ilk mahsul canım sonbaharın meyveleri yenir.
Cevizle merhabalaşılır, ilk solan yapraklara aniden rastlaşılır.
Sıcaktan bayılmalar sona ererken, hafiften neler giyinip kuşanacağız diye dergiler karıştırılır, hayal gücünden fayda sağlanır.
* * *
Biz kadınlar her yaz başı mutsuz oluruz ya kendimizden, deliler gibi diyetler, orasını burasını çekiştirmeler, yağlar, çatlaklar derken; sonbaharın ilk ışıklarıyla biz insan türünün dişi kısmısı bir rahatlar bir sakinleşiriz, anlatamam.
Çıplaklık sona ermiştir, fazlalıklar artık saklanabilir türünden bir gülümseme gelir yüzümüze.
Erkekleri bilemeyeceğim, onlar bana göre her daim mutlu gözüküyorlar kendilerinden. Yanlarım çıktı diye hayatını kendine ve çevresine zindan eden bir erkeğe rastlamadım henüz.
* * *
Gelelim iki mevsim arası zenginleşen anlara. Bana göre araları mevsimlerin, sürprizlerle dolu genleşmiş bir zaman tüneli gibidir.
Sabah kalkarsınız, havaya bakarsınız, sarımsı sonbahar hakim gibidir. Gün içinde akarken, bir anda yaz yeniden döner size yüzünü bir ışık cennetinde, yollarında şehrinizin mutluluğu tadarsınız.
Hazırlığına şahit doğanın, değişen binbir türlü renklere, değişen tatlara, değişen duygulara, değişen havaya dahil olmaya çalışırsınız.
* * *
Kısacası hayatın tadını anlamak bu değişim anlarına özgü bir haldir. Bu son günlerinde ağustosun ve de mevsimlerden yazın, her ne yaşıyorsak kendi kurgumuzda bazen biraz yukarıya çıkıp öyle bakmak lazım.
Sorunları ve zorlukları hiç bitmeyen bu dünya gezegeninde, çözüm bazen gerçekten devre dışından kendimize bakmak ile oluyor.
Bu bakış zamanı da işte bu mevsim dönmelerinde yaşanıyor. Biraz uzaklaşınca pürüzler içindeki gibi gözükmez, netleşir ve sonunda her su tanesi gibi o da yoluna erişir.
Uzaktan bakmak istediklerimin listesi beynimde, ben başladım bu denemeye.
Örnek 1: Ülkeme bir nefes yukarıya çıkıp baktım, hálá bulanık.
Bir nefes daha, olmadı. Bir nefes daha, eh birazcık netlik başlayınca, çözümler de içime akmaya başladı.
Tüm olumsuzlukları bilgece kabullenmeye bazen, bazen de çözüm üretip yer değiştirmeye başladım.
* * *
Niye türban takıyorlar diye sinirlenip dururken, bilge yönüm reenkarnasyona inanarak, onlar da bu yaşamda bu eksiklerini tamamlamak üzere gelmişler, seçimleri bu, sana sakince yargılamadan dengeyi kurmak kalır dedi.
Biraz daha yukarıdan bakınca, gülümsedim kendi kendime.
Aynı ağustosun aynı gününde, aynı mevsim aralığında Atatürk’ün kazandığı adı üstündeki zafer günü geldi aklıma.
Değişim içindi o zafer. Bizim içindi, varlığı sürdürmek içindi. İnsanımız özgürce yaşasın içindi. Eh, şimdi herkes gördüğüm kadarı ile fazlasıyla özgürce yaşıyor zaten.
* * *
Denge, denge, denge!
İç huzurumu okşayan son ağustos ışığında ben herkese denge diledim evrenden.
Aşağılara indiğimde, burada doğmanın, buralı olmanın, bu iki mevsim aralığını yaşamanın ne kadar özel bir durum olduğu bir kez daha kavradım.
İki mevsim arasında neler yapılır?
Yalnızca farkında olarak yaşanır, yaşanır...
Sevgi ile kalın.
Yazının Devamını Oku 26 Ağustos 2004
Suyun aktığı ve benim de sakin bir deli misali baktığım bir yerdeyim. Gözlerimin önünden deniz devamlı kayıyor. <B>İçinde de balıklar kaynıyor. </B> Bir sabah martısı var evimizin. Her sabahın köründe aynı saatte, aynı iskelenin aynı sağ köşesinde benimle birlikte denizi seyrediyor.
Bu sakin deli duruşa katılan başkaları da var. On bir ördek ordusu aynı saatinde günün, üç kez genel koy gezisine çıkıyorlar.
Peş peşe, dip dibe, sırayı hizayı bozmadan ailece.
Akşamüstü çay saatinde evin önünde çamaşır ipi misali uzanan telefon kablosuna gelip mutlu mırıltıları etrafa saçan bir çift kumru da var. Sonra gece gökyüzünle yüzleştiğimizde hep aynı yerinde duran ve milyonlarca küçüğü büyüğü ayı cinsinden veya Venüs türünden yıldızlara ne demeli. İnsan tatilde böyle tuhaf sabitliklere takılıyor işte. Yapacak şey olmayınca, kumruların geliş saatini, denizin akış yönünü falan saymacalar başlıyor.
* * *
Aslında genel akış içindeki hayatın nasıl da tesadüften arınmış, hesaplı sabitlikler olduğunu keşfediveriyorsunuz aniden.
Anladığınız üzere ben aslında tatildeyim! Bana ne dünyada olup biten insana özgü detay yumağından. Herkes bir çuvala, ben bir deniz kenarına, türünden bencilce duygular içerisindeyim. Kendimi tuzlu yosun kokulu denize atıp, çıkınca saçımı bile yıkamaya üşenip, hayatı çulla çaputla geçen biri olarak, bir eskimiş tişört, bir bikini türünden, mümkünse en çıplak ve giyim kuşamdan arınmış olarak kendimi doğaya teslim etmiş durumdayım.
Tatilin bu kısa süreli bencilliğine hayranım. Her şeye hayır deme özgürlüğüm var. En başta beynime hayır diyorum. Hayır daha fazla düşünme, irdeleme, karşılaştırmalı, indirgemeli, kısa yoldan çözümler bulmacalar gibi akımlara paydos.
Kısacası ben ‘pause’ düğmesine bastım, tatildeyim.
* * *
Sakin bir deli olduğumu da kabullendim. Nasıl rahatım anlatamam. İnsanların yüzüne anlamsız boşluklarla bakıyorum. Hiç konuşmuyorum. Tek derdim, ördekler, sabah martısı, bugün de balık yakalayamadık türünden uçuşası olaylar. Yaşasın ben! Derken düşürerek imha etmeye çalıştığım telefonum çaldı. Aslında açmamak gerekti ama açtım. Bir anda su akar sakin bir deli olarak ben bakar durumundan, İstanbul’da çok çalışan, çalışmaktan denize bile bakamayan ben diyarından bir ses geldi.
İş durmuyor. İş hepimizden hızlı. İş hain bir robot gibi geceleri bile uyumuyor. İş ile deniz bir rauntta yine karşılıklı atışıyor. Kıvırdım, sıyırmaya çalıştım. Günlerdir sakince çalışmayan beynim aniden uyandı. Haydi dedi, çarklar dönmeye başladı. Telefonu uzaya fırlatasım geldi.
Gücüm yetmedi.
* * *
Sonuç: Ben işlere dahil olmak için erken dönmek zorundayım. İşte tam burada bir ağlama efekti iyi gelirdi. Neyse, bir günlüğüne giyineceğim, durmuş beyin hücrelerim ile boğuşacağım, ama sabit dönenceler dünyasında bir problem daha çözmenin tadını yaşamak fena olmaz diyeceğim. Yani kendimi hafiften kandıracağım. Bu da bir çeşit sabitlik işte, dahil olmadan yaşam olmuyor.
Şimdi en önemlisi, ben yokken sabah martısı acaba saatinde gelecek mi? On bir ördek klasik koy turunu tamamlarken başlarına bir şey gelir mi? Zira köpeğim Tara’nın onları yemek yutmak gibi hain bir planı olduğundan eminim. Onları Tara’dan kim koruyacak? Çay saati kumrularının aşkları yaz aşkı türünden sona erer mi? Denize ben olmayınca hangi deli bakıp göz kulak olacak merak içersindeyim.
Birazdan çıplaklığıma üzülerek son verip, yeniden ve yine giyim kuşam dolu dünyama geri dönme hazırlıklarına başlayacağım. Beni bekleyen bir dolu fuarlar serisi var. Sabit yaşamak dürtüme ne güzel ben deliyim diye ara vermiştim. Giderken bu yosun kokulu huzur dünyamın beni bekleyene kadar bir yere gitmeme düğmesine bastım, sıkıca çengelini de taktım. Merak etmesinler diye de bir de not yazdım, iskeleye astım.
Şimdi sabit deli durumumu yaşamak için şehrime geri uçuyorum.
Hoşça ve kendi deli divane halinizi koruyarak kalın...
Yazının Devamını Oku